Sistem kararın oybirliği ile alınmasını zorunlu kılmaktadır. Üst mahkeme yoktur. Jürinin kararı ölüm kalım kararıdır. Film boyunca ölümüne ya da yaşamasına karar verilecek olan delikanlının yüzünü görürüz, masumiyetini anlatmak ister gibidir.
1957 ABD yapımı film, SidneyLumet'in yönettiği, başrolünde Henry Fonda'nın ve diğer aktörlerin sağlam oyunculukları ile ölümsüzleştirdiği klasiklerdendir. Tek mekan, isimsiz on iki adam, filmi başından sonuna kadar heyecanla izletir.
Adalet sistemini, toplumsal önyargıların içinde sorgular. Sağlam durup haklı mücadelesini veren tek bir adam bile sonucu değiştirebilir. Yeter ki, karşısında duran kitlenin kafasına doğru bildikleri hakkında şüphenin tohumlarını ekebilsin.
Aslında çoğumuz, yaşadığımız güvenlikli mekanlarımızda ön yargılarımızın arkasına saklanarak vicdanımızı rahatlatmaya çalışmıyor muyuz?
Yardım kuruluşlarına yaptığımız birkaç kuruşluk bağışlarla vicdanımızı rahatlatıp, keyfimize bakmaya devam etmiyor muyuz?
Arka cephelerde neler oluyor?
Bu soruları sormaktan özenle kaçınmıyor muyuz?
Kenar mahalleden bir çocuk/kadın ya da adam, cinayet ile yargılanıyorsa mutlaka suçlu mudur?
Suç işlemek aslında bir alışkanlık mıdır?
Yaşadığın ortam ve şartlar seni suça itebilir ya da o mahallede bizim suç dediğimiz şeyler yaşamayı sağlayan gereklilikler midir?
Doğası gereği, yaşam bazen bunu da seçeneksizce sunabilir. Fakat bütün deliller yeterli olmasa da, sırf orta sınıfın tuzu kuru kitlesi senin suça yatkın olduğunu düşünüyor diye idam hükmünü hiç sorgulamadan verebilir mi?
Şehrin kenara atılmış mahallesinde yaşayan 18 yaşında bir delikanlı. 9 yaşındayken, annesi ölmüş, baba hapse girince yetimhaneye gitmiş, sabıka dosyası hırsızlık, gasp vb. suçlarla hayli kabarık. Şu anda da babayı öldürmekten suçlu bulunmak üzere.
Jüri üyeleri isimsiz, her birine numarayla hitap edilmektedir. Hepsi toplumda saygı gören işleri yapmaktadır. Hatta kendini diğerlerine tanıtmak için kartvizitini vermek, yaptığı işin reklamını yapmak dahi son derece doğaldır.
Bazı işler vardır ki; insanlar bunlara üçüncü sayfa haberleri gibi, kendilerinin o kadar dışında bakarlar ki, onlarla hiç duygusal bağ kurmazlar. Tıpkı işletmelerin personel işlerine bakan servisinde işe son verileceklerin listesi, hastanedeki ölüm raporları, hapishanedeki idam mahkumları gibi. O insanların evleri, geçindirmek zorunda oldukları aileleri, onları seven yakınları yoktur sanki ya da onlar yakınlarımız değillerdir. Jüri içinde ölüm kararını oylamak, son derece sıradan bir iştir.Herkes ikna olarak gelmiş, bu işi bir an önce bitirip işlerine/evlerine/yaşamlarına/ eğlencelerine dönmek istemektedir.
Akşamki beyzbol maçına bileti olan adam sürekli saatine bakar; biletin yanmasını ve maçı kaçırmayı istemez. Nitekim bitse de gitsek psikolojisi ile oyunu çoğunluğa uymak üzere değiştirir ve bundan hiç rahatsızlık duymaz. "Ne var ki bunda?" diye de savunur kendini.
Mahkemenin tayin ettiği bir avukat savunur çocuğu. Çok para kazandığı ya da ona şöhret kazandıracak bir iş değildir ve zaten bu çocuğun bu suçu işlemiş olduğu kuvvetle muhtemeldir. Tanıkları ve delilleri çok da araştırmadan kabul edip sıradaki diğer işlere bakmalıdır. Davada sonuç aslında bellidir.
Vicdan ise 8 numaralı adamdır. "Suçsuz olabilir, ben yeterince ikna olmadım" der. Her yerde böyle birisi çıkar ve işleri bozar diye homurdanır, üç tane tamirhanesi olan işi başından aşkın adam.
"Makul şüphe" tanımı ile olayı sorgulamaya başlar ve yavaş yavaş bu şüphenin tohumlarını diğer üyelerin de beyinlerine ekmeye başlar.
Vaka-i adiyeden sayılabilecek, önemsiz, önyargılarla çoktan mahkum edilmiş bir çocuğun insan olma kimliği çıkar ortaya. Vicdanların sesi olur itiraz eden jüri üyesi. Kesin gözü ile bakılan delilleri ve şahitleri sorgulatmaya başlar.
Herkes çocuğu neden suçlu bulduğunu söylesin ve 8 numarayı ikna etsin diye karar verilir. Bu soruya mantıklı gerekçelerle yanıt vermekte zorlandıkça, jüri üyeleri birbirlerinden ve kendilerinden şüphelenmeye başlarlar.
Önyargı bütün gücüyle savaşır vicdanla. "Kenar mahalledekiler böyledir" der çoğunluk. İçki ve sefahate düşkündürler, zevk için adam öldürürler ve asla düzelmezler. Dürüstlük nedir bilmez, sürekli yalan söylerler. "Ben onların ciğerini bilirim" diyen zihniyet, suçtan emindir.
İnsan psikolojisini de sorgular adamakıllı. Tanıklık edenlerin ifadelerindeki kesinlik masaya düştüğünde her bir tanık içinde ayrı bir çözümleme yapar.
Birinci tanık, yaşlı adamın da önyargı ile cinayetten emin olduğu için verdiği ifadeye inandığını söyler. Mahkemeye çıkmak, görünür olmak, söylediklerinin dinlenmesi hayata atacağı yegane goldür belki de. "Hiç kimse olmak son derece üzücü bir şeydir" repliği vurucu cümlelerdendir.
Diğer tanık, karşı evdeki pencereden cinayeti gördüğünü söylemiştir. Tartışmaların sonunda, kadının genç görünmek için gözleri bozuk olmasına rağmen gözlük takmadığını anlarlar. Yatakta yatarken gözlük takmasının da imkansız olduğunu fark ettiklerinde, bu tanıklığında önyargı ile, zaten işlemiştir diye yapıldığı ortaya çıkar.
Film, izleyici ile, çocuğun suçlu olup olmadığının tartışmasını yapmaz aslında. Filmin önermesi,çocuğun bulunduğu çevre ve koşullar gereği, var olan toplumsal önyargının gerçekleri görmeyi engellemesidir. Çocuk suçsuz bile olsa, onun suçlu olduğu konusunda herkes hemfikirdir.
Yoksullar, herhangi bir nedenle öbür tarafa düşmüş olanlar, suçludurlar. Dünyadaki adaletsizliklerin sorumlusu, sorgulayamayacak durumda olanlardır. Onlar ne zaman derin bir öfke ile başlarını kaldırmaya kalksalar, şiddetle cezalandırılmaları gerekenlerdir.
Öyle ya, yılanların başı küçükken ezilmezse, sonra onlarla nasıl baş edilir?SUÇLU der bu nedenle, bir şekilde kendini büyük resimde bir yere sığıştırıp üç beş kuruşluk düzenini bozmak istemeyenler. "Zaten onlar da öyledir." dediklerinde huzur uykuları sarar her yanlarını.
Yorumlar (0)