Ankara kentini anlatanlar, sadece bu romanlar değil, elbette. Ancak editör bu yedi romanı seçmiş. Bu romanları, Ankara kenti bakımından dönemleştirirken belki şöyle bölümlenmeler yapabiliriz:
- Çetin koşullarda var olmaya/ başkent olmaya çalışan kent: Karaosmanoğlu’nun ve Sabahattin Ali’nin roman kahramanlarının kenti.
- Kendini gerçekleştirmiş, ancak organik canlılığı
pek de oluşamamış, yapay kalmış, bürokratik, ama içinden kıvılcımlar da çakabilecek bıçkın delikanlıların belirmeye başladığı, Soysal’ın, Ağaoğlu’nun ve İnci Aral’ın Ankara’sı.
- Artık kentin “geneli” ile iddiaların bir tarafa bırakıldığı, kendine özgü küçük dünyalarla yaşanabilir bahçeler yaratmayı başarmış bireylerin ya da minik toplulukların roman kahramanları olduğu Serbes’in ve Bıçakçı’nın Ankara’sı...
Ben de roman kahramanlarını, dergide yayınlandığı sıra ile değil de, bu sıralama ile ele alacağım.
Başkentin şafağındaki Ankara
Güneş Taşkın; “Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Ankara”
Roman kahramanlarından biri olan Neşet Sabri Bey
ile başlıyor deneme: Neşet Sabri için “inkılabın onun hayatında bıraktığı etki, daha çok fikren özgürleşmek”. Ama bu düşünce, hemen arkasından ona bir misyon yüklüyor: “Çevresini özgürleştirmek.” Ankara’nın 1930’lu yıllarının (belki o yıllarda hiç yapılmamış olan) en güçlü tartışması bu olsa gerek: Özgürleşiyor muyuz? Gerçekten özgürleşiyor muyuz, yoksa geçmişin ve geleneğin birçok bağından ve yükünden kurtulurken, başka bir ideolojinin tutsakları haline mi geliyoruz?
Ve bu yeni bir biçime kavuşmuş ve kuşkusuz mahcup bir biçimde Batılılaşmış, modernleşmiş tutsaklığı, bize özgürleştiğimizi zannettiren bu “özgürlüğü” çevremize yayarken, çevremizdekileri de, gerçekten özgürleştiriyor muyduk? Yoksa yabancılaştırıyor / yabancılaşıyorken, yeni ideolojiye tutsaklaştırmanın propagandasını mı yapıyorduk?
Romandaki sorun, Ankara’da oluşmaya başlayan bu uçurum. “Yeni hayat tahayyülü” ile “halkın” arasındaki uçurum... Ancak, roman kahramanının kurduğu eleştiri, daha çok, “göz kamaştıran mide bulandırıcı fazla ışıltısı” içinde yaşayanların (Hakkı Beyin ve onun gibilerin), “birlikte tasavvur edilmiş inkılabın hiçbir zaman hayatın dış şekillerini değiştirmek manasında” olmadığını anlamamasıyla ilgili. “Batılı medeniyetlerin her yönden olumsuz tüketme ve üretme şartlarını”, kendisine aynen uygulamaya çalışmasıyla ilgili. Bu, halkçı bir eleştiri ve Karaosmanoğlu, Ankara’nın yukarıdaki sınıflarına bakarken ve eleştirirken haklı belki, ancak “halka” yani “özgürleştirmek istediklerine” bakarken, Ankara’nın “olumlu” kahramanlarının, ne kadar ideolojik ve buyurgan bir konumda olduğunu hiç hesaba katmayan bir tutum içinde...
Rukiye Akkaya Kia; “Sabahattin Ali ve Kürk Mantolu Madonna”
Aslında bu bir Ankara romanı olmadığı gibi, Raif Efendi de, Ankaralı değil, Havran’lı. Zaten “şehrin bittiği yerde” oturuyor. Yaşamını bir yük gibi sürdüren, yılgın biri... (Belki de gelecekteki Ankara bürokratlarının prototipi olarak yazmıştır Sabahattin Ali?)
Bu romanda Ankara, sanki yalnızlığın, içe dönüklüğün, izolasyonun ve sevgisizliğin ya da sevememenin bir dekoru gibi işlev görüyor. Ankara da, bürokrasi içinde hiçleşmiş ve sop-soğuk duran roman kahramanı Raif için, mekansal ve sosyal bir çevre oluşturmak üzere düşünülmüş gibi soğuk, acımasız, alaycı ve küçümseyerek insanı hiçleştiren, bürokratik bir çevre. Ankara, bu romanda, sadece bu özellikleriyle yer alıyor gibi...
1950-80 arasındaki “orta zamanlar” Ankara’sı Bu roman da, elbette, Ankara’nın değil, birey olmanın, özgürleşmenin ve kadın olarak eşitlik arayışının romanı. Ankara ancak bir benzetim, metafor olarak var bu anlatıda.
Ayşe Akaltun; “Adalet Ağaoğlu ve Ölmeye Yatmak”
Ankara’ya yöneltilmiş olan eleştirinin, belki, gerçekte sadece mekanlarıyla modernleşen (belki buna “dış görünüşüyle ya da taklit ettiği/ olmak istediği şeyin kalıplarıyla modernleşen” de denebilir) bir kentin, toplumsal yapısıyla ve kültürüyle henüz modernleşmemesi veya gerçekten büyük kent olmaya çalışırken, toplumsal ilişkileri ve kültürüyle kasaba olmaya devam etmesi olduğu söylenebilir.
Ağaoğlu’nun romanının kahramanının kadın olması ve yedi romandan sadece bu romanın kahramanın kadın olması da, belki bu düşünceyi doğrulayan bir öge olarak dikkate alınabilir. Kadınlar, hala, roman kahramanı olarak bile, ya yoklar Ankara’da, ya da erkeklerden sonra, onlara göre ikincil olarak varlar... Bu da, kentin “genel” özellikleri bakımından, hala büyükkent/ metropol özelliklerine sahip olmadığının bir göstergesi sayılabilir.
Filiz Dalkılıç; “Sevgi Soysal ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”
Kentlerin roman kahramanlarını nasıl biçimlendirdiği veya ne tür kahramanların bir kent için tipik bir temsil sağladığı konusunda bir belirleme yapmak imkansız elbette. Bazı romanlardaki kahramanlardan birini, kendi kentinizde görmüş gibi tanırsınız ve onu oldukça yakın hissedersiniz, ama bu roman belki St. Petersburg’da geçiyordur, belki Prag’da ya da New York’ta. Dolayısıyla belirli bir roman kahramanı için “işte bu Ankara kentine özgü biri” diyebilmek neredeyse imkansız gibidir. Ancak tersi de düşünülebilir: Herhangi bir roman kahramanını, Ankaralı bir hemşeri gibi de algıladığımız olur.
“Öğle Vakti”nde de, pek çok karakter dolaşıyor ve birbirlerine bir rastlantıyla değerek, diğerinin öyküsüne geçişi sağlıyorlar. Ancak bu roman kahramanlarını Ankaralı yapan nedir? Ya da bu roman kahramanları gerçekten Ankara ile ilgili mi? Yoksa dünyanın her kentinde bu tür roman kahramanlarına rastlamak mümkün mü? Veya başka bir biçimde soracak olursak, bu roman kahramanlarından hangileri Ankara’yı daha çok temsil ediyor veya daha çok Ankaralı?
Böyle baktığımızda, yukarıdaki düşünceleri yadsımak gibi duracak olsa da, Yenişehir’de bir Öğle Vakti’nin Altındağ gecekondulusu devrimci Ali’sini, otorite meraklısı ve muhafazakar öğretmen Hatice Uzgören’ini, sevgisiz, katı ve faydacı tutumlu Mevhibe Hanım ile eşi Ceza Hukuku Profesörü Salih Bey’i ve kapıcıları Mevlut Bey’i, bir yerlerden sanki tanır gibi oluyorsunuz. Sanki bu kentte yaşarken onlara, bir ara rast gelmiş gibisiniz.
Belki tanıdıklar listesini uzatabiliriz. Ancak bu roman kahramanlarının, Ankara ile ne tür bir ilişkisi olduğuna da değinmek gerekiyor. Yukarıdaki kahramanlardan bir kısmının ortak noktalarından biri, devletle bir biçimde ilişkilenmeleri ve Ankara’daki devlet olmasaydı, onların da bu kentte olmayacak olmaları. Diğer kısmının ortak noktası ise, Ankara’ya göç etmiş, bu kente tutunmaya çalışırken kendilerini yeniden, ya tam bir teslimiyetle, ya da güçlü bir özgüven ve karşı çıkışla inşa etmiş olmaları olabilir.
Necla Aytuna; “İnci Aral ve Şarkını Söylediğin Zaman”
Aral’ın romanı da Ankara’da geçiyor ama bir Ankara romanı değil.
Buna karşılık, bazı roman kahramanlarının Ankaralı
olduğu düşünülebilir. Belki “şehirli olmanın örtük anlamını bulmaya çalışan” taşralı erkek,
Soysal’ın Ali’si gibi bir roman kahramanı.
Hatta 25 yıl sonra da “ilk aşkını yaşayan çekingen, bekleyiş kesilmiş
delikanlı” olabiliyor yeniden, ama Aral’da Ankara’nın göçmen/
taşralı ve yoksul gençleri, artık cevherini yitirmiş gibidir.
Kentin bütünüyle ilgili arayışın dinmesi ve roman kahramanlarının iyice değişmeye başlaması
Yasemin Yazıcı; “Emrah Serbes ve Her Temas İz Bırakır”
Bu roman kahramanı, Ankara’da yaşayan ve Ankaralı bir devlet memuru/polis olmakla birlikte, o Ankara’nın bildik dekoruna ve kimliğine rağmen (ya da tam tersine, bir Ankaralı olduğu için) o gri renkli kent dekorunun arkasındaki gerçekle ilgili bir merakı olan, bu merak doğrultusunda kafa yoran ve araştırma/ eylemli iş yapan bir kişilik.
Bu durumda “Behzat Ç. Karakteri bir Ankaralı mı, yoksa Ankara’ya rağmen mi böyle bir niteliğe sahip?” sorusu sorulabilir belki. Yani tam da, Solfasol’ün deüzerinde durduğu, yanıtlarıyla ilgili bütün verileri, ipuçlarını, kentin ruhuna dair değerlendirmeleri yakalamaya çalıştığı konu üzerinden tartışmanın açılabileceği bir roman kahramanı.
Ankara’nın o resmi renginin, karanlık ve boğuntulu atmosferinin kurulduğu ortamda, kentin temel özelliklerinden birini oluşturan öğrenci kuşağını tartışan ve belki başka kentin insanlarının kolay kolay gösteremeyeceği bir tutumla gerçeği arayan bir devlet memuru olan roman kahramanı, belki de Ankara’da olduğu için böyle bir kişilik, böyle bir polis karakteridir...
Deneme, roman için yazılmış şu cümleyle bitiyor: “ ... başkentin arka sokaklarındaki resmi resmin, gayriresmi okunuşu da diyebiliriz.”
Mehmet Bilal; “Barış Bıçakçı ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz”
Ankara, bu romanda hem roman kahramanlarından biri gibi, hem de roman kahramanları, gerçekten Ankaralı gibi. Ama hangi Ankaralı?
Çetin ve Ender’in tam birer Ankaralı olduğundan hiç kimse kuşku duyamaz.
Belki onlar gibi iki insana dünyanın her yerinde rastlanabilir de diyebiliriz. Ancak
onların burada olmaları, aralarındaki o arkadaşlığın kıvamlı akışı ve kaynaştıran yoğunluğu, aynı kadına aşık oldukları halde, rekabeti geliştiren değil, aralarındaki dostluğu derinleştiren ve incelten “büyük çaresizliği”, o kadar Ankara’ya özgü ki, bu durumu neredeyse hiç yadırgamıyorsunuz.
İki roman kahramanının Ankaralı olması, neden kolay kabul edilebilen bir durumdur? Ankara öyle bir kenttir ki, kentin gerçek dünyası, gerçek bir insanı öylesine yabancılaştırabilir, öylesine küstürebilir ve öylesine
bir karabasan gibi boğmaya başlayabilir ki, sonunda, kendinizi gerçekleştirebileceğiniz başka bir insana, başka bir kafa dengi topluluğa, başka bir kültürel anlayışa olan ihtiyacınız, size onları buldurur. Çevrenizde yoksa eğer, (Sabahattin Ali’nin Raif Efendi’si gibi, intihari bir biçimde metaforik olarak ya da gerçekten ölmek istemiyorsanız), sizi bunları yaratmaya iter.
Kenti mekansal olarak yaşanılabilir nitelikte bulmuyorsanız eğer, yaşanılabilir nitelikte bir toplumsal niş/ bir düşsel kovuk yaratırsınız. Kültürel- ilişkisel bir atmosfer/ gerçek ve canlı bir ütopya yaratırsınız. Ankara’da bu tür duygulara kapılan herkes, belki böylece kendi “görünmeyen kentlerini” inşa ediyor ve kentin fiziksel ve gerçek, politik ve ideolojik kokuşmuşluğuna hiç bulaşmadan, yaşanılabilir bir mikro-iklim oluşturuyor. Bu görünmeyen kentler o kadar fazla ve o kadar kolay rastlanabilir şeyler ki Ankara’da, Çetin ve Ender’in birbirinin dostluğunda, bütün çaresizliğine rağmen buldukları değer de, bu nedenle, Ankaralılara çok inandırıcı geliyor.
Burada, Ankara kenti içindeki, bu her biri kendi içinde bir evren olan küçük “görünmeyen kentler” benzetmesi ile ilgili bir noktanın açıklanması yararlı olacaktır: Ankara’nın mekanları gibi, “genel” bir toplumsal kültürü ve toplumsallaşma biçimi de var. Bunların her ikisi de, Ankara’nın bürokratik labirentlerden oluşan mekanlarını andırıyor: Güvenilmez, entrikalı ve yapay; “görev duygusu bütün sokaklarına yayılmış” bir kent. Biraz Soysal’ın Hatice Uzgören’i, ya da Mevhibe Hanım’ının dünyaları gibi... Biraz Yakup Kadri’nin 1930’larda büyük ve konforlu evinde partiler veren Hakkı Bey’i gibi, Ağaoğlu’nun “ölmeye yatan” Aysel’inin bu kararı almasına neden olan anlayışa benzer bir ortam/ bir kent: “Bütün vazifelerin şehirleşmiş hali.”
İşte “görünmez kentler”in Ankaraları, bu “genel” Ankara’nın içinde yer alıyor. Orada cevelan ediyor.
Roman kahramanlarının ve romanların Ankara’sı
Derginin Ankara Roman Kahramanları bölümüne baktıkça, romanlardaki Ankara’nın ve Ankaralı roman kahramanlarının zaman içinde nasıl bir değişim geçirdiğini net bir biçimde görüyorsunuz. Raif Efendi’nin, ya da Neşet Sabri’nin, hatta daha doğru söylemek gerekirse, Yakup Kadri’nin Ankara’sından bu güne, Ankara’nın üzerinden esen rüzgarın, kenti ne kadar büyük değişikliğe uğrattığını görmemek mümkün değil.
Ayşegül Yiğit, günümüz edebiyatında ve roman türü içinde Ankara’nın, bir kent olarak, daha çok, bıçkın bir delikanlı imgesine eş değer bir sezgi ile yer aldığını düşünüyor. Bu delikanlılık düşüncesi, tartışmaya değer. Ancak bıçkınlık? Bu delikanlının belki de, bıçkın olmaktan çok, serinkanlı ama alttan alta duyan/ düşünen ve bunu hiçbir zaman volkan patlamaları biçiminde göstermeyen, gösterişten uzak, belirli bir sükunet ve bilgelikle ele alan efendi efelik (Ankara efe oyunlarındaki gibi?) davranışı içinde olduğunu düşünebiliriz.
Roman kahramanlarından Soysal’ın Ali’si de, Serbes’in Behzat Ç.’si de, Aral’ın taşralı erkek kahramanı ve Bıçakçı’nın aynı kadına aşık Çetin ve Ender’i de, hep aynı tür bir temkin içindeler. Bıçkın olsalar bile, hiç birinin bıçkınlığı dışa vuruk değil, hiç birinin gösterişli bir bıçkınlığı yoktur. Olsa olsa, kendi içlerinde ve kendilerine karşı daha acımasız, bir anlamda daha bıçkındırlar. Bu tür bir nitelemeyi en çok hak eden de kuşkusuz, Ağaoğlu’nun Aysel’idir. O hatta, ölmeye bile yatmıştır. Belki de, biraz Behzat Ç. Bütün romanlarda Ankara, oldukça cansız, durgun ve renksiz, çekicilikten uzak ve ruhsuz bir dekor gibidir. Aslında Cumhuriyetin ilk yıllarında, parlak bir başkent olmak için gösterdiği çaba açıktır, ama henüz bütün boyutlarıyla bir kent olmanın çok uzağında olduğu, hem Sabahattin Ali’de, hem de Yakup Kadri’de sezilir. Ankara olsa olsa, kent olmaya çabalayan ve bunu içeriden bir kaynama ve yaratımla değil, tepeden inme bir arayışla ve hızla, sindiremeden yapmak zorunda olan bir kent gibidir. Ve o yüzden de, romanlarda biraz dekor gibi durur.
Ancak daha yakın zamanların romanlarına gelindiğinde, kentin kağıttan kesilmiş bir dekor gibi duran silueti, giderek gerçekten taşlaşmış ve betondan yapılmış, sahne dekoru gibi olmayan ama kent dekoru gibi duran çirkin bir siluettir. Bu çirkinlik, biraz da, Yakup Kadri’nin ütopyasını da yutan, gerçekte çürümüş devlet ve belediye siyasetçisinin ellerinde oluşan bir distopyanın gerçekleşmiş olmasındandır. Ancak burada, çok dikkat gerektiren ve kolay bir açıklaması olmayan hassas bir alana değinmeden geçemeyiz: Yakup Kadri’nin karabasanları olanların ve Ankara’nın sürekli olarak limanında ağırladığı politikacıların çürümesinden, kenti yönetenlerin ruhsuz, beceriksiz ve baskıcı, hem de hırsız ve rüşvetçi olmasından kaynaklanan nedenlerle, sürekli olarak çirkinleşen bu kentte yaşayanların bir kısmı, nasıl oldu da, kendine özgü ve saf, aynı zamanda sakin ve yalın, gösterişten uzak olmakla birlikte, ancak çok yakınlaşılabildiğinde hissedilen örtük ve sıcacık, zengin, derin ve incelikli bilgeliği olan bir Ankaralılığı yaratabildi?
Bu, yanıtı kolay olmayan bir dilemma gibi duruyor henüz. Ankaralı roman kahramanlarına baktıkça, kentin bu tür insanları olduğunu, olabileceğini anlıyorsunuz.
Mehmet Bilal, Bıçakçı’nın roman kahramanlarıyla ilgili denemesini şu ifadelerle bitiriyor:
Gidişi değil dönüşü mü güzeldir Ankara’nın? Kıymeti bilinmeyen bir ihtiyar mı? Yoksa hoplamaya zıplamaya heveslenmeyen gönülsüz bir çocuk mu? Sıraların hep önünde oturan çalışkan bir öğrenci mi?
İyi yetişmiş çocuklar şehridir Ankara. Renksiz, ciddi, kederli ve düşüncelidir. Kaledir ve tren garıdır. Memur ve sorumludur. İktidar, bürokrat, orta sınıf ve ev hayatıdır. Tepeden bakıldığında sadece “resmi” başkenttir. İstanbul uslanmak bilmeyen deli bir gönülse, İzmir her yeri oynayan işveli-cilveli bir kadınsa, Ankara gözü çöplükte kalmamış yaşlı bir horozdur. Sorumluluktur. Terazidir; denge ve dengesizliktir. Bu ülkenin vicdanı, hem de vicdan azabıdır.
Yorumlar (0)