Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Çorba Minestrone

Bu sefer ziyaret ve ziyafet edeceğimiz çorba minestrone (yazıldığı gibi okunur). Genelde kabul gören bu çorbanın İtalyan “cucina povera” ya da bu okuduğunuz dildeki adıyla “fakir mutfağı”na ait olduğu yönünde. Fakirleri tok tutan bu bulamaç 1600-1700 yıllarında kulağına üflenerek bir isim verilince İtalyanların kendilerini tanımladıkları bir yemeğe dönüşüveriyor.

Çorba Minestrone

Bilinen ne bir sabit tarifi var ne de belirli bir pişirme şekli. O yüzden bu yazıda bir tarif de yok. Hakkında sadece genel bir kanı hâkim. Bu çorba mutfaktaki sebzelerin (daha doğrusu dünden kalan yemeklerin) suya atılıp pişirilmesinden ibaret. Ama suya en önce atılan makarna ya da bakliyat yemeği nişastalama ve biraz kalınlaştırmak için. Eğer nişastası ağır olursa sebzelerin dokusu pek bozulmuyor ve tatları pek karışmıyor. Biraz fazla pişirilirse bazı sebzeler suya karışıp görünmez oluyor. Bölgeden bölgeye göre de değişiyor minestronenin içine girenler. Mesela Cenova yöresinde domates koyulmuyor bu yemeğin içine. Domatesi Yeni Dünya’dan İtalya’ya getirmiş olması pek muhtemel Cenovalı Kristof Kolomb’a duyulan sevgiden mi nefretten mi bilinmez tabii bu seçim. Pek de alakası yoktur büyük ihtimalle. Çekelim tarihi uzasın.

Biraz da etimoloji; minestrone = minestra + one. Kelimesi kelimesine “sunulan şey” anlamında. Minestrare sunmak ya da hazırlamak anlamında kullanılıyor. O da Latin kökenli: ministrare yine sunmak, başında beklemek, yanında durmak, hizmet etmek anlamında. İsim hali minister: konumu düşük olan, hizmetçi, rahibin asistanı. Nereden nereye?

Bilmem kaçıncı defa karakola gelmiş herkes İtalyan oturma iznini alabilmek için. En fazla beş metreye beş metrelik bir yer. Üç yanı duvarlarla çevrili, bir duvarda içeri girilen kapı asılı. Hepimizin yüzü kalın camlı dördüncü duvarın arkasında duran polislere dönük. Polislerin yüzü her zaman yere dönük. Afrika’dan, Güney Amerika’dan ya da Asya’dan gelmiş herkes. Sürekli ama oldukça sessiz bir uğultu var odanın içinde.
O yüzden pek de uğultu denemez aslında buna. Bu karma ses sürekli odanın içinde akıyor ama asla rahatsız etmiyor insanı. Sanki dışarıdan birisi sürekli kulağınıza fısıldıyor bilmediğiniz kelimeleri.

Aramızda annelerinin arkasına bağlanmış bebekler var. Bazıları uzaklara bakıyor şimdiden. Yorgunluktan mı yoksa ikinci yaşın şimdiden getirdiği umutsuzluktan mı pek anlaşılmıyor. Dedeler var. Ama yaşları kaç bilmiyorum.
Bana mı yaşlı geliyorlar yoksa gerçekten mi yaşlılar. İçerisi insan sıcağı. Hepimiz terliyoruz. Ama üzerimizdekileri çıkarıp koyacak yer yok.

“O gün şanslı olup varoluşu devlet resmiyeti kazananlar ise kendilerini içten bir gülümseme ile dışarı atıyorlar, en yakın zamanda İtalyan bahçelerine ulaşmak için.”

Üstümüzdekileri elimize almamız demek dışarıda soğukta bekleyenler için daha az yer demek. Üzerinde konuşulmadan anlaşılmış bir kural
sanki; kimse dışarıda kalmayacak. Ya da ben buna inanmak istiyorum. Terliyoruz hepimiz. Suyumuz kaynıyor. Bazen sıcaklık dayanılmaz oluyor ve
birisi artık dayanamayıp dışarı çıkıyor. Eğer kapının yanında değilseniz göremiyorsunuz dışarı çıkanı. Sadece eriyip gidiyor kalabalığın içinde. Bir de kapı açılınca çalkalanma oluyor içeride. Hepimiz biraz yer değiştiriyoruz ama bütünlüğümüz korunuyor nasıl oluyorsa her seferinde.

Çoğumuz şanssız oluyor o gün. Çok defa gelmek gerekiyor buraya. Yeterince pişemiyoruz çünkü. Konuştuğumuz polis ya gerçekten öyle diyor ya da yarım yamalak İtalyancam ile bilerek

ve isteyerek ben yanlış anlıyorum kendisini. İngilizce soruyorum:

“Polis Bey ben artık ne zaman pişeceğim?” “Senin dilini bilmiyorum,” diyor polis. Evime dönüyorum. O gün şanslı olup varoluşu devlet resmiyeti kazananlar ise kendilerini içten bir gülümseme ile dışarı atıyorlar, en yakın zamanda İtalyan bahçelerine ulaşmak için.

Kaçak ya da değil göçmenler en çok ünlü İtalyan domateslerini toplarken görülebilir. Yılda beş milyon tondan fazla domates fışkırıyor bu topraklardan. Beş milyon ton! Bir göçmen eğer şanslı ise günde 27-33 avro arası kazanıyor. Şanslı olmak demek, haftada otuz saatlik iş anlaşmasını yerine getirebilmek için yedi gün, günde dokuz saat çalışmak demek. İzbe yerlerde üst üste vardiyalı uyumak demek. Konuyu ve daha fazlasını merak edenin pasaport kontrolünden geçmesine gerek yok. İsteyen Adana Çukurova’ya uzanır. Ya da Ankara Polatlı’ya.

Ev arkadaşıma soruyorum. “Minestrone mi?” diyor. “Fakirin yemeği. İyilik ve bütünlük demek bizim için; İtalyan bahçelerinden gelen sebzelerin geleneksel aromaları ve bu aromaların ahenkli karışımı!”

Canavarlaşıyorum bir anda. Daha doğrusu bir canavar olduğumu hatırlıyorum. Dostum bu bir ziyafet! Çiğnemeden yutuyorum her şeyi... İşte bu esmer olan, bu saçı dalgalı olan, bu elinde yara izi olan, bu daha iki yaşında.

“Domatesi Yeni Dünya’dan İtalya’ya getirmiş olması pek muhtemel Cenovalı Kristof Kolomb’a duyulan sevgiden mi nefretten mi bilinmez tabii bu seçim.”

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış