Onu otobüse binmeden evvel aramak istedi. Kapattı. Tekrar aradı. Uzun uzun çaldı telefon. Harem'in bu kalabalığında zaten açsaydı telefonu, sesini bile duyuramayacağını düşündü. Kapattı. Aklına biraz sonra otobüse binip Ankara'ya gidiyor olmanın mutluluğu geldi. Onu aylar sonra görecek olmanın sevincini içinde öyle bir yaşadı ki, patronundan yarım gün izin almak için çektiği güçlüğü hatırlamak bile, bunu gölgeleyemedi. Adamın karşısına çıkıp "Ankara'da sevdiğim birisi var, eğer izniniz olursa..." Duraksadı. Patronuna, “Akşam hastanenin iş çıkışı saatinde karşısına dikilip ‘Ben geldim.’demek istiyorum”cümlesini içinden geçirip de söyleyememesinin üzerinden henüz saatler geçmişti. Üsküdar'daki çay bahçesinde denize bakarken onu düşündüğü vakitlerin üzerinden henüz bir şey geçmedi.Peronlarda yolcu kalmasın anonsu ile yüreği güm güm ata ata otobüse bindi. Bu şehirden hareket etmek, ancak ona doğru gittiği için anlamlı olabilirdi diye düşündü. Onsuzluklarını o kadar çok dolduruyordu ki bu şehir ya da İstanbul eşliğinde
Oonu tahayyül etmek o kadar güzeldi ki, bir umudunu kaybetse sanki kendisine aşılanacak diğer bir umudu var gibiydi.
Bu şehir hep, "ben senin imdadına yetişirim" der gibi baktı ona. En karanlık zamanlarda, belki tam düşecekken, Süleymaniye tuttu elinden, Kız Kulesi girdi kollarına, Burgazada kulağına fısıldadı, Ortaköy yüreğinde havaifişekler patlattı, Süleymaniye ilerletti yeniden. Karış karış yürüdüğü semtleri orda doğmuş büyümüş yaşlı bir İstanbul tarihçisi gibi gezerken yorulmadı hiç. Bu şehre yorulmadan şiirler yazan şairleri çantasında taşıyıp, duvar diplerinde okurken de şairleri alıp Kanlıca'nın tepelerine tırmanırken de mutluydu. Taşlarına elini yüzünü sürterek sevdiği haftasonları da oldu İstanbul'un, sahil boylarında kayaların üzerine çıkıp, çukurlara girmeden adımladığı vakitleri de. İçinde topluca ona götüreceği şeyleri koparıp koparıp vapurdan yükseklere fırlatırken de seferdeydi, tutturamadığı martıların duha zamanına ses verdikleri saatlere uyandığında da.
Otobüs terminalden ayrılırken "Bir gün bu şehirden gidersem denizin kokusunu alır da giderim" diye geçirdi içinden. İki kelimelik cevaptan sonra, otobüsle birlikte yorgun gözleri de bıraktı İstanbul'u: "Aşti'de ineceğim."
"Bir gün baktım ki, sırtını denize dönüp oturan bir tek biz Ankaralarız. Denizi sevmediğimizden değil ha, dostluğu ilk sıraya koyduğumuzdan." eski bir Ankara aşığı Kuzenine "Abla, akşam İstanbul'a gitmek için bilet aldım, annemlere söyleme olur mu?" dediğinde, hastane kantininden işyerine doğru ilerliyordu. Bahçede en sevdiği çiçekler sağlı sollu sonbahara veda ederken gözlerinde hafif bir gülümseme belirdi. Sonra bu gülümsemeyi kuzeninin "Bu ilişki düzelmez, boşu boşuna gitme" cümlesi kaygıya dönüştürdü. İşyerinin kapısından içeriye bu kaygıyla değil, akşam yola düşüyor olmanın mutluluğu ve heyecanıyla girdi.
O kadar alışmış, benimsemişti ki bu şehri dostlukları, arkadaşlıkları; başka bir yerde bu kadar güzel, mesela sevdiğini bu kadar içli sevemeyeceğini düşündü. İnsanlarla arasına şehre ait hiçbir şeyin girmemesi, kendisini insanlara karşı hep diri tutuyordu. Bir dostundan kopsa Ankara onu başka bir dostuna buyur ediyordu sanki. Bu şehir kendisi için bir şey istemiyordu. Gel dolaş diyordu Kızılay, gel dokun diyordu Ulus, gel uçur Kuğulu, gel öpüş Kurtuluş.
AŞTİ'ye gitmek üzere Kurtuluş’a kadar yürüdü iş çıkışında. Kurtuluş'a vardığında bir bankın üzerine oturdu.Vakit vardı. Hiç olmadığı kadar, bu şehri düşünecek vakti de vardı. Buraya, bir insana senelerce alışmış birisi gibi alıştığını, buranın da bütün anılarını kolayca sakladığını, o anılara rahatlıkla ulaşabileceğini... Her köşesine kendisinden, her köşesinden kendisine değenleri anımsadı sonra.
Terminalin giden yolcu peronunda otobüse binmeden son bir sigara yakacakken telefonu çaldı. Ağzında henüz yanmamış sigara, sağ elinde ateşlenmemiş çakmağı, telaşla çantasında çalan telefonu bulmaya çalıştı. Uzun uzun çaldı telefon. Zar zor buldu. Üniversiteden bir arkadaşı arıyordu.Tam açtı. Kapandı telefon. Peronlarımızdaki yolcularımızın dikkatine bir anons girdi araya. Önemle rica olundu. Otobüslerdeki yerlerimize oturma vakti gelmişti...Arkadaşını tekrar arayamadan otobüse bindi. Ankara'dan İstanbul'a doğru, yüreğinde sürekli ayrılıp ayrılıp da bir türlü bir araya gelemeyen sevdiğinin yüzü, elinde yerine oturduktan sonra az önce arayan İstanbul'daki arkadaşını aramayı unuttuğu telefonu, dışarıda sürekli bir gidip bir gelen yolcu otobüsleri. Yola düştü. Ankara'dan ayrılık, sevdiği adamdan ayrıldığı anlar kadar zordu. Barışmaya gidiyordu.
Türlü türlü şehirlerin türlü türlü hikayeleriyle hemhal olmuş şehir insanının yaşadığı yeri, bir başka yerle tokuşturması yeni değildi sanırım. Galipliği neyle tarttığımız, kavuşmaları neyle benzettiğimiz, şehirleri neyle ölçüp neyle biçtiğimiz de tam olarak belli değil. Bir trafik mevzusuyla açılıp bir tabela sorunuyla kapanan, bir denizin varlığı ile yokluğu arasına sıkışmış şehir telakkilerimiz. Artık "alışmak" dediğimiz o son tahlil kendi zaferini şehir turları atarak kutlamaktan bitap düşerken, hala yaşadığımız şehrin içimizdeki ligde kalması için "bir başka şehirle mukayese" seçeneği daha ağır basıyor galiba. Kimin hangi şehirde acılandığı, hangi şehirde müjdelendiği ya da meçhullendiği boşalıyor da boşalan yerler kuru bir şehir yarıştırmasıyla dolduruluyor. İnsanın yerini, büyüklenmiş bir Ankara ya da görkemleştirilmiş bir İstanbul alıyor. Tarih meraklandırmıyor sadece okunan bir şey haline geliyor. Mekanlar, yaşanılan değil gidilen yerlere dönüşüyor. Medeniyetler boyunca ömürlerini zaten savaşlarla geçiren şehirler, şimdilerde "kardeş" denilerek kardeş yapılıyor. Bir gün herhangi bir sebepten nakil olma ihtimallerimiz bile, kavuşturmuyor bu şehirleri birbirine. Ne biz kavuşabiliyoruz belki ne şehirler birbirine.
Ama içimde hep bi deniz kokusu.
Yorumlar (0)