Türkiye’de kentlerin güvenliği açısından bir sıralama yapılacak olsa, Ankara en başta gelen kent olur. Diyelim ki, Diyarbakır, ya da Hakkari, ya da başka bir Kürt nüfus yoğunluklu kent, en sonlarda gelir. Ankara çok güvenli bir kenttir. Öyle ki, devletin haberi olmadan hemen hemen hiçbir şeyin yapılamayacağını kabul etmek zorunda kalan herkes, daha rahat nefes alacağı yerler bulmak için, başka barınacak kentler-yerler ararlar.
“Güvenli kent Ankara”, giderek “güvenliğin - (açık ve gizili) istihbaratın kenti Ankara"ya dönüşmüştür.
“Güvenlik” diye bir tek sözcükte geçtiğimiz kavramı biraz açacak olursak, kimin güvenliği, kim tarafından sağlanacak güvenlik, güvenliği sağlamak için ne tür düzeneklerin-yöntemlerin oluşturulabileceği vb. gibi konulara da değinmek gerekecektir. Türkiye’de düzenlenmiş olan tüm anayasalarda, “güvenlik” kavramı ele alınır ve tanımlanırken, sık sık “devletin bekası” olarak dile getirilen “devlet güvenliği” her değerin üzerinde tutulmuştur. Bu nedenle de devletin yurttaşı ezmesi, icabında gerekli ve makul bir tutum sayılmış, anayasalar bu anlayışa göre düzenlenmiştir. İşte bu anlayışla, devletin gizli veya açık “yurttaşa karşı korunma” düzenekleri geliştirmesi de yasal/ anayasal olarak tanımlanmış, her zaman gözlemlenebilen bir duruma dönüşmüştür Türkiye’de.
Bu durumda, “kimin güvenliği?” sorusuna verilebilecek yanıtları şöyle düşünebiliriz: Ankara’da güvenlik, hatta aşırı derecede güvenlik, esasta bir tek özne için geçerlidir: Devlet. Ankara, devlet bakımından güvenli bir yer olmak zorundadır. Aslında bu anlaşılır bir durumdur belki de; devlet bütün bürokrasisini, politikacılarını, diplomatlarını vb. korumak zorundadır ki, bu organlar ve kişiler işlevlerini rahatça yerine getirilebilsin.
Güvenlik işlevinin halkı da kapsaması (hatta sadece halkı kapsaması) gerektiği düşünülebilir. Ancak toplumun güvenlikle ilişkisi, Türkiye’de her zaman şöyle kurulur: Devlet, halkı yönetmek için, onun öncesinde var olduğuna göre, devleti korumak zaten, toplumu da (zararlı her türlü fikir ve eylemden de) korumak sayılır. Dolayısıyla toplumun korunması, hem öncelikli değildir, hem de kimi zaman gerekli değildir.
Güvenliğin kim tarafından sağlanacağı sorusunu yanıtlarken de, bildiklerimiz çerçevesinde, devletin polisi, gizli polisi ve milli istihbaratı yanı sıra güvenlikleri açısından istihbarat toplaması kaçınılmaz olduğu düşünülen birçok devlet kuruluşunun güvenlik birimlerini, klasik tanımın içine alabiliriz belki. Ama sorunun Ankara için yeteri kadar yanıtlandığını söyleyemeyiz hala. Varlığı bilinip duyumsandığı halde, devletin açıklamadığı, “gladio” veya “derin devlet” türü başka devlet aygıtlarının varlığını da, yukarıdaki listeye eklemek gerekir.
Özetlersek, Türkiye’de her yer için geçerli, ama Ankara için daha fazla geçerli olan düstur şudur: Korunması gereken, bütün aygıtlarıyla, sadece devlettir. Devlet de kendisini korumak için, yasalarla tanımlanmış olan (ve olmayan) araçları ve yöntemleri kullanabilir/ kullanmalıdır.
Ancak yine de, topluma karşı saldırı ve katliamların, güvenlik, hatta devlet güvenliği işlevi dışında kalması kabul edilemez/ edilmemeli. O zaman Ankara katliamını nasıl açıklayabiliriz? Katliam devlet tarafından yapılmamış olsa bile, katliamın yapılabilmesi için gereken ortamın hazırlanmasına göz yumulmuş olabilir. Burada da, iki olası açıklama söz konusu olabilir: Birincisi, katliamın devletin bilgisi çerçevesinde yapıldığı; ikincisi, devletin bu tehdidin oluşması ile hiç ilgilenmemesi, toplumun bu kesimini korumayı hiç üstlenmemesi. İkinci olasılığa göre devlet, toplumun (özellikle de toplumun devlet tarafından onaylanmayan/ devlete muhalefet eden kesimlerinin) korunması işlevini tamamen sorumluluk alanı dışında görmüş olabilir.
“Bu olgular, devletin güvenlik güçlerinin asıl hedefinin her zaman, devletin politikasını onaylamayan ve barış isteyen topluluklar olduğunu, topluluk saldırıya uğradıktan
sonra bile, devletin konumunun değişmediğini, ya da değiştirmemeye hazırlıklı olduğunu göstermektedir.”
Belki üçüncü bir almaşık açıklama olarak; devletin, güvenli bir miting ortamının hazırlanmasını istediği halde gerçekleştirememiş olduğunu, güvenlikle ilgili yeteneklerinin bu katliamı engellemeye yetmediğini, bu saldırı karşısında aciz kaldığını, düşünebiliriz. Ancak, bu düşük bir olasılık gibi durmaktadır. Devletin “istediği halde katliamı engelleyemediği” seçeneğini, saldırının hemen ertesinde polisin, ölü, yaralı ve sağ kalmış protestocuların üzerine gaz bombalarıyla saldırması, basınçlı su sıkması, ambulansların açıklanamayacak kadar geç gelmesi vb gibi kanıtlara bakarak eleyebiliriz. Üstelik, Ankara gibi boğucu derecede güvenlikçi bir kentte, devletin bu saldırı hakkında hiçbir istihbaratının olmaması inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Bu olgular, devletin güvenlik güçlerinin asıl hedefinin her zaman, devletin politikasını onaylamayan ve barış isteyen topluluklar olduğunu, topluluk saldırıya uğradıktan sonra bile, devletin konumunu değiştirmediğini, ya da değiştirmemeye hazırlıklı olduğunu göstermektedir.
Bütün söylenmiş olanları özetleyince, bu katliamın Ankara kadar yüksek güvenlikli bir kentte olanaksız olduğunu kabul etmek zorunda kalıyoruz. Devlet (hatta bence hiçbir şeyden haberi olmayan ve elinde hiçbir kontrol gücü tutmayı başaramayan hükümet ve başbakan bile değil), bu katliamın sorumlusudur. Ancak bütün karmaşıklığı ve katmanları ile “Devlet” hukuki olarak sorumlu tutulamayacağından, yine de devleti kontrol etmesi ve yönetmesi beklenen hükümet, sorumlu tutulabilecek tek yapı gibi gözüküyor.
Hükümetin sorumlulukları, ancak politik bir mekanizmayla, seçimlerle, toplum tarafından sorgulanabilir ve yetkileri/ iktidarı geri alınabilir. Hükümet üyelerinden ve eğer buna yetecek güç oluşabilirse devletin sorumlu birimlerinden ve kişilerinden hesap sorulabilir. Bu durumda, önümüzdeki soru, Türkiye’de yaşayan toplulukların, bu katliamla ilgili sorumlulukları nasıl değerlendireceğine bağlanmaktadır. Acaba seçmenler, bu katliamı nasıl değerlendiriyor?
Yorumlar (0)