Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Falih Rıfkı Atay’ın Kaleminden Cumhuriyetin İlk Yıllarında Ankara

Falih Rıfkı Atay’ın Kaleminden Cumhuriyetin İlk Yıllarında Ankara

Yazar Falih Rıfkı Atay (1894-1971), Cumhuriyetin
ilk yıllarında, başkent Ankara için kurulan İmar Komisyonu’nun da başkanıydı. Dolayısıyla, Ankara kentinin gelişimini tökezleten etkenleri iyi bilen kişi. “Çankaya” (Falih Rıfkı Atay: Çankaya, Bateş, 1980, 588 sayfa) kitabının “Bir Şehir Yapmak” (Yazıdaki alıntılar kitabın “Ankara’da İlk Günler”, “Değişen Hayat” ve “Bir Şehir Yapmak” başlıklı bölümlerindendir; s. 349-370 ve s. 403- 435. sayfaları kapsamaktadır.) başlıklı bölümünde:

Ben insan iradesinin yaratıcılığından hiç şüphe etmemişimdir. Şevk ve eyimserliğimi en güç şartlar içinde kaybetmeyişimin sebebi budur. Ankara’nın modern bir merkezi olabilmesi için aylarca hatta yıllarca bütün edebiyatımı seferber ettim. Şehir plâncılığı fikrini yaymak için birkaç yüz yazı yazdım. Eğer Frenk uzmanları çabuk kovulmasaydı ve son defa İstanbul’da olduğu gibi, spekülâsyoncular ve arsa tüccarları plâna musallat olmasaydılar, Ankara bugün şimdikinden birkaç misli daha ileri bir şehir olurdu.” der.

Özellikle Jansen Planının uygulanmasına kimlerin ve nasıl engel olduklarını, -- engellemeye çalıştıklarını sergiler. Anlattıklarını özetleyen can alıcı sorusu şudur:

Bizim polisin elinden bir yankesici kaçamaz, fakat bir ev, bir mahalle, bir şehir kaçabilir. Buna akıl erdirebilir misiniz?”

Falih Rıfkı Atay, “923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit,
... Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidaî olduğunu sanmıyorum
.” der, “Çankaya” adlı kitabında.

(1920’lerin ilk yılları Ankara unutulmuş bir şehir. Uygarlığın hemen hemen hiçbir nimetinden yararlanamıyor. Işığı yok, suyu yok. Toz fırtınalarıyla cebelleşiyor. Ankara’nın içi gibi, çevresi de hemen bütünüyle ağaçsız. Toprak kıraç ve çorak. Tehlikeli bir sıtma bölgesi. Kısacası küskün, terkedilmiş, sönük bir bozkır kasabası işte. Ben o günler, bilmiyorum. Aydınlanma, mumdan başlayarak, 5-8-14 numaralı gaz lambaları ve karpitle sağlanıyormuş. Isıtma ise tandır, mangal, ya da kürsü denilen odun sobaları aracılığı ile yapılıyor. Tandırı, oda içinde küçük

bir havuz gibi düşünün. Havuzun dibine odun
ateşi dolduruluyor ve havuzun kenarına oturanlar ayaklarını içine uzatıyor, dizlerde uzun örtüler. Bu örtüler genelde kilim türü dokumalardan.
Su tesisatı olmadığı için, evlerde kuyu suyu kullanılıyor. Kuyusuz evler ise mahalle çeşmesinden eve su taşıyarak musluklu küpleri, tenekeelri dolduruyorlar. Taşımacılığı, saka adı verilen sucular da yapıyor. Evlerde akar su olmadığı için yıkanma düzeni çok eziyetli. Gusulhane denilen oda için banyolar yetersiz. Bu sebeple hemen herkes hamamlara gidiyor. Çamaşır yıkama işi ise şehre yakın veya hemen şehir içinde ‘çay adı verilen küçük akarsu kıyılarında, çamaşır kazanlarının kaynatıldığı söğüt diplerinde, sabun yerine kil kullanarak ve tokaçla dövülerek yıkanıyor. Bizim çamaşırlarımız evimizde yıkanıyordu ama ben bunların hepsini gördüm.” Nezihe Araz, Mustafa Kemal’in Ankarası, Dünya Yayınları, 1998, s.27)

Ağustosta Bolu milletvekili seçilmiştir. Mardin milletvekili seçilen Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ile birlikte Hamamönü taraflarında kerpiç bir ev bulurlar.

Atay, 1923 yılında görev yaptığı ilk Meclis yapısının Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Fırkası’nca bağış toplanarak yapıldığını belirtip iç yerleşimi hakkında bilgi verir ve anlatır:

Millî Hâkimiyet rejimi, 23 Nisan 1920’de, eski bir siyasî partinin bir vilâyet merkezindeki bu kulüp binasında kurulmuştu. Kuvay-ı Milliye devri bu çatının altında geçmiştir. Padişahlık bu sıralarda oturanların oyları ile kaldırılmıştır. Sonradan Cumhuriyet Halk Partisi merkezi için kullanılmak üzere, birçok tadiller yapıldığından, şimdi aynı binanın içinde eski havayı yakalamak bizim için bile güç.

O dekor olduğu gibi kalmalı idi. Yeni devrin başlıca hatırası idi. Bu hatırayı bozmak günahını, Halk Partisi umumî kâtibi Recep Peker’i affedemem.”

Sonunda Mustafa Kemal’in Meclisi Ankara’da kuracağını duyurduğunu belirten Nezihe Araz: “Ama, Meclis binası henüz yok. Bula Bula, İttihat ve Terakki Partisi tarafından yaptırılan ama tamamlanamayan parti binası ki, sonraları Numune Mektebi adıyla bir sanat okulu haline getirilmiş
ve de tamamlanamadan kullanılmıştır. Binanın bir odası Ankara’daki Fransız işgal müfrezesinin komutanına verilmiş: Fransız subayı oradan çıkartılıyor, Ulucanlar’daki bir okul için hazırlanmış kiremitlerle çatı kapatılıyor. Çeşitli okullardan sıralar getirtiliyor ve reislik kürsüsü derme çatma da olsa kuruluyor
” diye ek bilgi verir. (Nezihe Araz: a.g.k., s.34)

Şimdi müzeye dönüştürülmüş olan yapı, Atay’ın bozulduğu için yakındığı eski dekoruna kavuşturuldu. Ne var ki, bugün o denli çok “hatırayı bozmak günahı” işlendi ki, bağışlanacakların (ya da asla bağışlanmayacakların) sayısı her geçen gün biraz daha artıyor.

Atay’ın dönemin Ankarası hakkındaki değerlendirmelerinden biri şu:

Türkler için eski Millet Meclisi binası, yeni yapılan küçük garlar, hepsi toplantı salonları idi. Ankara boş ve harap, hayat taşkındı. Bu bir ihtilâlciler havası idi. Coşkun, şevkli ve daima tetikte bir hava...”

Gazi Mustafa Kemal’in Çankaya’daki havuzlu küçük köşküne gitmek, “Nakil vasıtaları yalnız atlı fayton arabaları olduğundan, şehirden oraya kadar bir hayli sürerdi. Yol denebilecek bir şey de yoktu. Eski halkevinin bulunduğu tepe eteklerinden ta Çankaya sırtlarına kadar bozulmuş bağlarla asma kütükleri ve yabanî gül fidanları arasından sarsıla sarsıla giderdik. Çankaya’dan ufuklar boyu bomboş bir bozkır parçası görünürdü. Bu kül ve toz yığınları içinde bir yeni devlete başkent yapmayı düşünmek değil, onun yüzüne bakmak bile cesaret kırıcı bir şeydi.

Refik Halid Karay’da 1916 yılında sürgün olarak 3 ay kaldığı Ankara’yı benzer anlamda betimler:

Meşrutiyet Ankara’sı, yani büyük harp içinde benim üç
ay kaldığım Ankara, tanıdığım Anadolu kasabalarının
en kurusu, en karası, en darı, ve en durgunuydu. Tepeden bakınca tuhafıma gittiydi; sanki devden ırgatların mamuttan katırlara yükledikleri çatlak kerpiç ve çürük kereste yığınına getirip yanık suratlı, yalçın, haşin bir tepenin altına istif etmeden, acele boşaltıvermişler... Yapılmıştan

“Çankaya’dan ufuklar boyu bomboş bir bozkır parçası görünürdü.” O yıllarda Çankaya’dan kentin görünüşü.

çok yıkılmışa, dizilmişten fazla dağılmışa, oturulacaktan ziyade yakılacağa benziyordu. (...)

İnsan böyle bir şehrin karşısında bir ezginlik, bir dünyadan bezginlik, hayatın tatsızlığına, hiçliğine bir inanış, bir iman ediş duyar. ‘Ölümden sonra öbür dünyada rahat etme’ felsefesine kanmış gibidir. Şu ağaçsız, bahçesiz, yolsuz ve şekilsiz kasaba; renkten, tenasüpten, ahenkten mahrum belde olsa olsa bir araftır, çilelerimizin sona ereceği ümidiyle girdiğimiz kasvetli bir ahiret yolu istasyonunun bekleme salaşı!” (Refik Halid Karay: Deli, inkılâp, 2009, 192 sayfa.)

Atay, “İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye›nin sembolü” olarak nitelediği Ankara’nın bu denli “iptidaî” bir görünüm almasının nedenini şöyle açıklar:
Vaktiyle Hristiyanlar Ankara’nın bütün iyi geçim ve kazanç kaynakları üstünde kurulmuşlar, kalenin istasyona bakan sırtını konakları, otelleri, lokanta ve hanları ile donatmışlar. Çankaya ve Keçiören semtlerine de asma, yemiş ve gölge ağacı dikerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendiliğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız (Çorbacı: TDK Büyük Türkçe Sözlük’üne göre, “Taşrada halkın Hıristiyan ileri gelenlerine verdiği unvan”.) kesilmişler. 923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser yoktu. (...)

Ankara’nın zengin semtleri ve bakımlı yazlıkları Ermenilerin malı idi. Ermeni lokantasında yiyor ve Ermeni otelinde kalıyorduk. Müslüman çarşısı en eski alaturka idi. Yerden yüksek dükkânlarda bağdaş oturulduğunu hatırlıyorum. Ankara’da kaldığımız otelin adı Santral. Lokantası iyi, yatakları temiz ve rahattı. ‘Tehcir’ zamanı yıkılmış olmalı
idi. Ankara başkent olduğu vakit Santral otelini aramıştım. Altındaki ahıra at bağlanan Taşhan’dan başka kalınabilecek yer yoktu. Benim ilk gördüğüm Ankara’nın medenilik adına nesi varsa hepsini yakıp kül etmiştik
.”

Kentte uygarlık adına ne varsa yakıp kül eden 1916 yangını. Bu yangını, ayrıntılı olarak Refik Halid Karay yazmıştır. (Bkz.: Refik Halid Karay: Deli, inkılâp, 2009’ta “Ankara” başlıklı yazı. Ayrıca, Ali Birinci’nin hazırladığı Refik Halid Karay: Ankara, inkılâp, 2009, 158 sayfa.)

Yangında iki yıl önce gerçekleştirilmiş olan nüfus sayımına göre, Ankara merkez ilçede 69.066 Müslüman, 3.327 Rum-Ortodoks, 915 Protestan, 3.341 Gregoryen ve 6.990 Katolik olmak üzere toplam 14.500 Hıristiyan, -- yani Müslüman nüfusun %21’i oranında Hıristiyan yaşıyormuş.

Yangın ikinci günün sabahında Ankara’nın “dörtte üçünü” kül eder. Ermeni ve Rum mahallesi neredeyse tümüyle

yanar; Müslüman mahalleleri az zarar görür. Resmi kayıtlara göre, yangında 7 kilise, 2 cami ve 6 mescit, 1030 ev, 935 dükkân ve başka bir takım yapılar kül olur. Yangının bilerek çıkarıldığı, görünüşü kurtarmak için

az sayıda Müslüman evinin de yanmasına izin verildiği, yangın sonrasında Hıristiyan nüfusun kentten göç ettiği öne sürülür. Falih Rıfkı’nın “hepsini yakıp kül etmiştik” demesinin nedeni de öne sürülen bu sava dayalıdır.

Ankara’nın geçmişinden söz açıldığında ya da yakın tarihi
ile ilgili hemen her yazıda Taşhan’dan söz edilir. Taşhan Millî Mücadele dönemindeki Ankara’nın tek ‘konukevi’ ya da ‘oteli’dir. Nitekim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ankara” romanındaki kahramanı Semra’nın kocası Nazif, karısından önce Ankara’ya gelmiştir. Onsuz geçirdiği altı ayda çektiklerini anlatır. İlk günler Taşhan diye bir otelde kalmıştır. Otelin
her odasında birbirine yabancı, en az dört beş müşteri kalmaktadır. Kimi karyolalarda, kimi yalın kat yer yataklarında, kimileri koridorlarda yatar. Nazif, Taşhan’dan sonra bir süre bekâr arkadaşlarından birinin evinde kalır ama sabahları yüzünü yıkayabilmek için çeşmeden su taşır, yatağını kendi toplayıp kendi açar, çamaşırları çok zaman kendisi yıkar. Daha sonra ise, “büyük talih... Bir yahudi evinde pansiyon” bulur.

Bir yahudi evinde pansiyon.. Ankara’da bunun fevkinde bir ikbal hatırdan geçmez.” (Yakup Kadrİ: Ankara, Hakimiyeti Milliye Matbaası, 1934, 208 sayfa.)

Samet Ağaoğlu, Faruk Nafiz Çamlıbel’i ilk kez nerede gördüğünü, nasıl tanıdığını anımsamaz. Belleğinde kalan, Taşhan’da karşılaşmış olduğudur. Böylece, bir kez daha “Taşhan”dan söz eder/Taşhan’ı tanımlar:

Hafızamda yüzü ilk defa Ankara’da o zamanın meşhur Taşhan’ının bir odasında belirliyor. Taşhan o yıllar Ankara’nın ünlü misafirhanesi. Alt katında geniş bir avlu ve ahırlar. Üst katında yan yana odalar. Ankara’ya gelenlerin atları, arabaları ile bir arada konaklayan bir çeşit otel. Ankara Lisesi’nin son sınıfındayım. Yıl 1927. Caddeye bakan bir odaya giriyorum.” (Samet Ağaoğlu: İlk Köşe-Edebiyat Hatıraları, YKY, 2013, 118 sayfa.)

Falih Rıfkı, Ankara yerli halkının kendilerine (dışardan gelenlere) “yaban” dediğini ve aralarına katılmadığını
belirtir. “Birinden bir ev arsası satın almak istemiştim. Beni Çankaya yokuşu üstündeki tarlasına götürdü, (Cümleciği ben kararttım. Çankaya yokuşunun henüz tarlalarla kaplı olduğunu anlattığı için...) eni boyu, sınırı ve içindeki ağaçlar üzerine ne söyledi ise, hemen hiçbirini anlamamıştım. Lehçe
ve şive bakımından da birbirimize o kadar yabancı idik
.” Diye yazar. Dolayısıyla, dışardan gelenler yerli halkla ilişki kuramaz. “Yaban”lar, salt birbirlerini görürler. Aynı insanlar, aynı yüzler, aynı sözler/konuşmalar... Yerleşimin belirli mekânı içinde dönüp dolaşırlar. Şöyle anlatır Atay:

[Bu konuda Nezihe Araz şöyle der: “Ruhsal değişimdeki güçlüklerin belki de en önemlisi, Ankara yerlileriyle, Ankara’ya özellikle İstanbul’dan gelen yönetici bürokratlar ve onların aileleri arasında başgösterdi. Dışardan gelen aktif, kurucu ve idealist grup, yerli Ankaralı’yı beğenmiyor, ilkel buluyor. Ankaralılar da ‘Yaban’ dedikleri yerlilerden (?. ‘dışardan gelenlerden’ demek daha doğru değil mi? ÖŞ) kuşkulanıyor, onlara

yanaşamıyordu. Mustafa Kemal iki grubun arasında kalmıştır. Çatışma bazen öyle uç noktalara geliyor ki, çözümü çok güç oluyor. Ve tuhafı, özellikle de kadın kesimi arasında. Bir sefer Hilaliahmer’de çalışan ve cephedekilere çamaşır diken, çorap ören, ilâç hazırlayan Ankaralı kadınların, küçük görünmekten haysiyetleri öylesine kırılıyor ki, her şeyi bırakıp evlerine çekiliyorlar. Mustafa Kemal, hemen Halide Edip’i araya koyarak çözümlüyor bu konuyu. ‘Ayrı gayrı olmamalı’ diye.” Nezihe Araz, a.g.k.,, s. 20)]

Sokakta dolaşanlar veya Meclis yanındaki aşçı dükkânı
ile belediye bahçesinde buluşanlar hep aynı kimseler olduğumuzdan selâmlaşmazdık bile! ‘Ah bir anonim olmak, kalabalık içine karışıp kaybolmak tadına kavuşabilseydik...’
diye hasretlenirdik. Gündüzleri Meclisten başka vakit geçirecek yer yoktu. Akşamları Mustafa Kemal tarafından çağrılmaya
can atardık. Eğer davetli değilsek, Meclisin yakınındaki aşçı dükkânının içki içebildiğimiz köşesinde toplanırdık. Men-i Müskirat Kanunu yürürlükte idi. İçkimizi polis müdürünün adamlarından temin ederdik. Bunun bir adı da ‘Dilaver suyu’ idi. Dilaver, polis müdürü! Bağlarda oturan bazı milletvekillerinin de imbikleri vardı. Bir akşam böyle bir bağda bize sıcak rakı ikram edildiğini hatırlıyorum. Elektrik yoktu. İkide bir yavaşlayan ve kararan lüks lâmbaları ile didişip dururduk. Neden sonra lokomobilden bazı yerlere elektrik vermişlerdi. Işığı titriye titriye yanardı. O sıralarda ‘Hâkimiyet-i Milliye’ gazetesinde şöyle ilânlar okurduk: ‘Elektrikli odalar kiralıktır!’ Bu ilân Amerika’da okunsaydı, elektrikle dönen veya elektrik düğmesine basılınca duvar kapakları açılıp, ihtiyaca göre, yatak odası yahut yemek odası vazifesini gören son icat şeyler olduğu sanılacağını söyliyerek gülüşürdük. Evler de, eşyalar da bir âlemdi
. (...)

Akşamları masa başında geç vakitlere kadar konuşmaktan, içimizi canlandırmaktan başka eğlencemiz yoktu. Yalnız toplantılar değil, evler, oteller, sokaklar hep kadınsızdı. Amerika’nın ilk göç zamanlarında bile kadın, Ankara’nın ilk kuruluş yıllarında olduğu kadar bulunmazlığı hissettirmiş midir, diye düşünürüm. Bir gün bir milletvekiline İstanbul usulü çarşaf giyen karısı ile Karaoğlan çarşısında rastlanması, Mecliste dedikodu konusu olmuştu.

Geceleri araba olmadığı için, Yakup Kadri ile beraber Kemal’in lokantasından çıkınca sık sık cep fenerlerimizi yakarak, güçlükle evimize giderdik. Yol uzun, bitmiyecek gibi gelirdi. Hiç unutmam, bir akşam erken yatmağa karar verdik. Karaoğlanı geçtik.

Tam yangın yerine gelince, boş ve ıssız karanlık bizi âdeta geriye doğru itti. Döndük, tekrar içki masasındakilere katıldık. Karşılıklı konuşmalarımızda öyle tükenirdik ki yeni bir İstanbul yolcusu meclislerimize taze bir hava katmazsa ne yapacağımızı bilmezdik.”...

Ankara’nın “kadınsızlığı”na Refik Halid Karay da değinir. Karay, 1916 Ankarası’ndan söz eder:

Velev ki mamur olsa, velev ki bir eser Yunan sitesi de kurulsa sokaklarında kadın dolaşmayan, kaldırımlarında genç kız ayağı sekmeyen bir şehir, insana, gene deşilmesi bitmemiş bir tünel kadar manzarasız, renksiz, ışıksız gelebilir. (...) O zamanki Ankara sokaklarının başına sanki bir tünel turnikesi konmuştu; geçenlerden bilet sorulmazdı; fakat cinsiyeti muayene olunur, sanki dişiler geri çevrilirdi.

Bir bekâr adam, kadın yüzüne değil, kadın gölgesine, çizgisine bile hasretti. Kadın şekli görmek için kadınlar hamamının önünde nöbet beklemek, kadın sesi duymak için komşunun duvarına kulak dayamak lazımdı.

Enver Paşa’nın kadın çarşafları için ölçü neşrettiği devirdeydik: Etekler yerden azami beş santim yukarıda olacaktı. Harp cephesindeki muvaffakiyetsizliğe hanımların örtünüşündeki ihmal de bir sebep teşkil ediyordu.” (Refik Halid Karay: a.g.k.)

Samet Ağaoğlu ise konuya farklı yaklaşır:

Tabiatla, canlı, cansız her varlıkla yüz gözdüler. Hayvanlarla, ağaçlarla, dağ, taş, toprak ve suyla konuşuyorlardı. Kadınlar erkeklerden, erkekler kadınlardan korkuyorlardı. Her gün de bir Romeo-Jülyet hikâyesi vardı dillerinde.” (Samet Ağaoğlu: a.g.k.)

Daha önce de alıntılandığı gibi, “Nakil vasıtaları yalnız atlı fayton arabaları”dır. Motorlu taşıt sayısı bir elin parmakları sayısını belki aşar, belki aşmaz! Ayrıca:

Eşek, yerli halkın başlıca nakil vasıtası olmakta devam ediyordu. Sık sık, sokaklarda tellâllar:

- Eşek bulaan... Eşek bulaan... diye haykırarak kaybolmuşları arardı.”

Samet Ağaoğlu da, Falih Rıfkı Atay gibi, 1923 yılında Ankara’ya ayak basar. O da, anılarında, halkın başlıca taşıtının eşek olduğunu vurgular. Eşek, dönem için önem taşıyan bir hayvan. Hem sahibini taşır, hem de yük. Örneğin, pikniğe gidilirken, “Dik yokuşu inmek kolay, çıkmak zordu. Yaşlılar eşeklere binerlerdi. Ziya (Gökalp) Bey’i, babamı, (Yusuf) Akçura’yı yürümemekte inat eden eşeklerin üstünde görmek kahkahalarla güldürürdü bizi.” (s.130) Köylüler, ürünlerini pazara eşeklere yükleyerek getirirler. Kızılcahamam, Ayaş ve Güdül köylüleri eşeklerin sırtına yükledikleri odunları satmak üzere Ankara’ya taşırlar. Dönemin Ankara’sının yollarında motorlu tek taşıt yoktur. Ulaşım, kağnılar, faytonlar, arabalar, yaylılar, atlar ve eşeklerle sağlanmaktadır.

Dönemin yaygın ulaşım araçların fayton. Ankara Bent deresinde. Önde Fikriye Hanım, yanında Salih Bozok ve eşi Dürriye Hanım. Faytonun başında oturan da Ruşen Eşref Ünaydın’ın eşi. (Atatürk araştırmacısı Eriş Ülger’in arşivinden) (http://zete.com/cankayanin-ilk-first-ladysi- fikriye-hanimin-olumunde-90-yillik-sir)

Sözün özü, başkent, henüz, kırsal yaşamdan kentsel yaşama geçebilmiş değildir.

[Nezihe Araz, ulaşım açısından 1920 Ankara’sını anlatır: “Şehir dışı bütün yollar toprak, şehir içi yollar da çoğu kambeş kumbeş, Arnavut kaldırımı.
Toplu taşımacılık yok, yani otobüs, minibüs, tramvay gibi nimetler Ankara’ya henüz Ankara’ya girmemiş. Ulaşım aracı olarak şehir dışında kağnı, şehir içinde yaylı, körük ve landon denilen ve bugünün özel otomobil kavramını karşılayan at arabaları, tatar arabaları ya da sadece atlar ve eşeklerle yapılıyor. Dolmuş gibi kullanılan körük ve landon sayısı ise dördü, beşi geçmiyor.” (Nezihe Araz: a.g.k., s.27)]

Çarşısı da gelişmemiştir. “Çarşı o kadar iptidaî idi ki, küçük bir masanın üstünü aynı çeşit bardak, kadeh ve tabakla donatamazdık. Şu bildiğimiz Beyoğlu, Karaoğlan çarşısından Paris’te bir bulvar gibi görünürdü.”

(Karaoğlan Çarşısı, Ulus Meydanı’nda bulunan Taşhan’dan Hükümet Caddesi’ne değin uzanan Anafartalar Caddesi ile sağında kalan birkaç sokağın bulunduğu bölgeyi kapsar.)

(Devamı, Haziran ve Temmuz Solfasol’larında)

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış