Öyle sandık.
Çünkü temel varsayım şuydu; eğer yeterince uzun bir ömrünüz olmuşsa, eğer kendi kısa ömrünüzü genişletecek kadar bakmışsanız etrafa, hemen her konuya uygun bir anınız, bir hikâyeniz olur; şimdide yaşanan bir şeyi ta o zaman, ya da orada bir yerde yaşanmış olanın içinde bir tohum gibi bulup, onu büyütüp şimdiyi anlamaya köprü yapabiliriz. Ama o köprü bazen hevesi kaçmış bir iskele gibi kalakalıyor.
Bu yazın her gün ağırlaşan haberlerinden biri, hayatımızın içine yeniden tiyatro repertuvarını soktu geçtiğimiz aylarda. Pek çok sanatın yaşça ve boyca büyük ağabeyi sayılabilecek tiyatronun dağarında hemen her duruma uygun bir hikâye vardır zira.
Rojava ve Şengal’de yaşamlarını yitiren insanların cenazeleri Bakanlar Kurulu ve İçişleri Bakanlığı’nın kararı gerekçe gösterilerek 10 gün boyunca Şırnak Silopi’deki Habur Sınır Kapısı’nda bekletildi. Bu
ne ilk ne sondu üstelik. O sıcakta gömülemeden bekletilen cenazeler, kendilerinden bekleneni yaptı ve bozulmaya başladı. Bunun geride kalanlar, yaşadığını sananlar üstündeki en dikkate değmez etkilerinden biri de Sophokles’in Antigone’sini hatırlatması oldu. Devletin el koyduğu, yakınlarına vermediği her ölümde o tragedyayı okumuş olanlar, ölülerini alıp gömmek isteyen aileleri ölümü pahasına kardeşini gömmeye çalışan Antigone’ye, ölülere el koyan muktedirleri
de oyunda Polyneikes için gömülme yasağı çıkaran yönetici Kreon’a benzettiler. Benzetme yanlıştı ama elden başka türlüsü gelmiyordu, oyunu doğallıkla kendi koşullarımız içinden anlıyorduk. Ama aslında yazıldığı yerde niyet belki de çok farklıydı.
Çünkü tragedya mite yurttaşın gözünden bakılmaya
başlandığında ortaya çıkmıştır. Bu şu demektir; artık hikâye gökten yere inmiş, ayağını yere basmış, dünyevi olanla hemhal olmuştur. Beşinci yüzyıl antik Yunan tragedyalarının belki de en dikkat çekici yanı bu değişimin mantıki sonuçlarından birini gözler önüne sermesidir: tanrıların yasasından, insan eliyle yazılan yasalara geçiş. Bu nedenle tragedya sahnesi aynı zamanda bir mahkemedir. Antigone tragedyasında iki karşıt görüşten biri saf din, diğeri saf dinsizliktir. Antigone’ye kardeşini gömmesini emreden buyruk gücünü dinsel yasalardan alır. Bu nedenle Antigone kendi ölümü pahasına kardeşini gömmek zorundadır, bunu yapmadan ölmeyi düşünemez bile. Onun karşısına dikilen ve “kardeşini gömmeyeceksin”
diyen ise bir insandır, kent devletinin yöneticisi. Gömme yasağı öncesiz tanrıların yasasını hiçe sayan Kreon’a aittir. Sophokles’in nasıl zorlu bir çatışmayı sahneye çıkardığını anlamaya çalışalım: inanan insanın bulunduğu yerden başlangıcını göremediği tarih nedeniyle kadim saydığı dinsel buyruğa karşı, kendisi de bir ölümlü olan, yapısı ve koşulları gereği kusurlu ve eksik insanın buyruğu. Ama Yunan
Hukuku kurulmaya başlamıştır işte, bu dünyanın yargılanacağı seküler yasalar yazılmaktadır, bu nedenle ötedünyanın yasaları hiçe sayılmalıdır. Peki “Gömeceksin!” ve” Gömmeyeceksin!” diyen iki ayrı yasa karşı karşıya geldiğinde ne olur; daha pratik bir soru, yurttaş şimdi ne yapacaktır? Halkın aklına ve vicdanı diyebileceğimiz kişisel adalet duygusuna tragedya sahnesinden sorular sorulmaktadır. Biri itibarını büsbütün yitirmemiş, diğeri henüz yeterince itibar kazanmamış iki buyruğun birbiriyle bir bakıma da güç savaşına girmesidir Antigone oyunu. Her iki tarafın da argümanları o denli güçlüdür ki, seyirci iki “doğru”nun arasında kalır ve bunlar üzerine düşünür. Düşünürken düşünürken, sahnede aynı konuyu tartışıyormuş gibi görünen tarafların aynı sözcüklere yüklediği farklı anlamları keşfeder, dilsel iletişimin imkânsızlığa varışına şahit olur, her iki tarafın savunmalarındaki açıkları sezer, çünkü sahnede bir hakikat değil, bir sorun gösterilmektedir.
Burada modern bir gözün ve bunca devlet zulmüne uğramış bizlerin bugün anlamakta doğal olarak güçlük çekeceği bir denge oyunu vardır. İktidardaki Kreon kötü değildir, katı bir reformisttir. Antigone bir “devrimci” değil, bir muhafazakârdır. Kreon’un katılığı kontrolsüz bir hal aldığında kendi ayağına dolanacak, bu aşırılığı onun nedamet getirmesine yol açacaktır. Ama o oyunun düzleminde ve tarihsel/kültürel koşullarında sorun, yasası değil, bunu uygularken başvurduğu yöntemdir. O tragedya sahnesinde kimse savunduklarıyla o kadar da haklı ya da haksız değildir ve bir tragedyayı melodramdan ayıran budur. İyilerle kötülerin savaşı değildir bu. Bu çürük melodram dünyasının içinden o tragedya dünyası ancak böyle görülebilirdi, öyle görüldü.
Çünkü bugünün “(ben izin verene kadar) gömmeyeceksin!” buyruğu bütün gücünü seküler olmayışından alır. Ölülere el koymanın gayesi geride kalanların hayatına el koymaktır. Onlar dünya yüzünden silinene dek, “hayatlarımızı toprağa verirken” bu eziyeti tersine çevirmenin en sağduyulu yolu belki de ölülerin bedenini çekiştirmek yerine, ölümlerin hesabını sormaktır, çünkü ölen açısından ölümün iyi yanı artık acı falan çekmeyecek olmak, bedeninin sorumluluğundan kurtulmak, onun için artık kaygı duymamaktır. Acının kalbinde duran en yakınlar için bu olanaksızdır ama bana öyle geliyor ki, dış çemberdekiler için ölümle değil de hayatla konuşmanın yollarından biri budur. Bazı şeyler hakkında yazmak düşünmekten daha zordur. Belki de dursam iyi olur.
Ama beyhudeliğini bile bile son bir söz daha; mit halkların uyanıkken gördüğü ortak rüyadır ve tragedyadan sökülüp gelen tiyatro bu rüyanın yorumudur, böyle baktığımızda her oyun bir bakıma rüya tabiridir. Ve rüya gören herkes bilir ki, kan rüyayı bozar. Rüyalarımızın kanla bozulmadığı güne dek, baktığımız hiçbir şey tiyatroya benzemeyecek.
Yorumlar (0)