Bu yazıda söylenen şey, yazının temel düşüncesi ve iletmeye çalıştığı, bizim daha “Yeni Başlayanlar için Ankara” sayılarımızı/ sayfalarımızı ilk defa oluşturmaya çalıştığımızda bulduğumuz bir şey, vardığımız bir sonuçtu. Aynı sözcüklerle ve aynı formülasyonla söylememiştik gerçi, ama vardığımız sonuç aynıydı.
Bu yazı öyle bir şey yapıyor ki, bu fikri, adeta eski deyimle “haddeden geçirerek” kristalize ediyor ve son derece yoğun, ama o derecede parlak ve güzel bir ifadeyle özetliyor:
“Ankara diye bir şehir yoktur. Ankara diye insanlar vardır.”
Evet, bu kadar kısa ve net.
Şimdi yazıyı okuyalım ve üzerinde birazcık düşünelim:
[Metinde sadece, internette gezmekten oluştuğunu düşündüğümden bazı hataları düzelttim. (aa)]
Hani cümleler vardır, olmadık bir yerde bam telinizden yakalar, yüreğinize dokunuverir aniden. Bir arkadaşım bana mesaj attı geçenlerde, “Aklıma sen geldin” diye, ekinde de bir yazı:
“Ankara diye bir şehir yoktur. Ankara diye insanlar vardır.”
Var ya... Can evimden vuruldum resmen. Nasıl da yerinde bir ifade! Doğru.
Ankara diye insanlar vardır.
Ve o insanlar, güven demek, sahicilik demek, vicdan demek, merhamet demek, birlik beraberlik, kenetlenmek demektir. Huzur demektir. Neşe, coşku, ferahlık, aidiyet demektir. Ya da benim aklıma ilk bunlar geliyor. Çünkü benim Ankaralarım öyle.
Nedense sonbahar geldi mi daha çok özlüyorum memleketimi. Ekim yumuşak geçer, gündüzleri ılık, geceler serin.
Ankara’m, kasım geldi mi kasımpatı kokar. Kokusu yoktur ki dersiniz şimdi. Bir çeşit vardır kokusu, kasımlarda Atatürk kokar Ankara. Anıtkabir’in yolları, yolundaki aslanları, o yolda yürüyen Ankaraları gelir gözümün önüne.
Kış dedin mi közlenmiş kestane kokar, o simsiyah is kokusuyla karışık. Yahu insan is kokusunu sever mi dersiniz. Memleketim gibi kokunca sever işte.
Ankara’lar, ellerinde birer kese kağıdı, içinde kabuğu kömür olmuş kestanelerle, bir taraftan parmakları yana yana ayıklayıp yerken, sokaklarda söyleşe gülüşe yürürler. Ayıkladığınızı yanındakine verirsiniz, o da kendi ayıkladığını size ikram eder. Birbirinizi doyurursunuz yani.
Ayazı fenadır. Burnum donup kopacak, yerlere düşecek, yüzümden ayrılıverecek dersiniz. Elleriniz uyuşur soğuktan. Kulaklarınızı hissetmezsiniz, o kadar yani.
Ama girer bol tarçınlı bir salep çekersiniz kendinize. Canına yandığımın salebi de ılınmak bilmez bir türlü. Varsın diliniz bir güzel yansın. Bir dost muhabbeti ile salep birleşti mi, tadına doyum olmaz.
Kar yağdı mı harbiden yağar. Öyle İstanbul’daki gibi yere düşen kar eriyivermez. Sözünün eri yiğit gibi düştüğü yere yapışır kalır. Bilek boyu oluverir kaşla göz arasında. O tertemiz kar, ilk bastığınızda bir gıcırdar, bir gıcırdar, öyle güzel sestir ki o.
İşte bu yüzden karla ilgili çok anısı vardır Ankaraların. O
konuyu açmayagörün, askerlik hatıraları gibi anlatır dururlar; susturamazsınız.
İstanbul gibi gezip tozacak yeri fazla yoktur. Ankara’da hayat dostluktan ibarettir o yüzden.
Bir program yapacaksanız özünde “insan” vardır.
Yani, Ayşe ile buluşacaksanız, amaç Ayşe’yi görmektir, gideceğiniz yer, sadece teferruat.
İstanbul’a ilk taşındığımda hayret etmiştim.
Önce mekan seçiliyor, misal, Boğaz’da kahvaltı; sonra kimlerle gidileceği belirleniyor..
Yani asıl amaç Boğaz’da kahvaltı.
Ayşe gelmezse Fatma aranır, yeter ki Boğaz’a gidilsin.
Masaya otururken genelde denize bakacak şekilde oturulur, mümkünse yan yana da dizilebilir, yeter ki deniz görünsün.
Bir gün baktım ki, sırtını denize dönüp oturan bir tek biz Ankaralarız. Denizi sevmediğimizden değil ha, dostluğu ilk sıraya koyduğumuzdan.
Keza sabah kahvaltısı diye buluşup gazete okumak da beni ayrı şok eden bir şeydi. Ankara’da da gazete var kardeşim, ama biz evde okuruz onu. Madem denize bakarak gazete okuyacaktın, beni niye çağırıyorsun?
Diyeceğim o ki, yalnız değildir Ankara insanı. Etrafı illa ki dostlarla çevrilidir.
Akşam gittin, bir kargacık burgacık meyhanede iki tek rakı mı içtin, herkes birbirini eve bırakır, kendi giden varsa mutlaka sağ salim vardın mı diye aranır.
Seyahate mi çıktın, giderken arar veda edersin, gelince arar, ben geldim dersin. İster iki gün git, ister iki ay. Birileri vardır mutlaka senin yolunu gözleyen.
Hastasın diye programlar iptal edilmez. Program senin evinde yapılır. Toplaşılır gelinir, hasta yatağının başında muhabbet edilir. Sen uyuyakaldıysan, fısıldaşarak çıkarlar odandan. Uyanınca onları yine evinde, yanı başında bulursun, sen uyurken güldükleri şeyleri anlatırlar, sen de güler ağrını, tasanı unutursun.
Önceden planlanmaz her buluşma. Bir akşamüstü, fırından yeni çıkmış esmer, kavruk, çıtırık Ankara simidini alırsın, telefon
edersin, “evdeysen sana geliyorum.” demen yeterlidir. Eski
kaşar, demli çay eşliğinde seni bekliyor olur Ankaraların. Herkes birbirini arar, müsait olan kim varsa doluşur eve. Öyle ikram derdi yaşanmaz. Beraber yumurta kırsan, bir menemen, bir bulgur pilavı attırsan, en şahane ziyafet niyetine mohmoh yenir.
Sevincinde sırtını sıvazlayanın, üzüntünde gözyaşını silenin dolar etrafına. Dedim ya, Ankara yalnızlar şehri değildir.
Ben Ankara’dan taşınalı tam 18 sene olmuş. Laf aramızda son gidişlerimde hep üzüldüm.
Çünkü şehir olarak, şekil olarak Ankara benim bıraktığım Ankara değil.
Çocukluğumun, ilk gençliğimin geçtiği yerler, Kızılay, Tunalı, Mithatpaşa, Bahçelievler, Çankaya, öksüz kalmışlar sanki. Herkes şehir dışında yaşıyor.
Şehre eğer Ulus tarafından girmezsem, kendimi Ankara’ya girmiş gibi hissetmiyorum.
Tunalı’da Flamingo kapanmış, salebimi nerede içeceğim diyorum. Merkez Lokantası kapanmış, Anneler Günü’nü nerede kutlayacağız, o mavi kutularda mis gibi süt kokan dondurmaları nereden alacağız diyorum, Vakko kapandığından beri Kızılay ucubik bir yere dönüştü benim için.
Ne bileyim, Ankara sanki o 80li -90lı yıllardaki haliyle beynimde bir dosya gibi “save edilmiş”, ama yerinde yeller esiyor.
Sonra bakıyorum şöyle etrafıma. Şükürler olsun, “Ankaralarım” yanımda diyorum. Benim için Ankara artık onlar diyorum.
Derler ki, her Ankaralı, İstanbul’a geldiğinde, kendi küçük Ankara’sını kurarmış.
Ben nerede olursam olayım, ister Türkiye’mde, ister dünyanın öbür ucunda, o ahretlik Ankaralarım var olduğu sürece benim sırtım bu dünyada asla yere gelmez diyorum.
Ankara diye bir şehir yok artık gerçekten.
Ankara diye insanlar var.
Doğru.
Ben nerede olursam olayım, ben Ankara’yım. ANKARA ANKARA GÜZEL ANKARA ve ANKARALILAR “
Tekrar düşünüyorum: Bir kenti nasıl algılarız (ve elbette Ankara’yı da nasıl algılıyoruz?) sorusuna yanıt bulmaya çalıştığımızda, yaptığımız hep, şu noktaya gelip dayanmak oluyordu: Bir kenti (“kent” bir coğrafya terimi olarak ele alındığında) mekansal (fiziksel) ve toplumsal (belki bu “sosyal” sözcüğüne sosyal psikolojik ve psikolojik boyutlar da ekleyebiliriz?) olarak algılarız ve çözümleriz.
Ama yukarıdaki ifade, bu tanımı değiştiriyor. Fiziksel olanı ayırıyor ve sıfırlıyor. Hatta toplumsal olanı da indirgiyor ve sadece psikolojik bir boyuta (sadece kişiler, sevdiğimiz kişiler, dostlarımız ve dost ortamının kestane kokan sıcaklığına) indirgiyor ve orada bırakıyor. “Ankara diye bir şehir yoktur. Ankara diye insanlar vardır.” diyor. Kent, mekanıyla ve her şeyiyle eriyor ve aklımızda sadece Ankaralılar, bizim Ankaralarımız kalıyor. Bir mekan olarak değil, bir dostlar topluluğu, bizi
can evimizden vuracak kadar sevdiğimiz, sevgileri her daim burnumuzda hasretle tüten insanlar olarak Ankara...
Oysa kentlerin daha çok bir simgeler yarışı içinde olduğunu, “markalaşmak” için birbirine göre daha görkemli bir biçimde hatırlanabilir biricik fiziksel özellikleri neyse, bunu ön plana çekerek, akıl çelen bir sembolle anılmak istediğini biliyoruz: Paris: Eiffel Kulesi, Londra: Big Ben, Berlin: Brandenburg Kapısı, Roma Colleseum, İstanbul: Ayasofya vb. Peki Ankara ne, ya da kim? En yakın dostlarım. Onlar benim Ankaram. Ama, diyelim ki, Çankaya’daki döner kule değil, Ankara Kalesi değil, Anıtkabir değil. Hiç biri olamaz zaten, o ancak, canlı ve sıcak, kestane kokan bir insan olabilir... Bizi can evimizden vuracak kadar sevdiğimiz...
Bu tür bir değerlendirme, belki de sadece Ankara’ya özgü bir değerlendirmedir?
Belki de ta en başından beri, Cumhuriyet Ankarası'nın “modernleşme” çağlarında ve daha sonra İMG dönemindeki “post modernleşeme” çağlarında, farklı nedenlerle de olsa, bu hep böyle oldu. Ankara, bir türlü benimsenebilen bir coğrafya mekanı olmadı, olamadı. Hep sevdiğimiz insanlar, sıcak arkadaş toplulukları olarak kaldı. Bir yanı (mekanı) eksik bir yer. Ama umurumuzda değil. Çünkü kentin asıl özelliği olan ve onu bir”yer” yapan özelliği, arkadaşlarımızın sıcaklığı, arkadaşlığı.
Ve onun bize verdikleri de o kadar fazla ki, bu da, başka hiçbir kentte bulunmayacak bir şey...
Bir Ankaralının (dostlarına/arkadaşlarına, çevresine, içinde bulunduğu küçük topluluğa) verdiğini, bir İstanbullu veremez, İzmirli veremez, Parisli, Londralı, New Yorklu veremez. Belki hatta Diyarbakırlı bile veremez. Onu sadece bir Ankaralı verebilir ve Ankara’yı da Ankara yapan özellik budur. Bu Ankara’ya özgü bir durumdur ve kentin de kurucu ögesi burada bulunur.
“Ankara diye bir şehir yok artık gerçekten.”“Ankara diye insanlar var.”
Bu düşüncenin tartışılabilecek, hatta gördüğünüz gibi, “tehlikeli” yönleri de var. Bu bakış açısına göre, İMG kente ne yaparsa yapsın, kent ne kadar küreselleşmeye doğru değişimler geçirerek eskiden kalma imgeler yaratan o küçük fiziksel özelliklerini (“landmark”larını) bir bir kaybederse kaybetsin, o artık bizim kafamızın içinde “save edilmiş” bir yerde durduğu
ve buna da kimse erişemediği ve kimse bu Ankara’da tahribat yaratamadığı için, pekde bir sorun kalmıyor ortada...
Bütün bu savların, belki 19. YY.'ın başından beri Rus edebiyatında, ya da 1940’lardan beri Sabahattin Ali ve çağdaşlarında sıkça gördüğümüz, bir semaverin başına toplanmış ve taşraya sıkışmış entelektüel ile ilgili bir yönü vardır? Ya da, dünya başkentlerinden birinde yaşadıktan sonra taşraya gelen (hatta daha sonra oradan taşra anılarını da alarak tekrar göç etmiş bile olabilir) bir aydın sıkıntısından ibaret olduğunu da düşünebiliriz pekala...
Bilmiyorum, dünyanın diğer yapay başkentleri için de, Brezilya’da, ya da Avusturalya’da veya Güney Afrika’da, (Petersburg’u birçok nedenle dışarıda tutuyorum elbette) benzer bir edebiyat ya da folklor gelişmiş midir? Ankara’nın, mekanlarıyla da bir “şehir” olarak anılmayıhak ettiği dönem, belki bir tek 1940-1960 (en fazla 1970) arası için düşünülmüştür. O sıralarda İstanbul henüz kendisini toparlayamamış
aşamada, yangın sonrası İzmir gelişmesinin belki emekleme dönemlerinde ve Ankara’da, tutarlı ve hızlı bir biçimde yürütülen “modern(leşme)” programının meyvelerini topladığı/doruklarına ulaştırdığı ve modern karşıtı bir ideoloji tarafından ezilmeye başlanmadığı bir dönemdeydi.
Oysa bugünkü Ankara’yı mekansal olarak anlatmak/ simgelemek için düşünülebilecek hiç bir şey kalmadı. Kent mekanı, kimsenin anlam veremeyeceği bir “ucubeye” dönüştü (bu sözcük gerektiğinde kullanılabilmeli ama Mehmet Aksoy’un başına gelenlerden sonra kullanabilmek ne kadar zorlaştı).
Evet, gerçekten öyle galiba: Ankara dediğimiz büyük nüfus yığılması, mekanda ilgi çekecek bir şehir oluşturabilme arayışını da, kısa bir süreyle yakalayabildiği nitelikleri de kaybetmiş gibi. Herkesin kendi Ankaraları var artık; tanıdığı ve sevdiği insan yüzlerinden yapılmış... Bugünün saraylı ve robokoplu kentini görmek bile istemiyoruz.
Yorumlar (0)