Dut Ağacı, araştıran-araştırılan, yazan-yazılan, kurtarankurtarılan ilişkisindeki hiyerarşiyi sorguluyor. Çok dilli, çok kültürlü, çok katılımlı görme, anlama ve ifade etme biçimlerinin geliştirilmesini önemsiyor. Kolektif, bugüne kadar iki kapsamlı çalışma yürütmüş. Savaşın Tanıkları Anlatıyor, tanıklıklar üzerinden doğu ve güneydoğuda yaşananları aktarmayı hedefleyen bir iş. Bir kısmı Ben Öldüm Beni Sen Anlat adıyla kitaplaştırılmış. Bir diğeri de 12 Eylül tanıklıklarının sözlü tarih yöntemiyle çalışıldığı ve Öykülerle 12 Eylül adıyla kitaplaştırılan bir çalışma. Gazete Solfasol adına Dut Ağacı Kolektifi’nden Ercan Jan Aktaş’la, hikayelerini, felsefelerini ve gelecek planlarını konuştuk.
Bize isminizin hikayesini anlatabilir misiniz? ‘Dut ağacı’nı ve ‘kolektif’i seçme nedenleriniz nedir?
Dut Ağacı herkesin rahatlıkla ulaşabileceği, dokunabileceği, meyvelerinden, gölgesinden yararlanabileceği bir ağaçtır. Her sokakta her yerde bulabileceğiniz, birçok farklı coğrafyada karşınıza çıkabilecek bir ağaçtır. Bu anlamıyla ulaşılması, paylaşılması, değerlendirilmesi kolaydır. Sokağın, hayatın bir parçasıdır. Bizler de sosyal bilim üzerine bir tartışma sürecine girdiğimizde böyle bir eksenden baktık. Bilimin kendisi de toplumsaldır, hayatın içindedir. Ancak akademi bir şekilde toplumsal üretimin kendisi olan bilimi tekeline aldı, en çok da sosyal bilim için yaptı bunu. Bilimin hiyerarşisini eleştirmek üzere bir araya gelen bir yapıyız. Farklı disiplinlerden arkadaşlar 2004 yılında Amed’de atölyeler gerçekleştirdi ve bu şekilde başladı. Onlarca arkadaşın heyecanı ve de yoğun emeği ile başladı. Şimdi bir şekilde sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakılan Pınar Selek, Mehmet Tali, Eylem Dilan Polat gibi bir çok arkadaş bu sürecin içindedir. Bilim aslında toplumsal bir faaliyettir, herkesin içinde olduğu bir süreçtir ama birileri bunu alıyor, patentleyip, markalaştırıp dolaşıma sokuyor. Oysa bu toplumsal üretimin biz de bir parçasıyız ve kendimiz de bu bilgiyi üretebiliriz. Hayatın bütün alanlarından insanlarla birlikte ne kadar bir arada durabilirsek, üretmek istediklerimizde ortaklaşıp bilgi üretebiliriz, dedik. Bu nedenle de ‘kolektif’ bir oluşum olmayı seçtik. Bilgi benim kendimin bilgisi, hayatımdan, deneyimlerimden, arayış ve de emeğimden oluşan bir üretim, bunun üzerine söz söyleyebilir, başka arayışlar ile ortaklaştırabilir, dolaşıma sokabilirim. Yapabilirim ve bunu benimle bu bilgiyi paylaşan ya da paylaşacak olanlarla beraber yapabilirim fikri üzerinden Dut Ağacı Kolektifi’ne geldik.
“Bilgi arayışını kolektifleştirmek” diyorsunuz manifestonuzda...
Kesinlikle araştıran ve araştırılan arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırdık. Özne-nesne ilişkisini, yazan-yazılan ilişkisini ortadan kaldırdık. Tabii pratikte bunu ne kadar başardık tartışılır, eksiklerimiz vardır ama bu eksenimizi sürekli korumaya ve bu bağlamda üretmeye çalıştık. Sokaktaki görünürlüğümüzü bu anlam üzerinden kurup, eleştirdiğimiz alanlara doğru götürmeye çalıştık. 2004 yılından beri, 10 yılı aşkın bir süredir varsınız. Az zaman değil. Başlangıcınız nasıl oldu? Bizim doğumumuz bir kadın yapısından oldu. Bir kadın yapısının içinden çıktık. Amargi’den gelişen bir yapı olduk. Pınar Selek’in önemli katkıları oldu.
Şu anda Avrupa’da yaşamak zorunda kalan birçok kadın arkadaşımızın önemli katkıları oldu. Kadın ekseninden doğru üretim ve de eylemi söz olmaktan çıkartıp gerçek gündelik hayatlarının bir parçası haline getirebilmiş arkadaşlarımız bu arkadaşlar. Çıkış noktasından sonra gelişme perspektifinin odağı ise toplumsal barış oldu. Barış deyince şöyle bir algı var: “barış talep edilen bir şeydir”. Biz barışın talep edilecek bir şey değil, bizzat kurulacak ve yaşanacak bir şey olduğunu söyledik. Bir araya gelişimizi ve örgütlenmemizi bu belirledi 10 yılı aşkın bir süredir.
Amed’de, İstanbul’da, Urfa’da katılımcı atölyeler üzerinden ilerledik. Savaşın Tanıkları Anlatıyor diye devasa bir çalışma yaptık. Coğrafyamızda yaşanan acı bir gerçeğe dokunmak, rakamlar ile ifade edilenlerin sadece rakam değil hayatlarımızdan gerçek parçalar olduğunu anlatmaya çalıştık. Bu çalışmada büyük bir çoğunluğu Kürt tarafından olmak üzere; gerilla, asker veya milis olarak çatışmalarda hayatını yitirenler ile polis-asker karakollarında kaybedilen ve işkencede öldürülen insanların hayat hikâyeleri yakınlarının –öncelikli olarak da annelerinin- ağzından anlatılmıştır.
“Bilimin var olduğu şekliyle kurduğu hiyerarşinin karşısındayız.”
“Savaşın Tanıkları” çalışmanızdan daha ayrıntılı bahsedebilir misiniz?
Bir çeşit sözlü tarih çalışması mıdır? Onlarca arkadaşımızın yer aldığı büyük bir çalışma oldu. Sözlü tarihin kendisi rakamlara, kahramanlıklara sıkıştırılan tarih yazımına ciddi bir itiraz ve tarih yazımının demokratikleştirilmesidir. Bu nedenle çalışma yöntemimiz sözlü tarih oldu. Bilimin var olduğu şekliyle kurduğu hiyerarşinin karşısındayız demiştik. Tarih anlatısı resmi tarih anlatısıdır. Olaylar, kahramanlar üzerinden anlatılmaktadır. Oysa bunun dışında gerçek insanların hayatında bir tarih akışı var. Bizim bunu görünür kılmamız lazım dedik. İçinden halen bir türlü çıkamadığımız bir savaş gerçeği var. Ve savaş hep rakamlarla ifade ediliyor. Biz sözlü tarih çalışmalarımızı başladığımızda 35 bin kişi deniyordu.
“35 bin insan yaşamını yitirdi.”
Bugün 40 bin oldu. Biz insanları rakam olmaktan çıkarmak istiyoruz. İnsanlar rakam değil, o insanlar sokakta, aileleriyle, dostlarıyla bambaşka bir hikâyeye sahipler.
Biz o hikâyeleri anlatmak istedik. Sınırlar çizmek istemiyorum ama Türkiye’de bir hat kurulmuş gibi. Fırat Nehri’nin öte yanı ve bu yanı var. Hakkari’de, Amed’de, Cizre’de yaşananlar gerçekten İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den görülmedi. Bugün de aynı durum var, değişmedi. Bu savaşı yaşayan insanlar rakam değil. Bugün çoğu büyükşehirde hayatı ürettiğimiz, paylaştığımız, alışveriş yaptığımız, aynı apartmanda oturduğumuz, ya da bağırıp çağırdığımız ama bir etkileşimimiz olmayan insanlar. Biraz da bunu göstermek için Savaşın Tanıkları çalışmasına başladık. Rakamlara vurulup başkalaştırılan şeylerin çok yakınımızda yaşayan hikâyeler olduğunu göstermek istedik. Toplumsal barış çalışmasını bir başka eksende yürütmeye çalıştık.
İstanbul, Diyarbakır, Urfa ve Van’da onlarca arkadaş bu sürece katıldı ve derinlemesine 125 tane hikâye ortaya çıkardık. Ve her bir hikâye gerçekten bizi sarstı. Yani bizler bu sürecin yabancısı değildik ama gene de duyduklarımız bizi çok sarstı. İstanbul’da üç tane çalışma grubu oluşturduk, karşılaştığımız hikâyelerin ağırlığından dolayı devam edemeyen arkadaşlarımız oldu. Görüşmelerde kitlendiğimiz anlar çok oldu, ağlayıp çıkan arkadaşlarımız çok oldu. Ama anlatıcılar bu noktada muazzam bir emek gösterdiler. Bizi dönüştüren, üretme sürecine bizi katan onlar oldu. Çok zorlu bir süreçti ama sonuçta muazzam bir iş çıktı karşımıza. Bizler o insanlara dokunarak bir sorumluluk aldık ama sorumluluğunun gerektirdiklerini hakkıyla yapamadık şu ana kadar. Ürettiğimiz şeyleri dolaşıma sokmak, görünür kılmak konusunda eksik kaldık. Toplumsal barış, hepimizi, bütün yapıları, bütün ezilmişleri ilgilendiren bir konu.
O nedenle mümkün olduğunca yaygınlaştırmak lazım. Biz yaygınlaştırmada pek başarılı olamadık. Bir sergimiz oldu Amed’de, iyiydi de fakat bir polis baskınıyla her şey toplandı. Arkadaşlarımız yargılandı, ceza aldı. Bir ikincisini yapamadık o serginin. 125 hikâyeden 54’ü ile bir kitap yaptık, ismi ‘Ben Öldüm Beni Sen Anlat’. Belge Yayınlarından çıktı, sadece bir baskı yapıldı ve tükendi. Kitap sözlü tarih çalışmaları yapan insanların dikkatini çekti, tartışıldı, bunu gördük, ancak o çevreyle sınırlı kaldı. Onun dışında başka ürünlere dönüştüremedik çalışmamızı. Dut Ağacı’nın şu anda temel gündemlerinden bir tanesi bu. 2015’ten itibaren biz bu çalışmayı farklı şekillerde dolaşıma sokmayı konuşuyoruz, tartışıyoruz. Bir yandan da kolay bir kitap değil, ansiklopedi gibi bir materyal. Onu da tekrar dönüştürmemiz gerekiyor. Batı-merkezciliğin eleştirisini yapıyorsunuz çalışmalarınızda. Ama Doğu-merkezciliği de yapmıyorsunuz ya da anti Batı-merkezci de değilsiniz.
Bu bakış açısını biraz açar mısınız?
Bilimsel bilgi diye kurgulanan bir şey var. Belgelere, delillere dayanan… İşte “belgelerle konuş” denir mesela, “bilimsel ol”. Bu öyle bir şeye dönüştürülmüş ki, gündelik hayat içerisinde akıp giden gerçekliği yadsıyan, görmezden gelen bir şeye dönüştürülmüş. Belgeyi kim, nasıl, ne için oluşturur? Egemenler oluşturur, iktidarlar oluşturur.
Nasıl oluştururlar?
Tamamen kendi durdukları yerden, kendilerini koruyacak şekilde oluştururlar. Bu anlamda tarih yazımının belgelerle sınırlandırılması korkunç bir haksızlıktır. Pozitivizm, modernizm, demokratikleşme denen şeyler de hep Batı eksenli olarak geliştirilmiş ama bu süreçte insanlık mirasının bir kısmı yadsınmış veya görmezden gelinmiş. Farklı coğrafyalarda başka alanlarda üretilenlerin, açığa çıkarılanların görmezden gelindiği de olmuş, görülerek gasp edildiği ve başka bir dil üzerinden sunulduğu da olmuş. Bu perspektif bilim, tarih yazımı, siyaset, medya alanında yaygın kullanılan bir perspektif olmuş. Bu Batımerkezli perspektif örgütlenme yapılarına da sıçrıyor.
NGO denen STK denen bir örgütlenme biçimi mesela bugün Amed’e, İstanbul’a, İzmir’e, Hakkari’ye, Bağdat’a her yere benimsetilmeye çalışılıyor. Biz inanıyoruz ki kendi ürettiğimiz bilgiyi dolaşıma sokabilirsek kendi farklı araçlarımızı da geliştirebiliriz. Planlananların dışında bir akış yaratabiliriz. Batı-merkezli yaklaşımın ötekileştirdiği coğrafyalar, cinsler, cinsiyetler, hatta doğanın kendisi ile birlikte başka bir dil var zaten pratikte ve hatta bir görünürlük de var. Yapmaya çalıştığımız bu görünürlüğün, bu dilin, bu etkileşimin, bu üretimin daha yaygın olarak bilinmesini sağlamak. Tek bir yönteme ya da dile mecbur olmadığımızı göstermeye çalışmak. Yaşananlardan çıkan, ezilmişlikten örgütlenen, kendi kabuğunu kırmaya yönelik bir yöntemden bahsediyorsunuz...
Çok kıymetli. Biraz da 12 Eylül çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz? 12 Eylül farklı çevrelerde farklı şekillerde algılanan bir süreç olarak değerlendirilebilir. 2010’daki referandum sürecinde “yetmez ama evet” tartışmaları ile başka bir şekilde de gündeme geldi. Referandum sonucunda yargılamaların önü açıldı. “İki ihtiyarı yargılayarak bir yere varamazsınız” diyenler oldu. “Bu dava değerlidir çünkü dava sırasında toplanan belgeler birçok başka davanın önünü açacak” diyenler oldu. Dava süreçleriyle ilgili avukat Arif Ali Cangı ile yapılan bir söyleşi Temmuz 2014’te Gazete Solfasol’de yer almıştı. Sizin tüm bunlara bakış açınız nedir? Öykülerle 12 Eylül adında bir çalışmamız oldu. Biz bu çalışma sırasında birçok varsayımın yanlış olduğunu gördük. Mesela 12 Eylül bir yerde başladı bir yerde bitti gibi bir algı var. Biz çalışmaya başladığımızda gördük ki 12 Eylül’ün başlangıcı 12 Eylül 1980 değil. Aslında süregelen bir şeydi, başka bir tarih akışı vardı ve aslında bu akış belli bir yerde de bitmedi, halen sürüyor. Türkiye’deki toplumsal gerçeklik açısından bir 12 Eylül çalışması gerekliydi. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde katıldığım bir konferansta Salih Sezgin çıktı Diyarbakır’ı anlattı. O Diyarbakır’ı anlatırken o süreçte Mamak’ta, Metris Cezaevi’nde kalan insanlar şöyle bir şey dediler: “Ben Salih Sezgin’i dinledim ve Mamak’ı anlatmak bile istemiyorum şu an”. Bunu söyleyenler 1980 öncesi belli bir siyasi örgütlenme içinde olan, sonuçta cezaevine girmiş insanlardı. Bu insanlar bile Diyarbakır’ı bilmiyorsa toplumun genelinin bilmemesini, algılayamamasını normal karşılarım. O zaman ortaya çıkan tabloda bir yandan toplumun bir kısmının içinde yaşadığı bir süreç diğer kısma hiç dokunamamış oluyor.
Mamak Metris’e, Amed Mamak’a dokunmamış.
Biz o dokunuşa vesile olmak istedik. Mamak Metris’e, Amed Mamak’a dokunmamış. Kendi bilgimizi üretmekten bahsediyoruz, kendi açımızdan anlatmak için ne yapabiliriz diye düşündük. Kendi bilgimize dönüp bakalım dedik. Bizde birincisi 12 Eylül’e tanıklık yapmış olanlar vardı. 12 Eylül kuşağı diye geçen kuşak vardı ve bir de yeni jenerasyon vardı. Üç farklı jenerasyon ile biz bu çalışmalara başladık ve her birimiz başka deneyimler yaşadık bu çalışmalar sırasında. Şunu anladım ben kendi açımdan: Diyarbakır’da yaşananları her Kürt mutlaka okumak zorundadır. Bir yerlerde okumuştum, diyordu ki Fransızlar belli bir zaman geldiğinde çocuklarına Sefiller’i okuturlar. Buna benzettim. Her Kürt Amed’i okumalıdır bu birincisi. İkincisi, sadece Kürtler değil herkes orayı okumalıdır. Orayı okuyamazsak kuramıyoruz bağlantıları.
35 yıl geçti hala okunmadı orası, dolayısıyla dokunmadı da kimseye. Gerçi bu sadece Amed için değil Mamak da okunmadı, dokunmadı genel olarak. Aslında biz bu 12 Eylül çalışmasına başlarken cezaevleri odaklı bir çalışma yapmayı düşünmemiştik. O süreci yaşayan herkes diye düşünmüştük. Üç tane ana şey çıktı Mamak, Metris, Diyarbakır ve bir de o süreci dışarıdan gözlemleyenler çıktı. Bu insanlara ulaştık, onlarla konuştuk. Konuştuğumuz insanlar bize bizim durduğumuz yeri de sorgulattılar, beraber ulaştık belli bir noktaya. Hukuksal sürece gelince...
Darbenin yargılandığını düşünmüyorum. Davalar açılmış olmasını önemsiyorum ben şahsen. Ankara’da olsam Adliye’nin önündeki eylemlere katılırdım. Bunun olması lazımdı. 12 Eylül için şöyle bir cümle vardır hani, “insanların %97’si evet dedi 82 Anayasasına” diye. Bu bir yutturmaca, kandırmacadır. Her ne kadar teatral bir şeye dönüştürülmüş olsa da en azından bu tip şeyleri deşifre eden bir süreç oldu yargılama süreci. Müdahil olmak lazım, takip etmek lazım, mümkün olduğunca bir şeylere dokunması için çaba sarfediyor olmamız lazım. Bu anlamda durduğumuz yer, söylediğimiz sözler ne kadar ideal olursa olsun bizler de sokakların bir parçasıyız ve ister istemez olan her şeyin bizler üzerinde etkisi var. Bunlar birbirlerini dışlayan şeyler olmak zorunda değil. Ancak darbe yargılandı mı, hayır yargılanmadı. Darbe sürecinde yaşanan korkunç insanlık suçları var. Bir arkadaşım şunu anlattı: “ben bir örgütte kadın militandım, Samsun’daki bir toplantıda başıma gelen bir şeyi anlatınca yoldaşlarım bana dediler ki sen sus.” Karadeniz’de neler yaşandığını mesela bilmiyoruz. Karadeniz’de bilinçli, kitlesel tecavüzler yaşandığını söyledi.
Muhalif ve sistem karşıtı olan kadınlara yönelik devlet aklı tarafından böyle bir yöntemin geliştirildiğini söyledi bu insan. Biz 12 Eylül için yaptığımız sözlü tarih çalışmasında örgütlerin ve muhalif yapıların kendilerini de sorgulamamıza yol açan bir süreç yaşadık.
Bunun sonuçlarını yayınladınız bir kitap olarak değil mi? Öykülerle 12 Eylül yayınlandı. Bu öykülere dijital olarak ulaşmak mümkün müdür?
Evet yayınlandı ancak para ile satılmadı. Dut Ağacı’nın en büyük eksikliklerinden biri çalışmalarının görünürlüğünü gerektiği biçimde sağlayamamak. Şu anda ilk etapta web sitemizi oluşturuyoruz. O sitede hem Savaş Tanıkları çalışmalarını metin ve görselleriyle hem de 12 Eylül metinlerini ve ses kayıtlarını paylaşacağız. Bu şekilde bize erişilmesini de kolaylaştırmış olacağız. Bu çalışmalarımız bize göre zaten bitmiş çalışmalar değil, halen devam eden çalışmalar. Üç jenerasyon katıldı dediniz bu çalışmalara.
Birinci elden tanıkların yüzleşme sürecindeki rollerine dair ne düşündüğünüzü sormak istiyorum?
Bu hesaplaşma birinci halkadan ikinci üçüncü halkalara nasıl yansıyor sizce? Bizzat yaşayanlardan diğerlerine aktarılma süreci nedir, insanlar ürettiklerinizle nasıl dönüşecek, nasıl değişecek? Bilginin dönüştürme gücünün “dokunma” ile gerçekleştiğini düşünüyorum. Etine dokunması, acıtması lazım... Bizim çalışmalarda ortaya çıkan öyküleri okuyan birisinin orada anlatılanlara kayıtsız kalabileceğini düşünmüyorum. Sen ne kadar hazırsın ya da hazır değilsin önemli değil pek, olana içerilmiş oluyorsun okuyunca, sana dokunmaya başlıyor, kuruyup kalıyorsun. Mesela bir görüşmeye biz dört arkadaş gittik. Görüşmeyi yaptık çıktık, İstiklal’de bir 100-200 metre birbirimizle konuşmadan yürüdük ve gene konuşamadan dağıldık evlerimize, hiç kimse bir şey diyemedi. Ve orada her birimizin tecrübeleri çok farklıydı, hiçbir şeye bizzat tanık olmamış olanlar da vardı ağır yaşantıları olmuş olanlar da. Ama hepimiz hemen hemen aynı şeyleri düşündük çünkü bambaşka bir şey oldu orada o paylaşımda. ...kimin hikâyesi olduğu gibi ayrımlar da bir noktada ortadan kalkıyor İnsan olmak yetiyor diyorsunuz... Evet, bambaşka bir şey aktı ve oradaki arkadaşların hepsinin hayatlarında bu bilgi dönüştürücü oldu. Buna bizzat şahit olduk.
Mesela Yahudi bir arkadaşımız vardı bizimle birlikte. İsrail-Filistin meselesinde bazı şeylere başka noktalardan bakıyorduk ama beraber Amed Cezaevi’ni dinlediğimizde bambaşka bir noktaya geldik. Gene, Esenler’de Dersimli bir kadınla konuştuğumuzda, bir kadın arkadaşım ve ben, ki bizler yurtsever hareketten gelen insanlarız, bizzat kayıplar yaşamışız, o kadını dinlediğimizde bambaşka bir noktaya geldik. Yani hikâyenin kimin hikâyesi olduğu gibi ayrımlar da bir noktada ortadan kalkıyor. O hikâyeyi duyduğun anda, hikâyenin içine giriyorsun ve sen de aynılaşıyorsun. Bu nedenle inadım bitmiyor benim. Dönüşüm için bu tür bir dahiliyet yeterli aslında ama bir yandan da gerçekten İstanbul’daki bir hayat ile Hakkari’deki hayat çok farklı. Ben sahilde yürüyüp eve geliyorum, oradaki bir arkadaşımı arıyorum. Ne yapıyorsun diyorum, “cenazedeyim” diyor. Başka bir zaman arıyorum, “taziyedeyim” diyor. Başka bir hayat var. Onu anlamak için parçası olmaya gayret etmek, gitmek, görmek, dinlemek, orada bulunmak da lazım.
Biz bilgi üretim sürecimizde bu sınırları ortadan kaldırmaya çalışıyoruz. Bizzat İstanbul’da da yüzbinlerce insan var savaş döneminde kalkıp gelmiş olan. Bu insanların yaşadıklarının diğer İstanbullulara dokunuşu ne oldu? Olmadı... Savaşın Tanıkları çalışmasında bizim mahallede yaşayan bir kadınla görüştüm ben. Anneme anlatınca ısrar etti, onları tanıştırdım. Annem onun hikâyesini duyunca kendi veryansınlarını bıraktı, sustu kaldı. Hikâyelerin kendisi yaşayan, dokunan, bazen coşturan, bazen küstüren şeyler. Sadece o hikâyeyi dinlemeniz, okumanız bir dokunma anı olabiliyor. Değişim, dönüşüm öyle oluyor. Ama işte 35 yıldır dokunmadı bu hikâyeler kimseye. O nedenle iktidarlar bu kadar rahat.
Dut Ağacı’nın bundan sonrası için planları nedir?
Dalgalı bir ritmimiz olabiliyor. Bazen insanlar kenara çekiliyor ama sonra tekrar ortaya çıkıp birleşiyorlar, şu anda gene öyle bir birleşme dönemindeyiz. 2015 için bir yol haritası belirledik. Enerjimiz oluştu tekrardan. Eksik bıraktığımızı düşündüğümüz Savaşın Tanıkları çalışmasında kalan hikâyeleri kitaplaştıracağız. Daha yaygın dolaşıma sokmaya çalışacağız. O hikâyeleri sergiye dönüştürme planımız var. Ve bununla birlikte web sitemizden erişilebilir olmasını sağlayacağız yaptığımız çalışmaların. Diğer bir şey de Dut Ağacı olarak içinde bulunduğumuz bazı ağlar var mesela anti-militarist mücadele, vicdani ret, savaş karşıtı hareketin içinde de aktivizmin bir parçasıyız. Ekolojik ağlardan Ekopotamya’nında bir parçasıyız, bunlar içindeki mücadelelerimizi de devam ettireceğiz. Bir de nefret cinayetleri konusunda çalışma yapmak istiyoruz. Bir transın yaşadığı korkunç hikâyeyi sadece translar, kadınların yaşadıklarını sadece kadınlar bilmesin, öyle bir şey olmaktan çıksın bu istiyoruz. Biz de çalışalım istiyoruz bu konuları.
Hayatın, sokağın ritmi ve gündemleri bize etki ediyor, bizleri dönüştürüyor. Bizler de bunu başka insanlar ve başka hikayeler ile ortaklaştırmak, paylaşmak, dolaşıma sokmak için üretmeye devam edeceğiz.
Çok teşekkür ederiz. Bu çok değerli çalışmalarınızı takip ediyor olacağız.
Yorumlar (0)