Kararlıyım, Cizreye Gideceğim
Herkese soruyorum. Cizre’deki Şırnak vekili Faysal Sarıyıldız’ı arıyorum, belki yanına gidecek bir yol bulurum umuduyla, önce cevap alamıyorum. Nevroz nedeniyle polisler, Cizre’de müdahale etmişler ve otobüse de el koymuşlar. Yine gözaltılar olmuş, Vekil de peşlerinden gitmiş. Gece yarısı Faysal Bey, telefonuma ancak dönebildi. O da ayrılıyormuş Cizre’den, yardım faaliyetleri için programı varmış. Ve nihayet denk geliyor, bir ziyaret esnasında HDP Grup Başkan Vekili Çağlar Demirel, Cizre’ye gitmek isteyip istemediğimi sordu. Sevinçle balıklama atladım.
Ve Cizre
Cizre yanmış, Cizre yıkılmış, Cizre yoksulluğun tavan yaptığı yer. Cizre’ye daha girişte görüyorsun yıkıntıları, yanıkları, harabeleri... Şehrin Merkezi yok olmuş, birşey kalmamış. Akrep, tomalar ve Özel Harekât ilçeyi ele geçirmiş. Cizre Belediyesine varana kadar sesimiz çıkmadı, dehşet içindeyiz! Belediye’ye vardığımızda, henüz ortalık tenha idi, yani akrepler, polis daha az... Selahattin Demirtaş’ı, Cizre’de gören polis, önce bir şok yaşadı ardından toparlanıp etrafını sardılar... Çevresinden hiç ayrılmadılar, elbette amaç korumak değil, tersine, rahatsız etmek, nefes aldırmamak...
Cizre’de Demirtaş
Karşılayan halkta büyük bir çoşku var, sevgi gösterisi yoğun. Herkes dokunmak istiyor, elini sıkmak,
yanına gelmek istiyor. Ama ne mümkün, polisler
izin vermiyor!? Mezarlığa gidiyoruz önce. Mezarlık tahrip edilmiş!? Bazı mezarlar, özellikle seçilmiş. Kim, bir mezarı tahrip eder!? Bodrumlardan paramparça çıkartılarak kimlik teşhisi yapılamadığı söylenen mezarların başında Kuran okuyan bir genç, para kabul etmiyor. Birileri gelmiş ve çiçekler dikmiş. Yalnız bırakmamışlar yoldaşlarını... Demirtaş, mezarlığa geldiğinde arkasında kalabalık iyice çoğalıyor.
Polisler arkaya düşüyorlar, panik halinde mezarlıktan çıkmamızı ve halkın dağılması için anons geçiyorlar. Kalabalık, Demirtaş’ı sevgi gösterileriyle içine alıyor. Demirtaş’la birlikte kalabalık, ilçenin içine doğru yöneliyor, artlarında da çok sayıda polis. Bodrumlar ve yakılan yıkılan bodrumların olduğu yere geliyoruz. Kalabalık çoğaldıkça çoğalıyor. İnsanlar, Demirtaş’la konuşmak istiyor. Polis bırakmıyor, kalabalığı sürekli dağıtmaya çalışıyor, engel oluyor, çok sert davranıyorlar. Fotoğraf çekmek içimden gelmiyor. Demirtaş, dönüp gelene kadar artık simgeleşmiş olan o bodrumda kalıyorum. Döndüğünde ardında hala o kalabalık var. Polis, su sıkmaya başlıyor.
Polis Hikâyeleri
Şehirlerde öyle her zaman karşılaştığınız polislerden değil, anlatılanlar. Özel seçilmiş, sanki insani özelikleri yok edilmiş!? Sanki hepsi birer azman!? Sanki sadece zarar vermek, kırmak, dökmek, vurmak için biçimlendirilmişler!? Kaldıkları evlerin içlerinde bıraktıkları, duvarlara yazdıkları... İnsan olanın içi kaldırmıyor... Öldürdükten sonra bile ölülere şiddete devam ettikleri hikâyeler anlatılıyor. Yazık ki: birçoğu gerçek.
Cizre’de Devlet Ne Yapıyor?
Orada konuştuğum biri: üç katlı evinin içini gösterdi, eşyalarını... Gerçekten bir ilçeyi yerle bir etmişler. Akıl ve havsalanın alacağı bir durum değil, yaşadıklarım. Bazı binalara dışarıdan bakınca bir şey olmamış gibi görünüyor. İçeri girdiğinde, yapılanları görüyorsun, eşyalar, elbiseler, her şey kurşunlanarak delik deşik edilmiş. Balyozlarla kırılmış, yakılmış, kasaturalarla parçalanmış. Ev diye bir şey yok, kalmamış!?
Evin sahibi, evinin halini gösterirken bir taraftan da olanları anlatıyor. Ben inanamayınca elinde fotoğraflar var, gösteriyor. "37. günde biz evimizdeydik ve gitmeyi de düşünmüyorduk... Bu binayı babam 60 yılda çalışarak yaptı. Kardeşim de burada oturuyor. Benim iki küçük çocuğum var. Dışarıdan bir patlama sesi ve ardından da camın kırılma seslerini duyduk. Ben dışarıya baktım, bir şey göremedim. Sonra bir kurşun karşıdaki eve isabet etti. Ardından bizim eve çarptı ve çarpmasıyla içeride yangın başladı. Ben böyle bir şey hiç görmedim. Çocukları çıkarıp yangını söndürdük. Ama isten, pisten içerisi oturulacak gibi değil diye biz de amcamlara gittik... Onların evi, biraz daha dışarda. Arada bir uğrayıp eve bakıyorduk. Bazen de komşular haber veriyorlardı. Evde herhangi bir hasar yoktu, eşyalarımızı da almadık, öylece bırakıp gittik.
Bir ara komşum ‘Sizin evi askerler karargâh yaptı’ dedi. Geldim uzaktan baktım, ev yine sağlam görünüyordu. ‘Yasak kalktı’, dediler; geldim ki: ev, eşya hiç bir şey bırakmamışlar. Herşeyi tahrip etmişler, evi yıkmışlar.” Anlattığı olay, inanılır gibi değildi. Kurşunlara sek sek oynatmışlar adeta... Tek kurşunla evin yanması da, olacak gibi değil. Çıkardı fotoğrafları gösterdi, inanmaz gözlerle baktığımı görünce. Kurşunun geldiği yerde herhangi bir elektrik kablosu filan da yoktu. Belli ki, fosforlu yangın çıkartıcı silahlar deneniyor, bu akıl almaz savaşta. Ben düşünceler içindeyken, evin sahibi, bu sefer siyah bir cübbeyi gösterdi! Komşusu uzaktan “bu Arapların giydiği türdendir” diye, seslendi. Ev sahibi, “hayır onların ki böyle değil IŞİD’ın cübbesi bu” dedi.
Cizre adeta bir çanak gibi, yükseltilerin arasında bir düzlükten şehre giriyorsunuz. Cizre’de abluka başladıktan sonra ölenlerin bazıları, bizim gibi haber peşinde koşan normal insanlardı, şehrin etrafındaki yükseklerde karargâh kurmuş keskin nişancıların kurşunlarına hedef olmamak için evlere saklandılar ve o bodrumlardan tıpkı diğerleri gibi sağ çıkamadılar. Sesleri, feryatları hala kulağımdan gitmiyor.
Cizre’ye İlk Gidemeyişim
Seslerine ses vermek için birçok ilden yine kadınlar harekete geçtik, amaç: Cizre’ye gitmek. Ama ne mümkün? Siirt’e alınmadık, Kurtalan’a alınmadık, Şırnak'a alınmadık... Öğlen oldu Şırnak’ın çıkışında bekledik, bekledik... Kış, kar, soğuk... İhtiyaçlarımızı açık arazide gideriyoruz. Midyat’a doğru yola çıktık akşam gece yarısına yakın vardık. Midyat’ta almadı bizi. Gece ve gündüz bir arabanın içindeyiz. Yakında
bir tesis var dediler. Ama küçük. Yiyecek yok, soba yok. Yine ayazdayız. Sabahı ettik, tekrar yola düştük bu sefer gerisin geri Ankara, İstanbul, Diyarbakır...
Cizre’ye İkinci Gidemeyişim
Nevrozun ertesi günü, 22 Mart, tekrar Cizre yolundayız. Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Ahmet Türk, birçok yabancı basın ve davetliler, başka milletvekilleri de var. Midyat çıkışında yine durdurulduk. Durduracaklarını tahmin ediyorduk. Ama bu kez şehir girişindeki önlemler öyle abartılmış ki? İlk bakışta farkına varamadık. Yani tomalar, akrepler yetmemiş. Siperler yapılmış, ağır makineliler yerleştirilmiş. Birçok noktada keskin nişancılar var, elleri tetikte. Belli ki, onlara göre yaşamamız istenmiyor, katlimiz vacip!? Uzun süren görüşmelere rağmen sonuç alınamadı.
Bu arada yabancı konuklar, önce İngilizce cevap alamayınca, tercüman aracılığıyla sorular sordular... Ama askerler cevap vermedi. Açıklama yapıldı, Diyarbakır’a geri döndük.
Türkiye’nin Meclisinde temsil edilen bir partinin vekilleri, başkanları yine Türkiye sınırları içerisinde olan bir ilçeye alınmıyor. Hem de devletin resmi kolluk kuvvetleri tarafından. Yürütme, yasamanın çalışmasına taş koyuyor? Ne yaman çelişki? Hükümet görevlilerinde öyle bir zihniyet hâkim ki: sabahtan akşama bir dedikleri, diğerini tutmuyor. Bazen delirdiklerini, zıvanadan çıktıklarını düşünüyorum.
Bazı yerlerde “burada ev vardı” diyorlar ama orada evden tek bir eser dahi kalmamış. Görüşlerini engellediği için mi nedendir bilinmez, bazı ağaçları köklerinden devirmişler, bazı evleri de tümden ortadan kaldırmışlar. Sokaklarda bıraktıkları hayvanları dahi kurşunlamışlar. “Kurşunlar, polis kurşunuydu” diyorlar. Cizre’de de, Sur’da da savaşılan insanların dışında ağaçlara, kuşlara, kedilere, köpeklere, ineklere, karargâh seçilen evdeki eşyalara varıncaya dek her şeye kurşun sıkılmış, zarar verilmiş...
Başka bir tek katlı evi ve önünde iki kadını görünce oraya yöneliyorum. İki kadın komşularmış, çaresiz durmadan beddua edip ağlaşıyorlar. Ev, diğerleri gibi: yakılmış, yıkılmış, harabeye dönmüş, içindeki eşyalar, zaten harap. Zarar verenler, bütün öfke ve kinlerini buralara boşaltarak gitmişler, her şey ama her şey parçalanmış. En son giderken üstüne bir
de yakmışlar, evleri. Her yerde abluka kalktı deyip sonra da yasak koymalarının bir başka nedeni de bu delillerin yok edilmesi ve toplanması olsa gerek.
Kadınlar ayaklar altında çiğnenmesin diye parçalanmış Kuranın sayfalarını getirip gösteriyorlar. “Bu kitaba da saygıları yok!? Bunlar nasıl müslümanlar?” Çuvala koymuşlar, orada duruyor. Onlar anlatırken aklıma devlet büyüklerimizin "Camiye postalla giriyorlar, bira içiyorlar, bu kabul edilemez” demeleri geliyor... Camiye girip yaralılara baktıkları için dava açılan doktorlar üşüşüyor aklıma.
"Burası Bizim Gitmeyeceğiz"
Cizre diye bir ilçe yok, artık. Yüksek tepelere yerleştirilen topçular, ilçe merkezini yerle bir etmişler. Harap, hayalet bir kent var karşımızda. İnsanlar ne yapacağını bilemez halde. Gönderilen iki tır dolusu yiyeceğin aynı gece bittiğini söylüyorlar. Belediyenin önünde kadınlar, hepsi yiyecek ve yardım peşinde. Beni de Belediye binasına kadar getiren genç adam, şunları söylemeyi de ihmal etmiyor: "Abla biz buradan hiç bir yere gitmiyoruz. Burası bizim. Köklerimiz burada. Büyük şehirlere gidenler de perişan oldu.
Biz de mi perişan olalım. Perişan olacaksak da kendi memleketimizde oluruz. Benim babam bu evi 60 senede yapmıştı. Bu Allahtan korkmayanlar bir gecede bu hale getirdiler." diyor. “Cizre’nin yeniden ayağa kalkması gerekiyor. Nasılını bilmiyorum. Cizre’liler oralarda verilen beyanatlarda söylendiği gibi diz çökmüş, korkmuş, sinmiş de değil”, diyor. Bir başka Cizre’li "Abla bak bayrağı da diktiler oraya. Burası sanırım Yunanistan!. Hani oradan toprak aldılar ya...” diyor. “Biz kürdüz abla o yüzden, bu zulmü 90-95 arasnda da yaptılar bize. Bir değil, iki değil ki. Artık ne olduğunu biliyoruz, anlıyoruz. Nüfus kâğıdımızda TC yazıyor, ama bu adamlar, onu bile saymıyor. Kürt olmak suç, ama biz bitmeyiz ki!?” Solfasol/Haber Nöbeti/ Gülistan Aydoğdu
Yorumlar (0)