Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Abluka’yı Konuşmak Gerek

Abluka’yı konuşmak gerek. Emin Alper’in filmini. Çünkü nicedir olağanlaşmış bir olağanüstü halin, ilan edilmemiş bir savaşın ve doğru adıyla söyleyeceksek, aklımıza gelebilecek bütün açılardan ağır bir ablukanın içinde nefes almaya çalışıyoruz. Oraya buraya telaşlı ama amaçsız sürüklediğimiz cesetlerimizi ömre sayıyoruz.

Abluka’yı Konuşmak Gerek

Ben bu yazıyı yazarken Nusaybin’de bir çocuk daha öldürüldü. Bir çocuk daha. Sonra bir çocuk daha.
O fotoğraflar, yakın ama çok uzak bir coğrafyanın fotoğrafları. Savaş fotoğrafları. Cepheden. Bütün sertliğiyle. Buna rağmen bir cephe doktoru soğukkanlılığıyla bakıyoruz onlara. İnsanları burunlarından çeker gibi vicdanlarından çekiştirmeye çalışmak boşuna, artık anladık. Daha çok fotoğraf, daha çok haber; yetmiyor, bitmiyor. Nasıl bir görme ve haber açlığı çekiyorsak, bakmalara bir türlü doyamıyor; gün boyu dönüp dönüp hep o fotoğraflara bakıyoruz. Çok acı çeken insanların fotoğraflarına. Ne zamandır bize insanı tanımlayan tek şey acı çeken bir yüze eşlik eden bir beden. O kadar çok ölüm görüldü ki, akıl insanın böyle ölebileceğini, bu kadar çok, bu kadar kolayca, bu kadar kitlesel olarak ölebileceğini almaktan vazgeçmiş gibi. İnsan bir kez yerde sürüklendiğinde, biraz kuvvetli öpsen kan oturacak denli incinebilir bir beden ve o kırılgan bedenle tariflenen insan yavaş yavaş ya da belki de mide bulandırıcı bir hızla karşıtına dönüşüyor sanki. Haysiyetine saldırılan insan bedeni, kimbilir belki sadece hayatın düşmanlarının nezdinde değil, bizim gözümüzde de itibarını yitiriyordur. Kendi bedenimizden başlayarak baktığımız her yerde ceset görüyorsak, yeni bir ölüm bize ne ifade eder ki?

Ernst Jünger, bir zamanlar savaş ile fotoğraf arasındaki bağlantı üzerine düşünürken şöyle not düşmüştü: “Yürütülmesi için yüksek düzeyde teknik kesinlik gerektirmesi ile ayırt edilen bir savaş, arkasında

evvel zamanlarınkinden farklı ve çok sayıda belge bırakacaktır, ama fotoğraflar bilinçte gittikçe daha az yer kaplayacaktır.” Ve başka bir notunda fikri sürdürmüştü: “Fotoğraf çekme edimi duyarlılığın alanının dışında kalır. Teleskopik bir niteliği vardır; olayın hiçbir

şeyden etkilenmez ve incinmez bir göz tarafından

görüldüğünün farkına varırız. Bu göz merminin uçuşunu da, bir patlamada parçalandığı anda insanı da, yakalar.” Zira Jünger’e göre teknik araçlar ve fotoğraf “aynı zamanda kitleleri disipline etmenin” bir aracıdır. “Herkes” diye kehanette bulunmuştu Jünger, “birkaç dakikada bir, bir haber, bir uyarı ya da tehlikeden haberdar olmak durumunda kalacak.” Haberdar olma, acıyla ilişkimizi değişime uğratacak, dünya ile aramızda bir aracı olarak duran fotoğraf, merceğin incinmezliği ve bugün artık bu fotoğrafların servis edildiği, bunların paylaşıldığı sosyal medyanın ruhsuz ve yalnız kalabalığında üst üste düşecek. Nesneleşme süreci ilerledikçe dayanılabilen acı miktarı artacak, acı da zaten acı olmaktan çıkacak.

Belki de buna benzer sebepler savaş yorgunu Bloch’a şöyle yazdırıyordu: “baştan aşağı patlayan, baştan aşağı sarsılan bugün’de (...) insanlarda bir şey, daha doğrusu asıl şey eksiktir: yüzleri ve bu yüzü içeren dünya.”

Yüzleri yeniden bulmanın bir yolu tek tek o yüzleri kalabalığın içinde, sayıların içinde en baştan kurmaktır. Hikâyesini kurabildiğimiz her insan, bir yüze kavuşur. İçinde yaşayıp durduğumuz Abluka, sinema salonunun karanlığında bir perdede baştan kurulduğunda, o baka baka her detayını ezberlediğimiz ama nedense bir türlü kendi hayatımızın koşulu yapmadığımız o fotoğraflar nihayet yeniden görülebilir olacaktır.

Ölü fotoğraflarıyla gördüğümüz her insan geçmişini ve hikâyesini kaybeder. Yüzünü kaybeder. Sanki dünyaya bir ceset olarak gelmiştir de, ölü olmaktan başka bir sıfatı yoktur. Şimdi filmin sonuna yaklaşırken, altyazılarda gördüğümüz “çatışmada öldürülen terörist”in bir hikâyesi vardır. Ahmet’in belediyedeki amiri ve yaptığı itlaf işi ile eve aldığı köpek arasında, kazıyıp durduğu duvar ile kanepe arasında, kapı zili, köpek havlaması ve saat alarmı arasında kurulmuş şahsi ablukası; art ardaiki ağabeyi tarafından ve çocuklarını alıp giden karısı tarafından defalarca bir başına bırakılmış Ahmet’in terk edilme öfkesi, korkusu; eve karmaşık duygularla aldığı köpeğinin evden kaçıp sonra geri dönmesine verdiği tepkide, onu bağlayışında, eve kapayışında, hatta eve gömmesinde, bir yüze, allak bullak da olsa bir ifadeye kavuşur. Eski mahkûm, yeni “istihbaratçı” muhbir Kadir’in, itibarsız ihbarlarıyla kontra faaliyetlerin, hapishaneye dönme tehdidi ile zaten fazlasıyla içeriye benzeyen dışarıda kalma koşulunun, kardeş kanı ile komşuluk hukukunun, yakınlığın sıcaklığı ile kösnül arzunun, güvenin ve ihanetin, kuvvet vehminin ve ağır yenilginin arasındaki kuşatılmışlığı; beline bıçağı takıp emniyetteki amiri Hamza’yı öldürmeye gitmesinde bir ifade edinir. Artık bir yüzleri vardır. Kuru kalabalığın görünmez insanları değil, gözümüze takılan, belki de batan yüzleridir. İstesek de bir an bile gözümüzü ayıramadığımız yüzler... Hikâyeleri belirginleştikçe yakın plan fotoğrafları zihnimize kazınır. Aylardır ülkenin doğusundaki irili ufaklı yerleşim bölgelerinden gelen haber ve fotoğraflarıyla sıkıyönetimler, ablukalar, çatışmalar, cinayetler, filmin zihnimize kazıdığı bu fotoğrafların içinde bulur anlamını. Abluka altında yaşamanın ne olduğunu ilk kez anlamış, bir adamla köpeği arasındaki tuhaf ilişkiye bakarken kendi ablukamızın sınırlarına nihayet kendi ellerimizle dokunmuş gibi oluruz. Yüzümüzle birlikte aklımızı kaybetmemize yol açan bir felaketin ortasında durup bir filmi izlerken, bize hiç benzemeyen insanların kâbusu gerçeğine karışmış hayatlarında, durdu sandığımız nabzımız atmaya başlar.

Bir başkasıyla yüz yüze durmadıkça bir yüzümüz olmayacak. Sinema salonundan çıkarken göz göze geleceğiz tanımadığımız insanlarla. Yüzlerine bakacağız. Yüzümüz olsun diye. Sinema bize bunu yapacak.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış