Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Bundan Böyle Arabalar mı Yaşayacak Ankara’da?

Bundan Böyle Arabalar mı Yaşayacak Ankara’da?

Siyah beyaz zamanların Namazgâh tepesinden şehre bakıyorum. Ardımda İtalyan mimar Canonica’nın bronz Atatürk Heykeli tüm heybetiyle şehri bekliyor. Mağrur bir hali var heykelin. Belki de endişeli. Heykelin hemen ardında ise Arif Hikmet Koyunoğlu’nun Türk Ocağı Binası var. Şimdinin Etnografya Müzesi. Heybetli bir yapı ama en çok da kaygılı. Belli ki tek derdi sergilemek değil. Sanatsal bir kaygıdan çok, yapıldığı dönemin ideolojik kaygılarını taşıyor. Müze neredeyse boş, tek tük öğrenciler ve biz varız. Ulus, tarihi dokusu, müzeler ve Ankara Kalesi belli ki birkaç turist otobüsü dışında pek kimsenin ilgisini çekmemiş.

 Haksız da sayılmaz Ankaralılar. Son yıllarda başkente hatırı sayılır sayıda AVM yatırımı yapıldı.Hipermarketi, sineması, hazır yemekleri ve çeşit çeşit mağazalarıyla kompakt bir gün geçirmek varken kutsal tüketim zincirini bozmaya ne gerek var! Müzenin boşluğuna ek olarak, dünyanın belli başlı müzelerinin bahçelerini aratmayan bir dokuya sahip bahçesinin kimsesizliği de ayrıca dikkatimi çekiyor. En çok da buna içerliyorum. Kafesinde süt kalmamış, ürünler tozlanmış. Ankara’da günü batırırken çaresiz acı kahve içiyoruz. Acı kahvenin hemen ardından Etnografya Müzesi’ne çıkan sık ve dik merdivenler adımlarımı hizaya getiriyor. Müze, Selçuklu sivri kemerlerin aksında gördüğünüz Osmanlı yadigarı kubbe detayı, simetrik cephesi ve cephesindeki intizamlı pencere sırasıyla göz alıcı. Müze binası I. Ulusal Mimarlık döneminin izlerini taşıyor. I. Ulusal Mimarlık dönemi, Meşrutiyet’le başlayan ve “Türklüğümüzün” temellerinin atıldığı sancılı bir dönemdi. Mimariye tezahürü de öyle oldu kuşkusuz. Millet Meclisi, oteller ve resmi daireler, geçmişi Art Nouveau unsurlarıyla harmanlayan Neo-Osmanlı tarzında inşa edildi. Ardından Cumhuriyet’le birlikte  sağdan sola okumaya veda ettiğimiz gibi geçmişe ait ne varsa bir bir unutmaya ve yenilenip ‘modernleşmeye’ başladık.

Osmanlı’ya dair ne varsa geride bırakan Cumhuriyet, İstanbul’a kuru bir vedanın hemen ardından eski taşra kenti Ankara’yı yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin idari merkezi seçti. Akabinde binalarımız da devrimin dilini konuşmaya başladı. Pek bir buyurgan oldular. Yumuşak kıvrımların yerini keskin çizgiler aldı. Azametli kütlelerinde adeta cumhuriyetin zaferini kuşandılar. Fakat bu yazıyı bana yazdıran Ankaralıların neden bir haftasonu kahvesini de Etnografya Müzesi’nde içmediğini sorgulamak değil; hafızası silinen genç bir başkentin can çekiştiğini görmek oldu. Ankara’da büyüdüm ben. Çocukluğum, genç kızlığım geçti sokaklarında. Kumrular’dan Kızılay’a yürüdüm, Atakule’de kumpir yedim, Seymenler Parkı’ndan Tunalı’ya defalarca gidip geldim. Haliyle Ankara’nın kimliğini oluşturan Milli Kütüphane, Atatürk Orman Çiftliği, Kale veya Ulus benim için bir yer adından çok daha fazlası oldu. Ankaralıyım ben ve pek çok İstanbullu’nun anlayamayacağı birçok sebepten dolayı Ankara’yı seviyorum. Son ziyaretimde uzun uzun vakit ayırıp gezme şansım oldu. Gezdim ve gezdikçe kayboldum, tanıyamadım.

Çoluk çocuk, tıklım tıkış AVM’lerde saatlerini geçiren aileleri gördüm. Otoyollara ve arabalara öncelik tanıyan bir şehircilik anlayışını ve bu anlayışın ruhlarını yok etttiği mahalleleri gördüm. Yabani ot misali canları istediği yerde bitmiş plazaları, gökdelenleri gördüm… Tüm bunlar, Ankara inşa edilirken tasarlanan kent tasavvurundan ne kadar da uzak. Bu uzaklık bir yandan acımasızca geçmişi yok ederken, diğer yandan kendi ideolojisiyle tutarlı ve insan odaklı bir kent tasavvuru yaratmaktan bile aciz bir zihniyetin tezahürüdür. Cumhuriyet’in Anadolu’ya örnek kent seçtiği Ankara’nın kent planlaması, 1929 senesinde düzenlenen yarışmayı kazanan Alman şehir planlamacısı Hermann Jansen’e yaptırıldı.

Böylelikle Jansen, Kemalist reform sürecini uygulama projesinin de başına getirilmiş oldu. Hermann Jansen Ankara’yı, devlet mahallesi, yabancı elçilikler ve diplomatik temsilcilikler semti, üniversiteler semti ve konut bölgelerine ayırdı. 1930’lu yılların başında Ankara’yı çepeçevre kuşatacak yeşil alan için bozkıra sayısız ağaç dikildi. Ve kent planı doğrultusunda, “Eskişehir” olarak adlandırılan tarihi kale ve etrafının dokusuna hemen hemen hiç dokunulmadı. Yine aynı dönemde Cumhuriyet ideolojisi etrafında kimlik oluşturmak amacıyla yepyeni bir heykel kültürü oluşturulmaya da başlandı. Bu döneme damgasını vurmuş birçok yapıyı halen yerli yerindeyken muhakkak bir defa da bu gözle görmek gerek.

Güncel olana, yaşayan ve üreten kısmına gelince aklıma bir yığın soru takılıyor. Ankara bürokrasisinin hikmetinden sual olunmaz ama şehre girer girmez karşıma çıkan ve hangi bağlama oturduğu pek anlaşılmayan Ankara Kapılarını’nın serüveni nedir mesela? Yuvarlak hesapla milyon liralar yatırılan bu kapılar bilmediğimiz bir fethin simgesi olabilir mi?Güncel olanı üretecek sanatçımız, onu algılayacak, anlamlandıracak kent sakinlerimiz yok mu ki durmadan geriye bakıyoruz.

 Avrupa’nın en çok saat kulesini barındıracağı iddiasıyla Ankara’ya aşağı yukarı maliyeti 6 milyon TL’yi bulan altmışa yakın saat kulesi inşa ediliyor. Elimizden akıllı telefonlarımızı düşürmediğimiz bir çağda, Ankara’nın bunca saat kulesine gerçekten ihtiyacı var mı? Sayıları her geçen gün artan alışveriş merkezlerinin kent yaşamına sosyal ve kültürel anlamda kazandırdıklarını veya kaybettirdiklerini doğru hesaplayabiliyor muyuz? Kentin ve kentlinin mirası yeşil alanların ideolojiler uğruna çok acele imara açılmasının hikmetini, sokak ve mahallelerin yerini neden otoyolların veya alt-üst geçitlerin aldığını neden sorgulamıyoruz?

Bundan böyle arabalar mı yaşayacak Ankara’da ? “Bu yatırımlar hali hazırda bir kent planına göre yapılıyordur” diye düşünüyorum. Ama kentin kimliğini yeniden tanımlarken yapılan müdahaleler, o kentin sakinlerinin görüşleri hesaba katılsa ve verilen kararlar sorgulanabilir olsa daha doğru olmaz mı?

Mesela 2006’da Milli Kütüphane’nin hemen önündeki “Gökkuşağı Rekreasyon Alanı” adı verilen kompleks hangi plan, proje ya da öngörülere dayanılarak yapıldı ve başarılı oldu mu? Ya da Eskişehir Yolu üzerinde senelerce süren ve yine milyon liralara mal olan “Demir Kafes” adlı çok katlı yapı, 10 yılın sonunda bitmek üzereyken  2012’de Belediye Meclisi kararıyla yıkıldı. Ve yıkıldığında hali hazırda 71 milyon TL harcanmıştı. Peki ama neden? Ankara’ya en çok sonbahar yakışır. Seymenler Parkı’na yolu düşüp yürümüş olanlar bilir. Ankara yol yordam bilir, risk almaz.

Üniversite diliyle konuşur. Dingindir. Fakat şimdilerde şehri bir telaş sarmış. Her köşesinde konut, gökdelen, alışveriş merkezi yapılıyor. Bozkırın doğasına ters bu gelişigüzel, suni telaş.Her ne kadar kabul edilmek istenmese de su sıkıntısının kapıda olduğu bugünlerde inadına yeşile boyamak lazım bu şehrin her köşesini. Kaynakça: “Bir Başkentin Oluşumu” Goethe Institut Arredamento MİMARLIK, Sayı 281

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış