Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Benim Gözümden 15-16 Haziran

15-16 Haziran, organizasyonu ve sonuçlarıyla tarihte benzerlerine çok nadir rastladığımız işçi eylemlerinin başında gelir. Bu eylem unutturulmamalı, mutlaka günümüz işçi emekçilerine ve sendikacılarına aktarılmalıdır. Tabii burada önemli olan başarının sırrı nerededir? İzlenen hangi politikalar sonucu bu başarı elde edilmiştir? Herhalde bugün için önemli olan bu sorunun cevabı olmalıdır.

Benim Gözümden 15-16 Haziran

Bilindiği gibi dönemin Adalet Partisi hükümeti, daha sonra bunlara katılan CHP ve Güven Partisi (tabii işverenler ve Türk-İş'in de isteği doğrultusunda) 274 sayılı Sendikalar Yasası'nın bazı hükümlerini değiştirmek istiyorlardı.

İleri sürülen gerekçe 'sendika enflasyonunu' önlemekti. Böyle diyorlardı ama sendika enflasyonunu önlemenin en etkin yolu olan referanduma da karşı çıkıyorlardı. Yürürlükteki yasaya göre, bir sendikanın herhangi bir işyerinde toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için, o işyerinde çalışanların yarısından bir fazlasını üye yapması yeterli oluyordu. Getirdikleri tasarı ise bir sendikanın herhangi bir işyerinde toplu iş sözleşmesi yapabilmesini o işkolundaki işçilerin %33'ünü aşan üyeye sahip olma koşuluna bağlıyordu. Ayrıca üst kuruluş olan federasyon veya konfederasyonları da ancak kendi işkolunda %33'ü aşan üyeye sahip sendikalar kurabilecekti. Yetmiyor, işkolu işçi sayılarını kendileri belirleyecek, hangi sendikanın 1/3 barajını aştığını yine kendileri karar verecekti. Değişiklik tasarılarını getirenlerin amacı belli olmuştu. Tasarı, dönemin yükselen sendikal hareketi DİSK'i ve bağlı sendikaları ortadan kaldırmaya yönelikti ve bunu anlamak için kâhin olmaya da gerek yoktu.

Gerçekten de DİSK'e bağlı sendikalar ile diğer sendikalar arasında belirgin farklar görülmeye başlamıştı. DİSK'e bağlı sendikaların üyeleri daha yüksek ücret, sosyal hak ve ikramiye almaya başlamışlardı. Çalışma koşulları her sözleşmeyle sürekli iyileştiriliyordu. Yapılan eğitimlerle işçinin patronun karşısında ezilmesi, horlanması engelleniyor, başı dik tutuluyordu. İşçi sağlığı ve iş güvenliği yönünde önemli adımlar atılıyordu. Tabii asıl ve en önemlisi işçiler kendileriyle ilgili konularda söz ve karar sahibi olmaya başlamışlardı. Özetle DİSK, işverenleri ve Türk-İş'i rahatsız etmeye başlamıştı. Bu gidiş durdurulmalıydı. Zaten dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk de "DİSK'in çanına ot tıkayacağız" diyerek, yapılmak isteneni gizleme gereği bile duymamıştı.

Tarihin bir cilvesi de, değişiklik tasarılarında daha sonra DİSK Genel Başkanı olacak Abdullah Baştürk'ün de imzası vardı. Ayrıca CHP'nin sendikacı kökenli milletvekilleri olan Burhanettin Asutay, Bahir Ersoy, Osman Soğukpınar ve Emin Postacı'nın da. Kelimenin tam anlamıyla DİSK, varlık-yokluk, bugünün çok kullanılan deyimiyle, bir beka sorunuyla karşı karşıyaydı. Peki, ne yapılmalıydı?

Aslında DİSK yönetiminin önünde çok değil, iki yol vardı. Birinci yol kof sloganlarla, kurusıkı tehditlerle olayı büyüterek çözümü kavgada aramak. İkinci yol ise sorunu işçilerle paylaşarak tabana yaymak, aynı anda da demokratik araçlarla, diplomasiyle, meşruiyet üreterek sorunu çözmek. DİSK yönetimi ikinci yolu seçti. DİSK bünyesinde ve işyerlerinde çeşitli çalışma ve eylem komiteleri kuruldu. Ayrıca Ankara'da üst düzey temaslarda bulunmak üzere Kemal Türkler‘in başkanlığında bir Uyarı Heyeti kuruldu.

Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, tabii senatörler ve milletvekilleriyle görüşmeler yapıldı. Türkler, Başbakan Süleyman Demirel'e yazdığı mektupta anayasaya ve milletlerarası kurallara aykırı olan tasarının geri çekilmesini istedi. Türkler mektubunun sonunda Demirel'e açıkça "aksi takdirde işçiler, Anayasa’daki direnme hakkını kullanacaktır" dedi. DİSK Genel Sekreteri, aynı zamanda TİP milletvekili olan Rıza Kuas hem Meclis'te kurulan komisyonları hem de Meclis kürsüsünü çok etkili bir biçimde kullandı. Tasarının anayasaya ve ILO'nun altına imza attığımız ilke ve standartlarına aykırı olması nedeniyle geri çekilmesini sürekli hatırlattı. Kuas ayrıca sorunun artık işçilere havale edildiğini, çıkacak olaylardan işçilerin değil bu kararı çıkaracakların sorumlu olacağının da altını çizdi. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar konunun parlamentoda görüşüldüğü her oturumda söz alarak DİSK'in yanında yer aldı; uluslararası sözleşmelere ve anayasaya aykırı tasarının geri çekilmesini istedi. Fabrikalarda kurulan Anayasal 

“DİSK'e bağlı sendikalar ile diğer sendikalar arasında belirgin farklar görülmeye başlamıştı. DİSK'e bağlı sendikaların üyeleri daha yüksek ücret, sosyal

hak ve ikramiye almaya başlamışlardı”

Direniş Komiteleri, üçer beşer kişilik gruplar halinde postanelerden cumhurbaşkanı, başbakan, partilerin grup başkan vekilleri, bakan, milletvekili, tabii senatör ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine telgraflar çektiler. Telgrafların altında imzası olan işçiler "Tasarının Meclis'ten geri çekilmesini, aksi takdirde anayasanın hakim esprisi olan direniş hakkımızı mutlaka kullanacağız, sizi uyarmayı tarihi ve ulusal ödev sayıyoruz." dediler. Tasarı sadece sendikaları, söz konusu somut durumda ise sadece DİSK’i ilgilendiriyor gibi görülse de, kurulan komitelerle demokratik kitle örgütleri, aydınlar, kanaat önderleri, katkısı olabilecek herkes bilgilendirildi, destekleri istendi. DİSK yönetimi, üyelerinden örgütü haklı iken haksız duruma düşürecek eylemlerden kaçınılmasını istedi, ayrıca buna izin verilmeyeceğini de sürekli hatırlattı.

Nitekim 14 Haziran'daki Merter toplantısında söz alan Maden-İş VII. Bölge Temsilcisi Hakkı Öztürk'ün "Arkadaşlar bu gibi hallerde fabrikaları dinamitlemek gerekir" içerikli konuşmasına ilk tepki Kemal Türkler’den geldi. Türkler, çok sert bir üslupla "Böyle şey olmaz, bizim kavgamız makinelerle, üretimle, üretim araçlarıyla değildir." diyerek Hakkı'ya sözlerini geri aldırttı, konuşmasının bu bölümünü tutanaklardan çıkarttı. Çünkü Türkler, meşruiyet kaybının aynı zamanda hak kaybına da neden olacağını bilecek kadar deneyimli ve usta bir sendikacıydı.

Nitekim 15-16 Haziran günleri işçiler Kocaeli, Kartal, Topkapı, Silahtarağa ve Levent’ten yollara dökülmüş, tasarıyı protesto etmişlerdir. Sokak gösterileri sırasında kararlaştırılan disipline uygun hareket edilmiştir. Kimsenin malına mülküne zarar verilmemiş, amaç dışı hareketlere itibar edilmemiştir. İşçilerin bu eylemlerine, özellikle fabrika dışındaki yürüyüşlere kimi demokrat aydınlar, gençler ve Türkiye İşçi Partililer destek vermişler, esas olarak da işçilerin disiplinine uymuşlardır.

15-16 Haziran saf, gerçek bir işçi eylemidir. Başarısı, kestirme yol ve yöntemlerde değil; direnişin büyük bir emek ve sabırla adım adım örülmesindedir. Kuyruğu dik tutma, görüntüyü kurtarma adına asarız-keserizlere itibar edilmemiştir. İş yapılmış, çözüm odaklı bir bakış ile sürekli meşruiyet üretilmiştir. Yasa Meclis’ten geçmiştir. Ancak üretilen meşruiyet nedeniyle uygulamaya konulamamış, kadük olmuştur. Bu eylemin bütünü ve elde edilen sonuç, her halde emek tarihinde bir ilktir.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış