Ancak 23 Ocak 2016 Cumartesi günü, ihtiyaç duyulan bir projeye vesile oldu Grönholm Metodu. İşitme ve görme engelli tiyatro severlerin katıldığı bir gösterim gerçekleştirildi. Oyun süresince canlı işaret dili tercümanları işitme engelli tiyatro severlerin, simultane olarak sesli betimleme yapan uzmanlar ise görme engelli izleyicilerin farklı bir deneyim yaşanmasına imkan verdiler.
Yaklaşık iki yüz görme ya da işitme engeli olan tiyatro sever, görme ya da işitme engeli olmayan tiyatro sever ile aynı anda oyun izleyip, anlık tecrübelerini paylaştılar. Sosyal Sorumluluk Projesi ya da “engelliler için tiyatro” tanımlamaları özünde ayrıştırıcı bir sürece işaret ettiğinden, engellilerin gündelik olana katılımlarını sağlamanın özellikle önemli olduğunu aktaran uzmanlar, bu projenin en önemli özelliğinin
görme ya da işitme engeli olmayan seyircilerle birlikte gerçekleşmiş olması olduğunu dile getirdiler. Engelsiz bir yaşamın, yaşam kadar kabullenilmiş, sindirilmiş doğal kabulünü mümkün kılmanın en önemli ödevimiz olması gerektiğini bir daha hatırlattılar.
Oyun öncesinde görme engelli tiyatro severler, sahneye, dekora, aksesuarlara dokunup tarif edilen nesneyi zihinlerinde canlandırdılar. İlginç bir şekilde bazı görme engelli tiyatro severlerin nesnelere dokunmaktan kaçındığını gördüm. Bunun hayal güçlerine duydukları güvenden kaynaklandığını öğrendim.
Oyun sonunda, fuayede oyuncular ve yönetmenle bir araya gelen seyirciler izlenimlerini paylaştılar. İşaret dili ve sesli betimleme uzmanları ise süreç içindeki tecrübelerini aktardılar ve ihtiyaç duydukları destekten bahsettiler.
Bir devlet kurumu olan Devlet Tiyatroları’nın sosyal sorumluluk projesi adı altında gerçekleştirdiği bu etkinlik, sürece yayılması gereken ve kendi içinde düzene ihtiyaç duyan bir hadise olduğunu tekrar tekrar bize hatırlattı. Tiyatro programlarında yapılan düzenlemeler ile görme ya da işitme engeli olan tiyatro severlerin sanat ihtiyaçlarına destek olmak amacıyla umarım ki günübirlik değil, profesyonel bir organizasyon şeması çizilir ve olabildiği kadar oyuna ulaşma imkanı bulabilirler.
Sesli Betimle Derneği yönetim kurulu üyesi Çiğdem Banu Yeşilırmak oyun sonunda şunları söyledi:
“ Yaşamın bir parçasıyız. Herkes potansiyel bir engellidir diye garip bir cümle var ama bu aslında insanı çok da rencide eden bir cümle. Biz kendi varlığımız içinde bir engellilik taşıyabiliriz. Uçmayı bilmiyoruz. Ben dağa tırmanamıyorum. Yaşamın içinde bir yerlerde var olduğumuz gerçeğin içinde hareket etmeliyiz. O yüzdende tiyatro sahnesinin arkasında oturan grubun içinde bir kaynaşma olmalı. Sadece erişim sağlanması yeterli. Biz şu anda bugün sahnenin bir tarafında işaret dili uzmanı, kulaklıklarda simültane tercümanlıkla betimleme yapılmasıyla zaten bu erişimi sağladık. Bir de hayatta şuna inanıyoruz: onlar olmadan onlar için hiçbir şey yapmıyoruz. Engelliler yoksa zaten yapılan işin de bir anlamı yok. Onların onayından geçmemiş hiçbir işin de bir manası olduğunu düşünmüyorum. Bugün yaptığımız onların onayından geçti ve çok beğenildi. Buradan herkes gülen bir yüzle çıktı. İzleyiciler de aslında böyle bir oyuna geldiklerini bilmiyorlardı, arkadaki normal biletli izleyici de. Tedirgin olan, bu olaydan rahatsız olan hiç kimse yoktu. Herkes doğal bir olayın parçası gibi bunu izledi ve dinledi diye düşünüyorum.”
Sesli Betimleme Derneği gönüllüsü olmak isterseniz : www.seslibetimlemedernegi.com
Ruhi Bey Sahnesi / Düğümlere Üfleyen Kadınlar
Ankara’daki alternatif tiyatroların son yıllardaki üretkenliğinin farkındayız. Ruhi Bey Sahnesi de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü mezunu Özge Öztürk yönetmenliğinde bu sene ikinci oyununu seyirci karşısına çıkardı. Geçen sezon “Peynirli Yumurta” ile Başak Vural ve Burak Küçükosman’ı oyuncu olarak izlediğimiz projenin ardından bu sene Ece Temelkuran’ın yazdığı “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” romanını
hem oyunlaştırıp hem de bar tiyatrosu konseptinde yönetti Özge Öztürk. Ankara’nın tiyatro cesaretinin
bir bölümünün sorumluluğunu alan Özge Öztürk, klasikleşmemiş bir romanın oyunlaştırmasını yaparak
ve bunu sahneye koyarak özgün bir işe imza atmış. Bir önceki projesi olan Peynirli Yumurta’dan tanıdığımız
Başak Vural’ın yanı sıra, Beste Tunçay ve Özden Gököz sahne alıyor.
Seyirciyi ikiye ayırmamız gereken bir oyun bu; romanı okuyanlar ve okumayanlar. Romanı okuyanlar zihinlerinde bilgiyle sahneye geldikleri için muhakkak ki farklı bir keyif alacaklardır. Bu çocuğunu tiyatro sahnesinde izleyen annenin şefkati ve sadakati ile tariflenebilir, evet okuduğumuz kitapları hep evlat edindiğimizi düşünürüm. Ancak romanı okumamış tiyatro seyircisi için daha zor bir süreç başlıyor sahnede. Karakterlerin geçmişleri, şimdiki ve gelecek zamanları sahnede telaşlı bir sıkışmışlıkla sunuluyor. Hikayeyi takip etmeniz, romanı bilmediğiniz zaman oldukça zorlaşıyor. Oyundan önce okumuş olsanız bile romanın bütün keyfini sahnede almanız zaten imkansızken, romanı bilmeden gidip izlediğiniz bu oyun sizde romanı okuma hevesi uyandırıyor. Benim naçizane önerim, romanı okumadan sahneye gidin, oyunu izleyin, sona romanı okuyun, sonra bir daha sahneye gidin. Roman neredeyse oyunun kullanma kılavuzu çünkü. Seyircisine ödev veren bir oyun “ Düğümlere Üfleyen Kadınlar”. Yapmaktan pişman olmayacağınız bir ödev bu, emin olabilirsiniz.
Başak Vural’ın karakteri konusunda sahne dinamiklerini kullanarak geliştirdiği teatral refleksler onunla kuracağımız ilişkiyi daha samimi bir yerde konumlandırıyor. Özden Gököz, yarattığı karakteri
bize gerçek bir yerden tanıtmayı başarıyor. Zaman zaman, oyunlaştırmadan kaynaklı kopukluklar, tamamlayamadığımız yerler olsa da Gököz, başarılı bir karakter yaratmış. Oyunda, Ece Temelkuran’ın bilincini yansılayan Beste Tunçay ise Apaçi Gızlar’da yarattığı karakterden çok farklı bir karakter olarak karşımızda. Bu onun sabit bir oyunculuk biçimini geliştirmesine engel oluyor ve sahne tecrübesini hem kendi için hem de izleyici için heyecanlı bir yerde tutuyor. Bir oyuncuyu, birbirinden tamamen farklı rollerde izlemek sanırım ki en güzel tecrübelerden biri. Tabii, oyunlaştırılmış bir metnin içinde yazar bilinci temsil etmek oldukça zor. Çünkü metinden ve hikayeden kopacak derecede “ kitap cümleleri” sarf etmek zorunda kalıyor karakteri. Ancak sözsüz oyunlarla bunu çoğu zaman telafi ediyor.
Bar Tiyatrosu konseptli Ruhi Bey Sahnesi, gösterdiği enerji ve aldığı riskler ile bizi heyecanlandırıyor. Umarım risk almaya devam ederler ve cesaretleriyle övündüğümüz bir alternatif tiyatro olmayı sürdürürler. Her pazartesi seyirci karşısına çıkıyorlar.
Tiyatro 1112 Kısa Garaj Projeleri / Puro ile Leyla – Otuz Altı
Tiyatro 1112 Garaj, Ankaralı tiyatro severlerin ilginç bir deneyi yaşamasına iki yıldır olanak veriyor. Kısa Garaj Projesi. Kısaca, daha önce adını duymadığımız ya da adını duysak dahi herhangi bir metniyle
karşılaşmadığımız yazarların oyunlarını sahneye koyuyor. Geçen sene, ilk kısa garaj projesinde gelen oyunlardan bir kaçını sahneleme kararı aldılar. Bunlardan, Özge Paksoy’un yazdığı Puro ile Leyla ve Rıdvan Karaman’ın yazdığı Otuz Altı seyirciyle buluşmaya devam ediyor.
Kısa Garaj projesi muhakkak ki bir merhamet projesi değil. Gelen onlarca oyunun içinden seçilen bu oyunlar kendi özelliklerini de yanlarında getirip, sahneye çıkıyorlar. Yeni ve genç yazarlar sahnede
kendi metinlerini görme olanağı buluyor. Ayrıca, tiyatro seyircisi için kalıplaşmış ve ısıtılıp ısıtılıp tekrar sahnelenen klasiklerden kurtulma olanağı yaratması açısından oldukça önemli bir proje. Kendi çağımızın yazarları ne düşünüyor? Aynı zamana, aynı duruma, aynı topluma baktığımız yazarlar neleri fark ediyorlar diye içimizde bulunan merak unsuru bu şekilde doyuruluyor. Belki de bin sene sonra klasik olacak oyunları ilk kez izleyenlerden birisiyizdir, kim bilir?
Otuz Altı, tek kişilik bir metin. Tufan Afşar yönetmiş ve aynı zamanda oynuyor. Puro ile Leyla ise Aylin Saraç’ın yönetmenliğinde iki kişilik bir oyun, Burçin Yalçın ve Mustafa Öztürk sahne alıyor. İki metinin de muhtemelen tecrübe eksikliğinden kaynaklanan yazar kusurları mevcut. Karakter yaratma ve dolayısıyla karakterin içindeki öyküyü seyirciye aktarma süreci aksıyor. Temiz oyunculuklar ve yaratıcı reji dokunuşları ile farklı bir düzleme taşınmış olsa da, yazarların anlatmak istedikleri düşünceler yarattıkları karakterler ile bazen örtüşmüyor. Puro ile Leyla, Otuz Altı’ya göre karakter yaratma meselesinde yazar açısından daha başarılıyken, Otuz Altı birkaç adım daha geride kalıyor. Bu tek kişilik oyunlarda seyircinin beklentisinin daha farklı olmasından kaynaklanıyor olabilir. Zihinsel olarak dinlenme olanağınız olmadığı için ve sahnedeki tek ayrıntının bir oyuncu olmasından kaynaklanan dikkat dağılması yaşanabiliyor. Laf oyunları, edebi söylemler, yazarın yazdığı ancak karakterin ağzına oturmayan cümleler gibi sıkıntılar mevcut. Ancak bu bir sonraki oyunlarının daha iyi olacağı konusunda umut taşımımıza engel olmuyor. Bu sene ikincisi gerçekleşen Kısa Garaj Projesi, bakalım hangi yeni yazarlarla tanışmamıza olanak sağlayacak?
Tiyatro’da görüşürüz.
Yorumlar (0)