Atay’ın Hamamönü taraflarındaki kiralık kerpiç evi paylaştığı arkadaşı Yakup Kadri, 1934’te yayımlanan “Ankara” romanında, ‘dönemin Ankara çarşısı’ hakkında benzer görüşte satırlar kaleme almıştır:
Selma Hanım geçenlerde ev sahibi hanımlarla
çarşıya gitmişti. Bir mendil bulamıyarak avdet etti. Ne Samanpazarı, ne Çıkrıkçılar yokuşu, ne Balıkpazarı, ne İstanbul caddesi, ne Karaoğlan çarşısı kaldı. Her taraf bir yangın ferdasının veya bir talan sonunun manzarasını gösteriyordu. Hangi dükkânda neye el atsalar karmakarışık bir hırdavat yığınından başka bir şey bulmanın imkânı yoktu.”
[Önemli bir ticaret merkezi olan Samanpazarı semti Kurşunlu Cami’den sonra başlıyormuş. Sonraları tamamen yıkılmış. Bugün Anafartalar Caddesi ile Talatpaşa Bulvarı’nın kesiştiği meydan, Samanpazarı adını taşıyor.
Ankara’nın çeşitli esnaf ve sanatkârlarının bulunduğu yer olarak bilinen Çıkrıkçılar Yokuşu, adını, başka dallarda üretim yapan iş yerleri de bulunmasına karşın bu yokuşta toplanmış yün eğirmeye yarayan çıkrık yapımcılarından almış.
Balık Pazarı {Eski Ankara’da} “Anafartalar Caddesi üzerinde bulunan Büyükşehir Belediye Binası’nın karşısındaki sokağın adıydı. Bu pazarda balıktan başka her türlü yiyecek ve giyecek dükkânları bulunuyormuş. Balıkçılar ise, Anafartalar Caddesi üzerindeymiş.]
Dönemin yazarları, Ankara’yı İstanbul ile karşılaştırarak değerlendirirler. Atay’ın Karaoğlan çarşısı ile Beyoğlu’nu karşılaştırması da bu tutumun bir başka kanıtıdır. İstanbul’dan gelenler, sürekli orayı özlerler. Ankara’da yaşarken:
“Tek avuntu, ara sıra İstanbul’a kaçmak! Trenlerde henüz yataklı vagon ve lokanta yoktu. Sabahleyin kalkar, öğle yemeğini Polatlı, akşam yemeğini Eskişehir istasyonunda yer, geceyi rahatsız kompartımanlarda geçirir, ertesi sabah Kocaeli’nin yeşil tabiatını
ve körfezin mavi sularını görünce, ölmüşten
dirilmişe dönerdik. Tahtakurusu yüzünden çok
defa kompartımanlarda uyunmazdı. Bir gece, açık pencerenin yanında ayakta kalmıştım. Trenin hızı ile kendini tutamıyan bir baykuş göğsümün üstüne çarptı. Yolda sıtma olanlar çoktu. Yine de iki gün İstanbul keyfi sürmek için bunca zahmeti göze alırdık.”
Tahtakurusu, dönemin başta gelen yakınma ögelerinden biri. Örneğin, Samet Ağaoğlu, ailecek Ankara’ya gelirlerken yol üstünde bir gece orman içinde, Ecevit Han’da konakladıklarını; oradan bedenlerinde canlı anılarla ayrılıp yol boyu kaşındıklarını anlatır anılarında.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ankara” romanın ilk bölümünde Nazif Bey’in eşi Selma Hanım, Ankara’da kiraladıkları evdeki ilk sabahı anlatırken uzun uzun tahtakurularını konu eder.
[“Karşıki evin ağır saçaklı çatısında sabah güneşinin ilk parıltıları seziliyordu. Genç kadın: “Daha çok da erken,” dedi. Yeniden uykuya
dalmak istedi. Dokuz on saatlik yekpare bir uykuya rağmen vücudunun ve kafasının henüz lâzım geldiği kadar dinlenmemiş olduğunu hissediyordu. Lakin, bu ikinci uyku tecrübesi
çok uzun sürmedi. Kadın, yatağının içinde
sağdan sola, soldan sağa dönmeğe başladı. Kâh ensesinde, kâh belinin ortasında, kâh baldırlarında bir takım küçük küçük yanmalar duyuyordu. İnce ve duygulu derisi, bir haftadan beri bir üzücü tesirlerin yabancısı değildi. İnebolu’dan itibaren, tahtakurularının elinden her konakta bir türlü eza ve cefa çekmişti. Onun için, bu ağır yürüyüşlü ve pis kokulu küçük mahlûkların bir insan vücuduna hücum etmek, bir insan vücudunu istila etmek hususunda kullandıkları sevkulceyş hareketlerini pek eyi biliyordu.
Ona göre, bu hücum ve istila hareketi bazı
yerde teker teker veya ikişer üçer ilerleyip sokulan piştarlarla; bazen, anî ve yığın halinde
bir baskınla vuku bulur. Nitekim Ankara’ya varmazdan iki konak evvel, Çankırı’da böyle olmuştu. İstanbullu hanımın, bir han peykesi üstüne serdiği ve kar gibi beyaz bir çarşafla örttüğü yatağı, bir an içinde, irili ufaklı yüzlerce tahtakurusu ile sıvama donanmıştı. Yorgan kaldırılıp mum yakılınca baskına uğramış bir ordu halinde hepsi bir yana kaçışmaya başladı ve genç kadın, bir kale bekçisi gibi sabaha kadar mumum aydınlığına bakarak ayakta durdu.
Şimdi, içinde yattığı yatak gene o yataktı. Fakat Ankara’ya gelir gelmez ilk işi, onu, en ince,
en gözle görülmez dikiş yerlerine kadar türlü usullerle temizlemek olmuştu. Buna rağmen,
o mahlûklardan gene bir şeyler kalmışsa... Yüreğinde derin bir üzüntü ile doğruldu.
Ünce, yastığını tetkik etti. Bir şey bulamadı. Sonra üstündeki örtüyü kaldırıp baştan başa bütün yatağı sıkı bir yoklamadan geçirdi. Tam vazgeçerek, tekrar yatacağı sırada ayak ucuna doğru iki ufacık tahtakurusunun ayrı ayrı istikametlere kaçtıklarını gördü. Bunlar, bir nokta kadar küçük idiler ve pembeye yakın renkleri kanından henüz emmiş olduklarını gösteriyordu.
Nazif Beyin haremi: ‘Eyvah, ben şimdi ne yapacağım!’ dedi ve gözlerini ümitsizlikle, füturla – sanki, odanın içinde esrarlı bir kuvvetten imdat istiyormuş gibi tavanlarda, duvarlarda dolaştırdı. Bir de ne görsün! Bütün tavanlar ve duvar kenarları milyonlarca tahtakurusu yuvalariyle âdeta çiçek bozuğu bir yüz gibi benek benek, benek benektir.
Genç kadın, dehşetten donakaldı. Bu odayı ve
bu evi içinde barınılır bir hale getirmek için bu milyonlarca küçücük deliklerin her birini ayrı ayrı temizlemek lâzım gelecekti. Gerçi, İstanbul’dan, Ankara’yı bilenlerin tavsiyesi üzerine şişe şişe lizolla, kutu kutu tahtakurusu tozu getirmişti. Bunların
her birinin ayrı bir küçük tulumbası, bir fırçası, bir
iği vardı. Fakat, bütün bunlarla uğraşmak ne kadar müşkül olacaktı.”(Yakup Kadri: Ankara, Hakimiyeti Milliye Matbaası, 1934.) (Sevkulceyş: askeri birliklerin hazır bulunması gereken yerleri kararlaştırıp bu birlikleri oraya sevketme işi ve bu işi araştıran ilim, strateji (Devellioğlu). İğ: Ortası şişkin, iki ucu sivri ve çengelli olan, ağaçtan yapılmış araç. Piştar: Öncü, önder.]
İstanbul özlemi, İstanbul tutkusu Ankara’nın başkent olmasını da geciktirir. Cumhuriyetin ilânına 2 ay kala henüz Ankara’nın başkentliğine karar verilememiştir. “İstanbul’a dönmek istemiyen kaç kişi idi, bilmiyorum, fakat hiç olmazsa Eskişehir’e doğru, yeşil ve sulak yerlere doğru gitmek istemiyen hemen hemen yoktu” diye anlatır Falih Rıfkı Atay.
Ankara’ya rakip kentler vardır. Batıya doğru Eskişehir ve Bursa, merkeze doğru Konya belli başlılar arasındadır. Ankara susuzdur. Ağaçsızdır. Kuru ve yabanîdir.
“Meclisten çıktığımız vakit hemen kapı önüne eski bir idare amirinin dikmiş olduğu çamı göstererek:
- Bakınız ağaç da pek iyi yetişiyor, diyorduk.
Vaktiyle bağlar ağaçlıkmış. Yakınlarda küçük korular varmış. Çankaya bekçisine bir gün:
- Buradaki ağaçları ne diye kestiler? diye sormuştum. - Gölgeden başka bir şey verdikleri yoktu ki, dedi.
Bir defasında da yerli bir tanıdık bize:
- Geliniz, size bir mazılık göstereyim, dedi. Arka taraflara doğru gittik. Hayli uzaklaştık. Bir köşeden sapınca:
- Aa... dedi.
Çıplak bir dağ idi:
- Harpten önce burası mazılıktı, ne olmuş bunca ağaç? diye şaştı.”
Onca ağaca ne olduğunun yanıtı, Ağaoğlu’nun anılarında bulunur.
Ağaoğlu’na göre, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele sırasında hiç kimsenin başkent olacağını aklına getirmediği Ankara’nın sert kışlardaki yakacağını üç günlük yoldan, Kızılcahamam’dan eşek sırtında getirilecek odunlarla sağlamak gerekir. “Bu zorluğu biraz yenmek için yazı bağlarda geçirenler, şehre göç ederken o canım ağaçları, kütükleri,
kesip araba araba taşıyorlardı. Bu masum vahşete katılmayan hemen kimse yoktu. Zafer kazanılarak Ankara başkent ilan edildiği gün, eski bağlardan, ötesinde berisinde tek tük ağacın mezar taşları gibi dikildiği bir harabe kalmıştı sadece.”
Falih Rıfkı ile ev kirası ortağı Yakup Kadri Ankara’da geçirdikleri ilk kış mevsiminde Ruşen Eşref’in (Ünaydın) evine giderler. Kar yağar, iki gün iki gece evden dışarı çıkamaz, konuk kalırlar gittikleri evde. “Bereket kış, kuru geçerdi. Toprak donar, her yer yola dönerdi. Yazın toz kasırgaları içinde boğulur gibi olurduk.”
[Ruşen Eşref Ünaydın (1892-1959), siyaset adamı ve diplomat. “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat”ın yazarı ve Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşı.]
Ankara Belediye Başkanı’na tozdan ne zaman kurtulacaklarını sorulur. Başkan “Bunlar ne biçim adamlar, hem yol isterler, hem toz istemezler” karşılığını verir. Ankara’nın kışıyla, Ankara’daki kar yağışıyla ilgili bir başka anlatısı daha yer alır “Çankaya” kitabında:
(Atay, Belediye Başkanının adını vermiyor.
Kayıtlara göre, 1924 yılında Mehmet Ali Bey, 1924-1926 arası Ali Haydar Bey, 1926-1928 arası Asaf Bey Ankara Belediye Başkanı olarak görev yapmışlar.)
“Kurtların Yenişehir Caddesine kadar inip, Şehremininin Avrupa’dan getirttiği bronzdan kopye kız heykellerini dişledikleri söylenen bir kış gecesi, Başvekil İsmet Paşa yeni evinde elçilere bir davet vermişti.
Gece kar o kadar yağmış ki, otomobiller saplanmışlar, sökülemez hâle gelmişler. İngiliz Büyükelçisi George Clarck yanında müsteşarı ile beraber davetten çıkınca, yürüyerek evine dönmekten başka çare olmadığını görür. Evi de birkaç yüz metre yukarıda. Fakat ara yer bomboş kırlık. Biraz ilerleyince, büyükelçiyi bir gülme tutmuş:
- Kurtların bizi parçalaması bir şey değil... Fakat kurtların parçaladığı insanlardan ilk defa olarak kar üstünde frak ve silindir artıkları kalacak... demiş.”
Bu koşullar altındaki Ankara’ya, yabancı elçilikler uzun süre yerleşmeye yanaşmazlar. Atay:
“Ruslar devamlı otururlar, öteki yabancılar ara sıra gelir ve hemen dönerlerdi. Yerleşmeğe hiç niyetleri yok gibi idi. Fransız elçiliği, bir aralık, kale tarafında Osmanlı Bankasına taşınmış, depoyu Goblen halılariyle kabul salonuna çevirmişti.” Diye özetler önce. Sonraki satırlarında ayrıntılandırır:
Ankara’da müsteşar veya başkâtipler nöbet tutar, elçiler ara sıra gelirdi. İngilizler Çankaya’da üç beş odalı bir ahşap ev tutmuşlar, Amerikalılar Evkafın yeni yaptırdığı pek küçük evlerden birini kiralamışlardı. Fransızlar kale yamacındaki Osmanlı Bankasının deposunu bir iki büyük Goblen halısı ile kabul salonuna çevirdiler. Sonradan Fransa’da Başbakanlığa kadar çıkan Albert Sarraut ilk davetlerini bu depoda yaptı. Suareler seyrekti. Başlıca eğlence briç toplantıları idi.
Çankaya Caddesinde ilk elçilik binasını yaptıran Sovyetlerdir. Yanar-söner kasaba elektriği devrinde, büyük ve iyi döşenmiş salonları, uzun müddet, Ankara’nın tek lüksü olarak kalmıştır.”
(Yukarıda) Samanpazarı civarındaki bir evde hizmete giren Sovyet elçiliği (1920); Çankaya Caddesinde (Atatürk Bulvarı) 1926 yılında yapımı tamamlanan Sovyet Büyükelçiliği yapısı.
Sovyetlerle 1920 yılında imzalanan ikili antlaşmayı izleyerek ilk Sovyet Elçiliği o yıl Ankara’da Samanpazarı civarında bir yapıda hizmete girmiş, Çankaya Caddesindeki (Atatürk Bulvarı) ilk Sovyet Büyükelçilik Yapısının yapımına 1923 yılında başlanmış, 1926 yılında tamamlanmıştır. O yıl “Ankara’daki elçiliklerin sayısı, Belçika ile birlikte, dörtten sekize yükselmiştir: Afganistan, Arnavutluk, Belçika, Çekoslovakya, Mısır, Polonya, Sovyetler Birliği ve Yunanistan elçilik ve büyükelçilikleri Ankara’dadır.”
(Bilal Şimşir: Ankara... Ankara/Bir başkentin doğuşu, Bilgi, Haziran 1988, s. 340. Aynı kaynakta, “İngiliz listesine göre, İstanbul’daki yabancı elçiliklerin sayısı ise on altıdır: Avusturya, Bulgaristan, Danimarka, Fransa, Almanya, Macaristan, İtalya, Japonya, Yugoslavya, İran, Romanya, İspanya, İsveç, İsviçre, ABD ve İngiltere.” Bilgisi veriliyor.)
Dönemin İngiltere Büyükelçisi Ronald C. Lindsay
(Sir Ronald Charles Lindsay, (1877 –1945), 1925-26 İngiltere’nin Türkiye, 1926-27 Almanya, 1930- 1939 ABD Büyükelçisi, 1928-1930 arasında İngiltere Dışişleri Daimi Müsteşarı) 1925 yılının Kasım ayında ülkesine yolladığı resmi raporunda, hem Ankara’nın toplumsal yaşamından, hem de Sovyet Büyükelçiliği yapısının açılışından söz ediyor. “‘Ankara’daki hayatın pek sıkıcı bir yanı da sosyetesidir’ diyor. 19 Nisan
1926 akşamı, yeni Sovyet Büyükelçiliği binasının açılışı yapılmış, 35.000 sterline mal olmuş bu büyük binanın büyük bir balo salonu, koridorları vs. varmış. Ama bina pek kullanışlı değilmiş. Sovyet Büyükelçisi Suritz bundan yakınıyormuş ve daha şimdiden binaya eklemeler yapmak gerekiyormuş. İngiliz Büyükelçisi de o akşam resepsiyonda bulunmuş. Şöyle anlatıyor:
“Gaziden başlayarak bütün Ankara ordaydı. Önce M. Blinder bir piyano resitali verdi.
[Naoum Blinder (1889 – 1965) Rus-Amerikan keman virtüözü. 14 yaşında Odessa’daki İmparatorluk Konservatuvarını bitirdikten sonra Manchester Kraliyet Müzik Kolejine devam etti ve Adolph Broadsky ile çalıştı. Sonra ilk Odessa’daki Okulunda öğretmen oldu, 1920’ye değin bu görevde kaldı. 1921 yılında bir turneye çıktı. 1926 yılındaki turnesinde Türkiye’ye geldi.]
Sonra balo salonu dansa açıldı. Ben yemek odasına çekildim. Orada Gazi ile karşılaştım. Nazik ve
hatta lütufkârdı. Yemek odasında kendimi İstiklal Mahkemesi yargıçları arasında buldum... M. Wedgewood Benn, bir süredir onlarla ahbap olmuş. Etrafta dolaştım. Dans edenleri seyrettim. Tevfik Rüştü [Dr. Tevfik Rüştü Aras (1883-1972), 1920-1938 yılları arasında 5 dönem milletvekilliği, 1925-1939 yılları arasında Türkiye Dışişleri Bakanlığı yaptı, öncesinde İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden biri idi] neden katılmıyorum diye sitem etti. Çünkü modern Türkiye’de dans etmeyen bir kimse, tıpkı Ankara’yı sevmeyen bir kimse gibi yadırganıyor. Eski valsin modadan çekildiğinden beri hiç dans etmediğimi anlattım. Sonra kemancı M. Blinder ile karşılaştım. Manchester’da öğrenim görmüş. Benim doğum yerim Wigan’ı da iyi tanıyor... Konuşurken, kolunda bir hanımla Gazi geldi. Canla başla dans ediyor, sonra nefes alıyor, içki içiyor.‘Bu dünya dertlerle, felaketlerle dolu zor bir dünya. Eğlenelim, dans edelim, mutlu olalım. Hayat bu’ dedi. Sonra birdenbire niçin dans etmediğimi sordu. Tevfik Rüştü hemen araya girdi
ve benim ünlü bir valsçi olduğumu söyledi. İtirazıma rağmen hemen emir verildi. Orkestra alışmadığım bir vals havasını çalmaya başladı. Titrek bir bayan kollarıma atıldı. Ve kendimi Gazi ile birlikte pistin ortasında dans ederken buldum.” (Bilal Şimşir: a.g.k., s.327-328)
Ankara’ya “eğreti başkent” gözü ile bakanlar salt yabancılar değildir. Atatürk’ten başka Ankara’yı başkent olarak görmek isteyenler hemen hemen yok gibidir. “İstanbul’a dönmek istemiyen kaç kişi idi, bilmiyorum, fakat hiç olmazsa Eskişehir’e doğru, yeşil ve sulak yerlere doğru gitmek istemiyen hemen hemen yoktu. Mustafa Kemal:
- Ankara kendisi merkez olmuştur, istilâ onun kapısında durmuştur, diyordu.”
Dahası Ankara halkı da başkentlik konusunda tedirgindir, tepkilidir:
“Yerli halk, devletin kalkıp gitmeyişinden memnun
da değildi. Hayat pahalılaşacaktı. Kendileri, dışarıdan akın edenler arasında eriyip gideceklerdi. Bir avuç arsası olanın, birkaç yıl içinde zengin olacağını tahmin etmiyorlardı.”
Atay, “Ankara’da hayat, bir taslak olmaktan kurtulmuyordu. Şehri yapmak lâzımdı” dedikten sonra, Ankara’nın, “Atatürk’ün büyük işleri ve eserleri arasında” olduğunu belirtir ve kentin kuruluşu ile ilintili tanıklıklarından kimilerini “Cumhuriyet tarihine hatıra olarak bırakmak” üzere öyküler.
Yorumlar (0)