Italo Calvino’nun “Görünmez Kentler”de yazdığı gibi, “Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.” Attilâ Şenkon’un ilk öykü kitabı “Her Gün Perşembe Olsa”dan beri hikâye ve romanlarının temel mekânı Ankara. Güçlü ve köklü bir bağ Ankara ile Attilâ Şenkon arasındaki. Yazarın doğduğu, okullar bitirdiği, çalışmaya başladığı, aile kurduğu yer bu şehir. Ankara’nın mekânlarını, içindeki insanları ve siyasi gündemiyle birlikte değişimini Şenkon’un yapıtlarından izlemek mümkün.
“Tek Yükü”nde Ankara “aşağıda uslu bir bebek gibi mışıl mışıl uyuyor, kimbilir, düş bile görüyordu belki.”“Yalnızlığını Isırdığım Gece” hikâyesinin ilk satırlarında ise Atakule’nin tepesinden, “Kent, ışıklarla çizilmiş canlı bir harita gibi uzak tepelere doğru dalgalanıyor aşağıda.” Çankaya sırtlarından görülen, bütün ışıltısını kuşanmış gece manzarasını bu satırlarda gözümüzde canlandırabiliriz. Ankara betimlenmesi kolay olan bir şehir değildir aslında. Manzaralarını görmek için farklı bir gözle bakmak gerekir. Seveni kadar sevmeyeni de çoktur ve sevilmemesiyle ilgili meşhur anekdot anlatılır durur.
Attilâ Şenkon “Ankara’yı sevmek” ile ilgili çok şey anlatıyor yazdıklarında. Yazarın doksanların başında anlattığı kentle bugünkü Ankara arasında elbette büyük fark var. Kuğulu Park küçülmüş; Büyük Sinema, Büyük Çarşı olmuş ve 1990’ların sonunda geçirdiği yangında Turgut Zaim’in “Çayda Çıra Oynayan Kızlar” tablosu dahil her şeyini yitirmiş; “Gökkuşağına İki Bilet”in çocuk kahramanı Işık’ın babası Ziya Bey ile havuzunun ortasındaki adacığa gidip kitap okuduğu Zafer Parkı bugünlerde yeni metro hattı çalışmasının inşaat sahası. Her kuşak bu yıkıcı dönüşümden payına düşeni alıyor.
“Yalan Satıcı”sında ise Kıtır’ın yanı başındaki Kuğulu Park’ıyla, Tunalı Hilmi Caddesi’yle, kapanan sinemalarıyla hem eskiden beri hatırlanan hem de İstanbul’da başlayan Gezi Direnişi’nin kuvvetli yansımasıyla heyecanlı bir kalp gibi atan Ankara var. Parkta direniş, parkta heyecan, parkta coşku var. Yazarın anlattığı mekânlar toplumsal olayların da merkezinde.
Attilâ Şenkon önceki romanı “Telef”te olduğu gibi toplumsal olaylara geniş perspektifte yer veriyor. “Telef”te Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’ndaki eylemlerini anlatıyordu. Cumartesi Anneleri “Yalan Satıcısı”nda da anılıyor ve Attilâ Şenkon’un “Yalan Satıcısı” romanı Ankara’nın kırk yıllık mekânında, Kıtır’da geçiyor. Kıtır, Kuğulu Park’ın yanı başındaki konumuyla, Tapas gibi, Flamingo Pastanesi gibi tarihe karışıp gitmemiş olmasıyla Ankaralılar için hâlâ çok önemli.
Galatasaray Meydanı’nda altı yüz altmış altıncı buluşmalarını gerçekleştiriyorlar. Geldiğimiz noktada ise, yedi yüzüncü kez bir araya gelmek isteyen Cumartesi Anneleri ile onlara destek verenler polisin engellemesiyle karşı karşıya kaldılar ve o zamandan bu yana meydan, Cumartesi Anneleri’ne yasaklı.
“Yalan Satıcısı”nda da yakın tarihimizle iç içe geçiyor olay örgüsü. Gezi Direnişi, Ergenekon soruşturması, Cumhuriyet Mitingleri, TEKEL işçilerinin Abdi İpekçi Parkı’ndaki eylemleri var. Romanın kahramanlarından Hayri bu olayların dışında kalmadığı gibi içinde olmak için çaba gösteriyor. Bu noktada romanın önemli kırılma noktalarından biri de açığa çıkıyor. Romanda birbirlerinden çok farklı iki insan tipi görüyoruz. Bir yanda toplumsal olaylara duyarlı, onları kendisine dert edinen, kendi geleceğinin yanı sıra toplumun geleceği için kaygılanan, bu nedenle eylemlere katılan Hayri ile toplumsal olaylara karşı duyarsız, burjuva dünyasında, kendi gündeminde yaşayan Berna var. Bu kişiler aynı zamanda toplumda var olan iki ayrı ucu simgeliyor ve bu iki ucun bir araya gelmesinin ne denli zor olduğu vurgulanıyor.
Hayri’nin çevresi ile Berna’nın çevresinin birbirine bu denli zıt olması iki karakter arasında çatlaklar oluşturuyor, aradaki uçurum zamanla derinleşiyor. Bu durum, romandaki en önemli çatışmalardan biri. Hiçbir şey yolunda değilken normal yaşamlarını sürdürebilen insanlar, yazarın “Her Gün Perşembe Olsa” kitabının içerisinde yer alan “Renksiz Gökkuşağı” hikâyesinin de temel izleği idi. Hikâyede, bir apartmanın su basan
alt katında gerçek bir felâket yaşanırken, bir üst katında her şeyin yerli yerinde ve kupkuru olması anlatılıyordu. Bu tür zıtlıklar “Yalan Satıcısı”nda da vurgulanıyor. Son zamanlarda yaşanan en büyük toplumsal dayanışmanın bile bir araya getiremediği iki uç, romanda da bir araya gelmekte zorlanıyor. Bu da romandaki direnişi iki boyutlu kılıyor: Hayri hem toplumsal direnişin hem de küçük burjuva toplumuna karşı başkaldırının simgesi ve yaptığı seçim tarafını net bir şekilde ortaya koyuyor.
Son yıllarda kendi bireysel hanelerimizde yaşadığımız büyük toplumsal çelişkinin ana kaynağı da esasında bu değil mi? Büyük toplumsal mücadeleler, haksızlıklar sürerken kendi bireysel sorunlarımız anlamsızlaşıyor, küçülüyor. Ülkede büyük acılar ve değişimler yaşanırken mutlu hayatımıza, kendi dünyamıza devam etmekte zorlanmamız, içten içe hissettiğimiz bir suçluluk duygusuna dönüşüyor. Bu suçluluk duygusu romanda Hayri ve Berna’nın ilişkisinden yola çıkılarak ele alınıyor. “Yalan Satıcı”nda geçen “Ülkem acıyla sınanırken, mutlu bir hayat kurmaya yönelik bu girişimleri kendime yakıştıramıyor, hatta utanıyordum.” cümlesi başkası adına yaşamak durumunda kaldığımız utanç duygusunu ve birileri ağlarken kendi gülüşümüzün yüzümüzde donup kalmasını anlatıyor. Romandaki iki taraf, unutup hayatına devam edebilen ve unutamayan olarak ortaya çıkıyor.
Utanç ve bellek... Unutamamanın iki olgusu. “Telef”te Çirok’un masalı “hatırladığımız kadar güçlü, unuttuğumuz kadar suçluyuz.” sözleriyle sona eriyordu. Bu bağlamda “Yalan Satıcı”sının da bellekle kuvvetli bir ilişkisi var. Bu ilkin sayılarla ortaya çıkıyor. Dokuz ay on gün, dört yıl beş ay gibi karakterlere ilişkin kimi zaman parçaları çok belirgin. Pek çok tarih ise günü ve ayıyla kesin olarak verilmiş. Bu tarihlerin hem toplumsal hafızada hem de karakterlerin yaşamında belirleyici rolü var. Toplumsal olaylar, yakın tarihimizde yaşanmış olmalarının da etkisiyle yakıcı bir biçimde hatırlanıyor.
Carlos Fuentes, “Romana Övgü” kitabında “Kurmaca gerçeği sorgulamanın bir başka yoludur, bir yalanın paradoksu aracılığıyla gerçeğe erişmeye çabaladığımız bir başka yoldur. Bu yalana düş gücü adını verebiliriz.”
der. Düş gücü, ya da imgelem, gerçeklikle bağı zayıf olan ama kurmaca ile ilişkisi çok kuvvetli bir kavram. Romanın geçtiği mekânın sözlük anlamı ise “yalan”: “Kıtır atmak” yani kurgu yapmak, yalan söylemek. Bu bağlamda kurmaca, ortak bir belleğe kaydetmenin, bir anlamda unutturmamanın yolu aynı zamanda. “Yalan Satıcısı”nda geçen “Hatırda kalmayan, satırda kalır.” sözü, toplumsal dönüşümün yaşandığı dönemlerde edebiyatın bütün çabasının bu yönde olduğunu hatırlatıyor bir kez daha.
Öteki İzler
“Hatırda kalma” sadece yaşanan gerçekler için değil düşsel kahramanlar için de geçerli. Attilâ Şenkon kahramanlarını yeniden düşlemeyi bırakmayan, onları romanlarına tekrar konuk eden bir yazar. İlk romanlarından biri olan ve bundan 15 yıl önce yayımlanan “Gökkuşağına İki Bilet”in kahramanlarından Sağkız sanki aradan onca zaman geçmemiş gibi gelip yazarın masasına oturuyor. Yazarın masası kalabalık. “Telef”te onlara ilişkin bölümleri çıkardığı için Zinar ve Pepuk
gelip “Neden çıkardın bizi?” diye yazardan hesap soruyorlar. “Unutma oyunu” oynayan eski sahne sanatçıları da masanın diğer konukları.
Attilâ Şenkon’un romanlarında ve hikâyelerinde önceki hikâye ve romanlarından izler hep var. Bazen bir hikâyede bahsi geçen çilek reçelli çörek bile başka bir hikâyede karşımıza çıkabiliyor. Kitaplarını düzenli okuyanlar bu izleri takip ediyor. “Yalan Satıcısı”nda olayları “Gökkuşağına İki Bilet” romanının diğer düşsever kahramanı Işık anlatıyor, ortak arkadaşları Orhan hikâyesiyle masadaki sohbete konu oluyor.
Buradan yola çıkarsak “Bir roman kişisi ne zaman ölür?” sorusu akla geliyor. Yazar, o karakter hakkında düşünmeyi bıraktığı zaman mı? İnsanın asıl ölümünün onu düşleyen en son kişi öldüğünde gerçekleştirdiği söylenir. Roman kahramanları bu yüzden ölümsüzdür. Onları düşleyen en son kişinin ne zaman öleceği asla bilinmez. Yazarlar ve yaratılarının zamana direnme biçimi budur. Yazarı ölse bile okurları edebiyat kişilerini düşünmeyi, tartışmayı bırakmazlar. Bu durum yazarları ölümsüz kılsa da asıl ölümsüz olan roman kahramanlarıdır. Onlar kılık değiştirip insan kişiliklerinde, başka roman kahramanlarında yaşamaya devam ederler.
Bu bağlamda “Yalan Satıcısı” için yazarın yanı sıra kahramanlarının hayatlarından da otobiyografik ögeler barındıran bir roman diyebiliriz belki de. Romanda pek çok farklı tema bulmak mümkün. Bir yazarın yazma sürecini de gözlemliyoruz satırlar arasında. Romanın anlatıcısı Işık ”Yazdıklarımı zor beğenirim.” diyor, “İçime sinmeye görsün; bırakın bir sözcüğü, bir tümceyi, kimi zaman yazdığım sayfalar dolusu bir bölümü bile emeğime acımadan, gözümü kırpmadan silip atabilirim.” Romanın bir masada geçmesi kitabın yazılma sürecini anlatmaya da yardımcı oluyor. Yazarın duygulanımları, içinden geçenlerin dışarıya yansımaları, yazmanın zorluklarıyla mücadele biçimi okurla paylaşılıyor.
Italo Calvino “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” romanında okumanın üç edimini; okur, yazar
ve kahramanları birer roman kişisi olarak ele alıyordu. Attilâ Şenkon’un hikâye ve romanlarında kurmacanın üç edimi; yazma, okuma ve dinleme olarak karşımıza çıkıyor. Okuyan ile yazanın yanı sıra bir üçüncü ses, dinleyen var yazdıklarında. Yazar dinlemeyi de üçüncü bir edim olarak ele alıyor. Bunu ilkin “Ten Yükü”ndeki “Sarıya Boyalı
İhanet” hikâyesini okurken duyumsamıştım. “Kendi kendine konuşan birini kim dinler?”
sorusu ile “Dinleyen anlamak zorunda mıdır?” soruları aklıma gelmişti o hikâyeyi okurken. “Yalan Satıcısı”nda ise okur, yazar ve dinleyici bir masanın etrafında buluşuyor. Kıtır’da tek başına ama kafasındaki pek çok kahramanla birlikte masada oturan yazar, ona bakan ama masadakilerin çok azını görebilen yan masadakiler, gelip geçen garsonlar, tuvalete giderken ikide bir masanın yanından geçen diğer müşteriler ve anlatılanları okuyan kişinin aynı düzlemde buluşması anlatıma farklı bir akıcılık kazandırıyor.
Romanın son kahramanına gelirsek büyüyemeyen, hep çocuk kalan “Peter Pan” burada da var. Işık, Peter Pan kitapları koleksiyonu yapıyor ve çocukluğundaki roman kahramanıyla bağını koparmıyor. Bu tutkusu hiç beklemediği anda, beklemediği güzelliklerle karşılaşmasına neden oluyor. Çocukluk kahramanlarının
peşini bırakmazsa insan, çocukluk kitapları da onu bırakmıyor. Belki çocukluk düşlerinden kopmamanın en büyük sırrı bu: Bir şeyleri değiştiremeyince değişmeyen şeylere tutunmak.
Kitabın sona ermesinin ardından kahramanlar kendi yollarına gidince geriye yazarın yalnızlığı kalıyor. Ama hikâyeler okuyanda devam ediyor. Attilâ Şenkon’un anlatımında ise hem okurda hem yazarda devam ediyor. Bir sonraki yapıtında karşılaşmak üzere kahramanlara veda ediyoruz. Bir yazarı en iyi kahramanları anlar ve anlatır belki de.
Yorumlar (0)