Biralar çoğaldı, saatler ilerledi… Sabırsızlığım çoğaldı… Müziklerin aynılığından, kalabalıktan bıkıp söylensek de gitmeye inatla devam ettiğim o bardan ayaklarım kirli, uykusuz ve çok keyifle ayrıldım sabahın ilk ışıklarında… Bütün günümü ayılmaya çalışarak geçirdiğim yetmiyormuş gibi tabanlarım da sızlıyordu… Bu hayatın gerçek tarafı… Oysa dans etmek hayatın bambaşka bir adı olabilir… Bütün günüm dans güzellemesi düşünerek geçti…
Bazı günler, anlar, yaşananlar büyülüdür. Sık sık yaptığımız bir şeyi, belki defalarca birini sevmeyi, okuduğumuz her kitabı birden çok ve ayrı ayrı kitapları bir kez çok sever ve büyüleniriz. Bense danstan bahsetmek istiyorum. Hakkında konuşabileceğimiz her şeyi, hayata benzetebiliriz sanırım. İnsana da… Bütün kalabalık içinde belki sadece içkinin cesaretlendirdiği bir ortamda, kocaman bir konser alanında, gerçek bir dans sahnesinde, bir gösteride, düğününüzde, aşık olduğunuzda, halay çekerek, değerli jüri üyeleri karşısında, parmaklarınızın şekli bozulmasına rağmen bale yaparak, büyük bir disiplin ya da sonsuz bir tutkuyla, sevişerek, sevişirken bakışarak, müzik olmadan, terlemek için, isyan etmek için, eylem yaparken…
Yani yaşarken… Sahnede hızlıca dönerken, düşmemeyi düşünerek etrafımdaki bütün insanlar flulaşırken… Hiç tanımadığım birinin elinden tutup omuzlarımla, kollarımla ondan destek alıp ona destek olurken… Bir halayda, aşka sarılır gibi kendimi güvende hissederken…
Bedenimin asla o kadar esnek ve hızlı olmayacağını düşünüp büyük bir hayranlıkla izlerken… Gülümsemekten ağzımı toparlayamadan izlerken sokakta kalabalık bir horonu… Kalbim her seferinde büyük bir nefesle doluyor. Yalnızca eğlenmek için ya da mutluluk ifadesi olarak gerçekleştiğini düşünsek de diğer taraftan gerçek bir mutsuzluk, yaşama biçimi, öfke patlaması kavga şekli de olabilir. Ölüm acısı çekerken sallanarak ağıt yakmak bir yöresel gelenekten ileri gelse de dans etmek acının da karşılığıdır ve isyanın da…
Emma Goldman’ın illa ki meşhur sözü olan “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir” sözüne tersinden bir yakınlık duymak mümkün. “Devrimi dans ederek yapamayacaksam” gibi bir yolla. Sağır ve kör bir kadının müziği duymadan dans edebilmesi, bir film sahnesi bile olsa, gerçekliğinden hiç kuşkum yok. Müziğin olmadığı bir anda sevgilinle sarıldığında kendiliğinden başlayan minik salınmanın, bu sallanmanın ortaya çıkardığı bilinçsiz uyumun, o büyük ama aynı anda çok hafif ve yıkılmaz dengenin adıdır dans etmek, ve kelimelere sığdıramadığım, cümleleri yetiremediğim böyle bir anın vücut dili. Anlar büyüyü yaratır ve yaşatır. Dansın bir çeşit büyü ya da ayin olduğuna inanıyorum… Dans etmeyi öğrenmek bilimsel ve teknik olarak mümkün ve kimi çevrelerce gerekli olsa da kendiliğinden ortaya çıkması özgürleşmektir. Kadınlar için özgürlüklerden bahsederken bir erkeğin dans etmemeyi tercih etmesi bir tutsak olma halidir.
Dans etmeyi bilmiyor olmak ya da öğrenmek teknik bir karşılıktır. Kurslar, dersler bunu neredeyse herkese yaptırır öğretir. Daha az daha çok, daha becerikli ya da üzerine yakışmayan bir hale getirir. Ve kurallar, dersler her şeyi çok güzelleştirse de işin profesyonel olma halini yaşamak biraz biraz bu büyülü halden uzaklaştırmak gibi bir melankolik tanıma sebep olabiliyor…
Tango, hip-hop, bale, halay, roman havası, samba, salsa, headbang ve daha yüzlercesi… Her birinin hikayesi, coğrafyası, insanı ve bir dili var… Kullandığımız dil yazarak, okuyarak, çoğaltarak yetmiyor. Ve inanıyorum ki dans etmek yaşamanın beden dilidir.
Yorumlar (0)