Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya
Gâvurların Or’da

O Yıllar

Evimiz, Balgat Amerikan Hava Üssü’nün karşısında idi. Yolun kıyısında iki göz odalı elektriği
suyu olmayan bir gecekondu. Komşularımızın birçoğunun evinde su yoktu ama elektrikleri vardı.
Bizim evde gaz lambası vardı.
Akşam olunca, büyük odadaki gaz lambasının fitili yakılır ve bu lamba her yere taşınırdı. Ben o zamanlar okula gitmiyordum henüz. Sabahtan akşama kadar kapının önünde toz toprağın içinde oynardım. Annem, sabahları kalkar kalkmaz evin önünü çalı süpürgesi ile süpürürdü. Ta yola kadar, o zamanlar da bu yoldan – şimdiki gibi olmasa da– yoğun taşıt geçerdi. Benim ilgimi Amerikan Hava Üssü’nün o uzun lacivert otobüsleri, kamyonetleri, ambulansları çekerdi. Tabii Üs’te görevli Amerikalılar’ın özel otomobilleri de. Bu taşıtların hiçbiri bizde yoktu. Ne zaman yoldan Amerikalılara ait bir taşıt geçse, herkesin gözü kayardı.

Hayran hayran izlerdi. İç geçirirdi. Biz mahalledekiler artık alışmıştık bu taşıtlara. Dışarıdan gelenlerin daha çok ilgisini çekerdi. Yalnızca taşıtlar mı?.. Hava Üssü’ne ait her şey.

Bu Hava Üssü ülke içinde ülke gibiydi. Balgat’ta minyatür bir Amerika.
Çok sonraları, başkaları gibi, ben de kendime -ve başkalarına- soracaktım.

Amerikalılar neden buradalar? Neden bu tel örgülerin içinde?

Neden biz bu Üs’e giremiyoruz?

Niçin bizi Üs’e sokmuyorlar? Onlar Üs’ün dışına çıkabiliyorlar.

Yokluk ve Varlık

Akşam olunca tel örgülerin içindeki Üs’ün yüksek direklerinden lambalar yanıyordu. Koca Üs aydınlanıyordu. Kendi evimizdeki loşluğu, karanlığı düşündüğümde ne kadar da tezatlık oluşturuyordu. O yıllarda herkes yoksuldu. Mahallemizde bir otomobili olan bile yoktu. Balgat, kışın yolları çamur, batak içinde yazın toz toprak içinde bir yerdi. Bütün gecekondu mahalleleri gibi altyapısı yoktu ve her yer çöplük yığını görünümündeydi. Amerikalılar için ne kadar da korkunçtu tüm bunlar. Yalnızca Üs’ün önündeki o yoldan yürürlerdi. Başka sokaklara girdikleri görünmemişti. Sanki onlara buralara gelmemeleri tembihlenmişti: “Siz siz olun mahalleye girmeyin. Buralar size, ailenize uygun yerler değil. Başınıza kötü şeyler gelebilir. Zaten mahallenin görünüşüne baktığınızda da bunu anlayabilirsiniz.”

Bütün mahalle çocukları yoksul ve bakımsızdı. Üstümüz başımız dökülüyordu. Elimiz yüzümüz pislik içindeydi. Yoldan geçen kimi Amerikalılar, biz çocuklara bakar, gülümserdi. Bazıları fotoğraflarımızı çekerdi. Onların çocukları ne kadar da farklıydı... Beyazların sapsarı saçlıydı çocukları. Altın gibi renkli gözlü muhteşem giysileri vardı. Hepsi de çok temiz ve sağlıklı idi. Onlar evde beslenen bir kedi, biz ise sokak kedileriydik. Kıskanırdık onları. Bizden çekinirlerdi çocuklar, zaten yaklaşamazlardı da.

Evimizin biraz ilerisinde Fethi Amcagil’in ahırı vardı. Sanırım o yıl koyunları, inekleri yoktu. Ahır boştu. İşte bu ahırı Muzaffer Amca diyeceğimiz biri tuttu. Hediyelik eşya dükkânı yaptı. Tabii Amerikalılar için. Dükkân mahalleye ayrı bir hava katmıştı. Sarı, bakır, çinko kap kacak, damarlı mermerlerden şamdanlar, işlemeli kılıçlar; yer ve duvar halıları; ahşap oyma sandıklar, heykeller; Bursa havlu ve bornozları; takılar, maskotlar...

Kısa sürede ilgi odağı oldu Muzaffer Amca’nın dükkânı. Muzaffer Amca’ya daha sonraları mahalledekiler, “Antikacı” dedi. Adı böyle kaldı. Pek konuşmayı sevmeyen, gözleri kıpır kıpır bir adamdı.

Gözlük

Bir gün, annemler, kapının önünde büyük sac leğenlerde çamaşır yıkıyorlardı. Su kazanı ha bire kaynıyordu bir köşede. Yengem de gelmişti bize. Anneme yardım ediyordu. Bir öğle vaktiydi. Sıcak bir öğle. Mevsim yazdı. Dev gibi bir zenci dikildi annemlerin başına. Kırık bir Türkçe ile “Merhaba,” dedi. Nasıl da yadırgamıştım bu adamı. Daha önce böyle kara bir adam görmemiştim. Dişleri bembeyazdı. Annemgil aldırmadı. İşlerine devam ettiler. Sanırım annem alışıktı. 

Amerikalılar’ın uzaydan gelmişcesine bakışlarına. Adamın havalı bir güneş gözlüğü vardı. Boynunda da poloroid fotoğraf makinesi. Bu adam, çamaşır yıkayan annemlerin fotoğraflarını çekti. İki kadın utandı. Hiç bakmadılar bu zenciye. İşlerine baktılar. Bir anda evimizin önü kalabalıklaştı. Bir alay çocukla dolup taştı. Yalnızca çocuklar mı... Koca koca insanlar da geldiler. Zenci, fotoğraf makinesinin deklanşöre bastığında, makinenin altındaki

ince bölümden; el büyüklüğünde arkası kahverengi plastik fotoğraf çıkıyordu. Jıııtt, diye. Adam fotoğrafı düşmeden alıyor havada sallıyordu. Görüntü hızla tamamlanıyordu. Bir tane de beni çekti. Sanırım yengem çekilmemi istedi. “Git seni de çeksin,” demişti. Öyle hatırlıyorum. Çok heyecanlanmıştım. Hayatımda ilk
kez bir makineye poz veriyordum. İlk fotoğrafım olacaktı. Taş yığınlarının olduğu yere gittim. Kalbim küt küt adıyordu. Nasıl da heyecanlıydım. Nasıl durmam gerekti? Bilmiyordum. İki elimi iki yanıma koydum. Avuçlarımla kalçalarıma basınç yaptım. Bir asker gibi dimdik durdum. Gülmedim. O esnada o ses duyuldu: Jııı.....tt. Fotoğraf sallandı makinenin altından. Adamın yanına gittim. Bana verdi fotoğrafı. İşte artık benim de bir fotoğrafım vardı. Açık kahverenginin başat olduğu bir görüntü. O ara bir kargaşa oldu. Bizim Amerikalı bir

şey arıyordu. Bir kenara koyduğu şapkasının içindeki o şaşalı güneş gözlüğünü soruyordu. El kol hareketi ile bunu anladı insanlar. Yoktu gözlük. Çalınmıştı. Adam ortalığı birbirine kattı. Bulunamadı gözlük. Çok sinirlenmişti. Belli ki pahalı bir gözlüktü. Gitti zavallı adam. Herkes çalınan gözlüğü konuştu. İki, üç gün sonra Cin Ali Bakkaliyesi’nin orada oturan bir serseride görülmüş. Havalı havalı dolaşıyormuş. Öyle dedi mahalledekiler.

Gâvurlar 

Artık okula başlamıştım. Okulu hiç sevemedim. İçine kapanık kekeme bir çocuktum. Okul dışındaki hayat, bana daha çekici geliyordu. Bir gün öğretmenimiz, nerede oturduğumuzu sordu bize. Bizim mahallede oturanlar şöyle diyordu: “Gâvurların or’da”. Öğretmen, “gâvurların or’da”yla kast edilen yerin Hava Üssü’nün karşısındaki mahalle olduğunu öğrendi. Evet, böyle diyordu herkes. Üs’teki Amerikalılar’a “Gâvurlar,” diyorduk.

Kim bilir onlar bizim için ne diyorlardı?

Bizlerin Portresi

Mahalleye çok yaşlı Amerikalı bir kadın gelirdi. Elinde büyük bir resim defteri olurdu. Çantasında da bir
kutu içinde, çeşit çeşit kalemler. Bir de silgisi vardı. Kocaman bir silgi. Neredeyse sabun büyüklüğünde.
Bu kadın, ağır adımlarla yolun kenarındaki evlere gelir, biz çocukların desenlerini çizerdi. Tonton bir kadındı. Mahalledekiler tanıyordu onu. Onu görünce herkes kendi evinin önüne, bahçesine davet ederdi. Bir sandalye, tabure getirilirdi oturması için. Otururdu. Ağır hareketlerle defterini açardı. Kadına rahat vermezdik biz çocuklar. Eşyalarıyla oynar tuhaf şakalar yapardık. Bu kadın hiçbir şeye sinirlenmez, kızmazdı. Hep şefkatle gülümserdi bize. Sonra bir çocuğu model yapar ağır ağır çizerdi. O çizerken yanı başına gelir onu, ellerini izlerdim. Hâlâ gözümün önünde onun desenleri. Unutmadım bu gün de. Desen bittikten sonra, herkes defterin başına üşüşürdü akbaba gibi. Bir desene bir modele bakıp güler, eğlenirdik. En fazla üç portre yapardı. Kimin evinin önündeyse evin sahipleri, bu kadına çay, Türk kahvesi ya da su ikram ederdi.
Bazen de tandırda o gün gözleme, bazlama yapılıyorsa ya da yapılmışsa, ona bunlardan getirilirdi. Bu kadın, yalnızca biz çocukların portrelerini yapıyordu. Sümüklü, üstü başı dökülen çocukların. Bu kadını dört gözle beklerdim. O yıllarda başlamıştı resim sevdam. Tek yaptığım, sevdiğim işti resim. Dikdörtgen sayfaların arasında, pelür kâğıt olan o resim defterleri dayanmıyordu bana. Birkaç gün içinde doluveriyordu resimle.
Bu kadına yakınlık duyuyordum. Seviyordum onu. Onunla saatlerce vakit geçirmek istiyordum. Ama ne o bizi, ne de biz onu anlayabiliyorduk. Herkesin bildiği, o üç beş kelime İngilizce sözcükler aynıydı sanki: Hello, gud mornig çaklıt, mani ...
Bir de kolunda saati olanlara saati sorardık: Vat tayım mızıt?

Bu kadın kimdi? Bir resim öğretmeni, belki de bir sanatçıydı. Bizi çizdiği o desenler nerede kim bilir? Belki ülkesinde bir sergi açmıştır bunlarla. Şimdi onları görmeyi o kadar çok isterdim ki. Benim de bir portremi yapmıştı.

Ah, ne tatlı bir kadındı.

Belki de yıllar sonra plastik sanatlar alanında bir sanatçı olarak yaratımlarımda onun da bir etkisi vardır. Kim bilir...

Yazar Erdal Ateş

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış