Çok değil, iki üç daire büyüklüğünde bir avlu. Katedral’den Hükümet Meydanına giderken ilk sağdaki daracık sokağa (yanlışlıkla) girdiğinizde yaklaşık elli metre o dar yolda yürüyüp kemer altından geçerek ulaştığınız bir meydan. Meydan demek yanlış olur aslında; daha çok bir iki kurumun, bir kilisenin, bir çocuk yuvasının, bir apartmanın, bir lokantanın kapılarının açıldığı, bir avlu. Bilip gelen vardır mutlaka; sonradan fark ettim ki W. Allen’in filminde yakışıklı İspanyol’un, iki güzel Amerikalı kadını tavladığı lokanta masası burada. Herhalde bu nedenle, şehrin en pahalı lokantalarından biri.
O da çok güzel görünüyor, Allah’ı var ama burada olmamış sanki. Yani havasıyla bağdaşmıyor böyle pahalıcı bir yer; üstelik gece gelince, tam karşısında evsizleri ve sarhoşları ağırlarken. Her neyse, buraya yanlışlıkla girip bir daha çıkamadım. “Nesi var?” diye sorsanız, hem sabaha kadar anlatırım hem de aslında anlatacak pek bir şey yok. Sıradan bir avlu olabilir. Ama buraya her gelişimde (ki her okuldan dönerken yolumu buradan geçirmek için her şeyi yapıyorum) bu denli etkilemesinin de bir nedeni olmalı. Sanırım en çok, hatırlattıklarıyla etkileyici. Hatırlattığı mekân ve insanlar nedeniyle. Beyazıt, Saraçhane, İstanbul Üniversitesi’nin arkalarına denk gelen ve uzun, dolambaçlı yürüyüşle sonunda Sirkeci’ye varacak çok güzel yollar, dar sokaklar vardır.
Bu alana, Nuruosmaniye Camii ve onun avlusuna açılan Kapalıçarşı kapısının civarını, hemen altında İran Konsolosluğu ile yanındaki muhteşem İstanbul Erkek Lisesi bina ve bahçesini içeren küçük bölgeyi de eklemek lazım. İşte buralarda, eğer akşamları geç saatte ya da Pazar sabahı çok erken yürürseniz, insan kalabalığından arınmış birbirinden güzel sokak ve avlular fark edersiniz. Tabii o sabah avlu içlerindeki dükkânlar kapalı olduğundan, yapıların ana kapısında da demir vardır ama içerisi görünür. Çok güzeldir. Çok ağırbaşlıdır. İşte avlu, bana bu bölgeyi hatırlatıyor. Tabii bu bölgeyi hatırlarınca başka şeyler, anı ve insanlar giriyor işin içine. İşte hepsi bir araya gelince, başka bir ülkedeki başka bir avlu, hatırladığım herkes ve her şeye bu denli uzakken, vazgeçilmez bir mekâna dönüşüyor. Eğer Barselona’da içtiğim sigaralar nedeniyle bir gün göçeceksem, sorumluluğun çoğu bu avluya ait! Allah akıl fikir versin.
Adı, Sant Felip Neri. O yaklaşık yüz metrelik dar sokağın sonundaki güzel kemerin altından geçince ulaşıyorsunuz. İlk karşılaştıklarınız; serinlik, yaprak hışırtısı, çok az ve derinden gelen bir su sesi… Gölgeli bir yer burası. Hemen lokanta ile apartmanın yanındaki minik sokak avluya açılan ikinci ve son sokak. O sokağın bir yanında söz ettiğim kazıkçı ve çok şık lokanta, diğer köşesinde hiçbir özelliği olmayan ama pencereleri bu avluya baktığı için insanda sahip olma duygusu yaratan dört katlı apartman var. Hemen her gece gittiğim için çoğu penceresinde ışık olduğunu da görüyorum. Yine sarı ışıklar… Pansiyon, küçük bir otel ya da orta halli ve eski küçük dairelerden oluşan bir bina olabilir burası. Hemen yanında yani altından geçerek girdiğiniz kemeri arkanıza alıp avluya bakarsanız, apartmanın sağında, başka bir tür taştan örülmüş, üzerinde haç işareti olan bir bina başlıyor ve bu binanın bitiminde aslında onunla birleşmiş Kilise duruyor.
Avlunun tüm binaları bitişik aslında. Birbirlerinden ayıran, örüldükleri taşların farklı olması. Bir de farklı işlevleri tabii. Biri, kreş benzeri bir yer anladığım kadarıyla. Yeşil mavi, orta boy bir kapısı ve üzerindeki üçgen mermer kaidenin tepesinde haç var. Hemen sağ tarafında pirinç levha. Levha’da, bu meydanda İç Savaş sırasındaki bombardımanda, yine anladığım kadarıyla yanlışlıkla düşen bir bombanın kırk iki kişiyi öldürdüğü ve çoğunun çocuk olduğu yazıyor. Zaten bina ile kesiştiği, Kilise duvarının birleştiği yerde mermer ve taş duvarlar delik deşik. İşte ölenlerin ve özellikle ölen çocukların anısı nedeniyle mi yoksa Kilise ile giderek ağırlaşan havadan mı bilinmez bir ağırlık çöküyor burada insanın üzerine. Gerçi tiryakiye bahane çok ama girer girmez sigara yakıyor insan. Ancak yanan sigara yalnızca burayla değil, söyledim ya, çağrıştırdıklarıyla da ilgili.
Binanın taşları ufak ve kızıl toprak rengi. Hemen bitişiğindeki Kilise’nin duvarı ise büyük sarı beyaz kesme taştan. Kilise’nin nefis ve büyük bir yeşil demir kapısı ile iki yanında simetrik iki küçük yeşil kapısı daha var. Meydana döneceğim, ama biraz bu şehirdeki kapılardan söz edeyim. Muhtemelen meraktasınız! Buranın kapıları İstanbul’u andırıyor ama eski semtlerini. Eski İstanbul semtlerinin ya da taşranın, köylük yerlerin kapıları daha güzel, özenli ve anlamlıdır ya; burası da öyle. Mesela Ankara’da yüz yıl da yaşasa insan, Kale civarı bir yana, hiçbir apartmanın kapısıyla ilgilenmeyebilir. Burada “kapıya” çok önem verdikleri kesin. Benim gibi bir adamın dahi dikkatini çekecek kadar güzel, küçük, büyük, renkli, renksiz, ağaç, metal şu bu… Ama her birine özenildiğinden eminim.
Hem şekline hem de renklerine özeniyorlar. Ancak bu, örneğin Bodrum gibi bir aynılığa, “öyle beyaz olalım ve beyazın üzerine öyle çiçekli sarı-mavi-beyaz kapı kolları, bina numaraları yerleştirelim ki her gören ‘güzel’ desin ve karşıdaki teknelerin göz zevki bozulmasın” numaracılığına benzemiyor. Bodrum ve muadillerinde, Türkiye’nin diğer taşrasından farklı olarak bir numaracılık var ya… Hani, İstanbul ve Ankara’da çöpünü balkonuna yığanlar oraya gidince birden estetik güzeli kesiliyorlar ya… İşte burada böyle bir tuhaık hissetmiyor insan. Kapılar güzel, renkli ve özenli. Tüm kapılar şehrin bir parçası hem de önemli bir parçası olduğunun farkında. Yalnızca ağaç olanları değil, diğerleri de.
Eski olanı da. Uzatmayayım çünkü kapıları çok daha uzun yazacağım daha sonra. Endişeye mahal yok, bu gruba ve şimdi değil! Son olarak, şehirdeki tüm kepenklerin (hepsini görmedim ama yüzlerce sokak yürüdüm) grafiti ile süslenmiş olduğunu söyleyeyim. Görüntü gerçekten şenlikli. Gece olup dükkânlar kapanınca bambaşka bir sergi başlıyor sokaklarda. Dönelim avluya… Apartmanın renkleri, sarı ve mavi. Mavi, çerçevelerin rengi. Üzerinde desenler var. Karşısında, alt katında lokanta olan bina ise bej rengine çalan bir tuğlayla örülmüş. Tepesinde, hemen üst köşesinde, ışıklı bir çardak var. “Orada oturmak vardı şimdi” dedirtiyor insana. Yanındaki son bina ise diğerlerinden farklı bir taşla örülmüş ve taşların arasından küçük otlar çıkıyor.
Alt köşesinde, sizi meydana buyur eden kemer var. Binaların üzerinde toplam yedi sekiz sokak lambası; tahmin edeceğiniz gibi loş bir aydınlatma. Avlunun tam ortasında çok sevimli, sekizgen bir çeşme var. Ortasındaki mermer kaideden çıkan küçük pirinç borulardan akan çok zayıf su ve bunun sessiz avludaki sesi. İşte bu çeşmenin üç yanında üç güzel ağaç ve ağaçların dalları gökyüzünde birleşiyor. Anlayacağınız her şey, buraya gelen bir daha çıkamasın diye özenle yerleştirilmiş sanki. Ama öyle de değil işte. Gece sıfır bir gibi; evsiz, battaniyeye sarılmış olan da, sigara isteyen sarhoş da burada, her biri bir başka köşede. Battaniyeye sarılmış yatan adam, en pahalı lokantalardan birinin tam karşısında. Ot içen de.
Tüm bunların üzerine bir de Beyazıt’ın, Nuruosmaniye’nin ara sokaklarındaki olağanüstü taş yapı ve avluları ekleyin. Eklemek ile kalmayıp avlunun Arnavut kaldırımlı zemininin üzerinde oturup sırtınızı delik deşik duvara dayayın. Üzerine; her Saraçhane, her Nuruosmaniye denildiğinde hatırladığınız babanızın; her Cağaloğlu, her İstanbul Erkek ve her sigara denildiğinde hatırladığınız hocanızın giderek silikleşen hayallerini koyun. Bir de yalnız olun o sırada. İşte sigaranın dumanı; ikincinin, üçüncünün, dördüncünün, beşincinin… En çok bu avluya, avlunun duvarlarına yakışıyor, şehirde. İçmeyip ne yapacaksın?
Yorumlar (0)