Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Hayattan Çalıp Sahneye Veren Bir Tiyatro Eşkıyası: İlham Yazar

Japon Kuklası, Mojo, Joko’nun Doğum Günü, Yastık Adam, Jerry ve Tom, Shakespeare Zorda ve Marquis De Sade gibi oyunların ödüllü yönetmeni İlham Yazar ile Akün Sahnesi’nde buluşup sohbet ettik. Maharetler ve garabetler kenti Ankara’da, yol kesen oyunların yönetmeni olmayı ve kentle kurduğu ilişkiyi anlattı bize. Akün ve Şinasi sahnelerinin gizli ihaleyle sessiz sedasız satılmasının ardından, İlham Yazar’ın gözlerinde, İnce Memed’in göz bebeklerindeki o çelik parıltısını görmek ise umudumuzu tazeledi…

Hayattan Çalıp Sahneye Veren Bir Tiyatro Eşkıyası: İlham Yazar

Özgür Ceren Can: İlham Yazar’ın hayatına şöyle bir bakınca memur, aile babası ve üniversitede öğretim görevlisi olan; dengeli, dışadönük ve düzenle zıtlaşmayan bir insan görüyoruz. Ancak sanatsal etkinliğinizde karşımıza düzenle hesaplaşan, gerilimli ve ayrıksı oyunlar çıkıyor. Bu zıtlıkların bir aradalığı hakkında ne söylemek istersiniz?

 İlham Yazar: Çok standart bir hayat bir yerden patlak verecektir zaten ancak ben “aile” ve “memuriyet” gibi makbul meselelerde de pek “normal” olduğumu düşünmüyorum. Sadece oğlum Kuzey doğduktan sonra azıcık sakinleştim. Evet, eve çok vakit ayırıyorum, evcimen bir adamım ancak bir denge kurmaya çalışmıyorum.

Oyun seçimlerinizle ilgili motivasyonunuz nedir?

Çok kaba bir deyimle okuduğum metinde bir damar bulmak. Metin çok derli toplu, çok meselesi olan, çok şey söyleyen bir metin olabilir, ancak benim toprakta cevher ararken bulunan damar gibi; anlatım biçimiyle ilgili bir damara rastlamam gerekiyor. Oradan bir oyun tasarımı çıkıyor. Aslına bakarsanız her defasında bir şey söylemek gibi bir derdim yok ama içinde yaşadığımız dönem öyle bir baskı yaratıyor.

Oyun tasarımı bir süreçte mi gelişiyor? Yoksa başlarken oyun kafanızda neredeyse bitmiş oluyor mu?

Belli bir metodum yok. Bazı oyunlarda önce selam geliyor aklıma mesela. Eskişehir’de Tiyatro Anadolu’da Polisler’i yaparken öyle oldu, önce selamı yapmıştık. Bir planım yoktur genelde. Bunu hep anlatıyorum: olimpiyat şampiyonu olan güreşçimiz Ahmet Ayık ile İngiliz bir spor muhabiri söyleşi yapıyor. Muhabir soruyor “Bu gücü neye borçlusunuz?” diye. Ayık diyor ki “ Benim bir sistemim yok. Ben koyunu sırtıma alır bayılana kadar koşarım.” Bu bana çok şey ifade ediyor. Çok eleştiriyorum kendimi, çok didikliyorum. Shakespeare Zorda’yı yaparken arkadaşlar önce emin olamadılar metin konusunda. Ama ben bahsettiğim o damarı yakalamışsam eğer oyuncuları ikna ediyorum. Oyuncular önemli çünkü tiyatronun öznesi oyuncudur.

Oyuncu seçimini nasıl yapıyorsunuz?

Tanıyorum Devlet Tiyatrosu’ndaki oyuncuların büyük çoğunluğunu zaten. Metni okurken bir taraftan o şekillenmeye başlıyor insanın kafasında. Genel olarak metinden, sahneden, sahne plastiğinden çok oyuncu seçimine özen gösteriyorum.

Oyuncu olmanız oyuncu yönetiminizi nasıl etkiliyor?

Beni değil de onları çok etkiliyor. “O da bizim gibi.” diye düşünüyorlar. Sahnedeki adamın sıkıntısını bilmek lazım. Çünkü orada kendinizin dışında bir şeye şekil veriyorken sahne çok sıkıntılı bir yer. Orada zaaflar, egolar devreye girebiliyor ve orayı iyi idare etmek gerekiyor. İyi bir gözlem şart. Halden anlayan bir yönetmensiniz yani? Halden anlayıp bunu hiç belli etmeyen. Oyuncunun güvenini kazanmak lazım. Oyuncu size güvenirse onun iliğini kemiğini kullanabilirsiniz.

Peki bu işi sürdürme motivasyonunuz nedir? Beğeniliyor olmak… Bir başarı baskısı var üzerimde. Oyuncu arkadaşlarımın büyük çoğunluğu benimle çalışmaktan mutluluk duyduğunu söylüyor. Selama çıkarken iyi çıkıyorlarsa ve bana da “Usta iyi çalıştık ya!” diyorlarsa bu önemli bir şeydir. Bir de böyle gençler bir şeyler yazıyorlar “kafası güzel adam” falan… Hayal ettiğin şeyin karşı tarafta bir karşılığının olması herkesin hoşuna gider.

Kolektif ve etkileşimli bir sanat platformu olarak tiyatro, bize hayata dair bir alternatif mi sunuyor? Alternatif mi düşündürüyor? Yoksa farkındalık mı yaratıyor? Ne işe yarıyor tiyatro?

Bir şey öğretmeye çalışmıyorum ben. Yaptığım her işte hep tam ortada durdum. Bu kaypakça gelebilir ama öyle değil. Kendi fikrimi savunmadan, artısını eksisini adil bir biçimde göstermek derdindeyim. Bir meseleyi gösteriyorum, karşıt fikirlerin çatışmasının tam ortasında her tarafa eşit mesafede durarak seçimi seyirciye bırakıyorum ben.

Seyirciyi bir karar noktasında mı bırakıyorsunuz?

 Aynen öyle.

Oyunu sahneye koyarken hangi ölçme ve değerlendirme kriterlerini kullanıyorsunuz? Sezgilerinize mi güveniyorsunuz? Fikrine güvendiğiniz insanlarla mı tartışıyorsunuz? Var olan tiyatro bilgisine mi başvuruyorsunuz?

 Kendime karşı dürüstüm. Sezgilerime güveniyorum. Türlerin kalıplarına girmiyorum. Birileri istiyorsa bir kalıba sokabilir. Epik unsurlar, dramatik unsurlar falan filan pek umursamıyorum. Bir taraftan yukardan bir yerden ne yaptığımı kontrol ederken diğer taraftan bodoslama gidiyorum.

Peki endişe düzeyiniz ne oluyor? Telaşlı mısınız?

 Esnek, serinkanlı kriz yöneten bir yönetmen mi? Kriz yönetebiliyorum ama asla serinkanlı değilim. Oyuncuları çok rahat bırakmayı tercih ediyorum. Oyuncunun sahnede yolunu kendisinin bulması daha inandırıcı olmasını sağladığı için oyuncuya esnek bir alan açmak gerekiyor. Yolunu bulamayan için de - tabii daha çok öğrencilerim için söylüyorum bunu, profesyonel sanatçı arkadaşlarım için değil - ben yolu bulup oyuncu kendi bulmuş gibi yapıyorum. Ben tez canlıyım. Metne oyuncudan çok daha fazla odaklanmış oluyorum. Sonra sabredemiyorum. Bunu frenlemeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Bunu da söylüyorum onlara; “Bir müsaade et, bizi kendi başımıza bırak” diye uyarın beni diyorum.

 Şimdi soracağım soruyu http://www.mabutuner. com/ adresinde yazan blog yazarı soruyor size. Oyun çıktıktan sonra oyunu kaç kere daha izlersiniz? Sahnelendikten sonra bir değişiklik yapar mısınız?

Hiç izlemiyorum. Ben tiyatroyu izlemeyi sevmiyorum. Özellikle de kendi yaptığım işleri. Çünkü kusursuz olmuyor, hiçbir zaman da olamaz ya, işte bu çok canımı sıkıyor. Çok zorunlu değişiklikler, sağlık problemleri falan varsa ya da oyun çok ara vermişse bir prova yaparız ve öeye pöeye bir kere daha izlerim. Tatbikat Sahnede “Marquis de Sade” oyununda aynı zamanda oynuyorum ve bütün oyunu seyretmek zorundayım. Bu bir zulüm bana. Çok öğrencilerim, arkadaşlarım darılırlar bana bu yüzden. Tabii oyun izlemem gerekebiliyor zaman zaman; ne noktadayız, bu aralar neler yapılıyor diye. Bazen de birini seyretmeye gidiyorum oyuncu seçimi meseleleri için. Yoksa sevmiyorum.

Tatbikat Sahnede sahnelenen “Marquis de Sade” oyununda, sahne tasarımınız Ankaralı izleyicilerin ezberini bozdu çünkü seyirciyi sahneye yerleştirdiniz. Neden?

 Bir gün oturuyordum ve ilham geldi diye başlamayacağım. Şöyle oldu. Metni Erdal (Beşikçioğlu) da ben de çok beğendik. Biraz uzunca olduğundan seyirciyi sıkmadan akıcı bir şekilde, sahneler arasında vakit kaybetmeden anlatmak gerekti. Eğer çerçeve sahneye girmiş olsaydık o sahnenin derinliği ile istediğim perspektifi de yaratamayacaktım. Karşı tarafta hem perspektif hem de oyunu tıkır tıkır işletecek bir alan vardı.

“Tiyatro otoritelerinden tam not almayı”, “Bloggerların övgüye dayalı samimi yazılarını” ve “sinir bozucu ekşi sözlük entry’leri”ni önem sırasına göre sıralayabilir misiniz bize?

 Keşke hiçbiri önemli değil diyebilseydim ama öyle olmuyor işte. Takıyorum söyledikleri şeylere. Twitter’ı takip ediyorum, ekşi sözlüğe bakıyorum. Kötü şeyler okuyunca da günüm iyi gitmiyor. İyi eleştirilerde de şımarmıyorum açıkçası. Gelip bacak bacak üstüne atıp, ahkâm kesen adamlardan hiç hoşlanmıyorum. Ne sıkıntılarla oyunu sahneye koyduğumuz seyirciyi ilgilendirmez, o gördüğü ile ilgilenir elbette ama her gün canlı performansını senin beğenine sunan adamları o kadar rahat eleştiriyor olmak… Biraz da altında art niyet seziyorsam çok sinirlenebiliyorum. Eskiden çok kıymetli eleştirmenlerimiz vardı. Hocalarımızı yavaş yavaş kaybediyoruz. Gençler ise yazmıyorlar, bu çağın problemi bu. Seksen yaşında değilim ama Şevda Şener, Ayşegül Yüksel, Cüneyt Gökçer gibi isimlerin ve yeni neslin tam da ortasındaki kuşağız biz. O dönemi yaşamış, gözlemlemiş ve bu dönemi hala yaşar haldeyken, objektif olabildiğimi düşünüyorum. Artık o eleştiri kültürü değişti. Başka türlü bir şey oldu ve hepsi aynı önemde.

 Sürekli olarak takip ettiğiniz medyalar neler peki?

Uykusuz, Penguen gibi bütün mizah dergilerini, Sahne dergisini, Tiyatro Tiyatro’yu okuyorum. Mimarlık ve dekorasyon dergilerini çok seviyorum. Sahne tasarımı meselesinde oralardan besleniyorum. Gazeteleri ve televizyon kanallarını ise özellikle daha da bilinçlenmiş olarak, şu son beş senedir takip etmemeyi tercih ediyorum.

Başucu kitaplarınız var mı?

 Son yıllarda pek kitap okuyamıyorum. Asistanım Ozan tatilde kumun üzerinde sahne tasarımı yaptığımı hayal ediyormuş ama hiç öyle bir şey yok. Oğlum Kuzey’le kumdan kale yapıyoruz. Ben Kuzey doğana kadar çok okuyordum. Zaten sezon içinde nereden baksanız elli tane tekst okumanız gerekiyor. Bazı öğrencilerim deli gibi okuyorlar, onlara bakınca “Ben okumuyorum.” diyorum. Ne okuduğuma gelince aman aman edebi eserler yok. Stephen King’i çok seviyorum. Sıkı entelektüel olmak gibi bir derdiniz yok sizin. Evet. Sanat filmlerini çok sevmiyorum. Maça gidiyorum. Konservatuara girmem bile şöyle oldu: futbol oynuyordum, Gençlerbirliği’nden istediler beni liseden mezun olurken. O sırada ODTÜ Çevre Planlama’yı kazandım. Konservatuar Beşevler’e yeni taşınmıştı. Evimize yakındı. Oradan geçerken bahçeden içeri girdim; kızlar, müzik, bahçe… ODTÜ’ye gidersem çok okumam gerekecekti. O zamanlar tembel bir adamdım. Öyle şekillendi. El yordamı ile sanatçı oldum. İzlemekten bıkmadığınız filmler neler? Matrix serisi. Korku filmlerinden Şeytan, Amerikan Kurtadam Paris’te. Baba serisi. Dövüş Kulübü’nü defalarca izlemişimdir. Modern Zamanlar. Chaplin çok çok çok izlerim. Son zamanlarda da Kuzey’le birlikte bütün çizgi filmler. Acayip bir koleksiyonum var.

 Müzik?

İyi bir müzik arşivim var. New Age severim. Rock dinlerim. Oyunlara ilham vermesi açısından da benim için müzik çok önemli. İyi yemek yapan bir ustanın gizli malzemelerinden biri gibi müzik benim için. Çok iyi bir ambalaj sağlıyor atmosferi yaratabilmek açısından. Oyun için beste yaptıracaksam eğer Ali Erel ile çalışıyorum. Şahane bir çocuktur. Bazı sahnelerin içinden çıkamamışsam çok beğendiğim bir müziği alıyorum ve dinleyerek o sahneyi hayal etmeye başlıyorum. Müziği hareketlerin içinde dâhil ederek sahneyi öyle tasarlıyorum. Koreografi yapmıyorum ama öyle bir durum söz konusu değil. Orhan Gencebay da severdim. Ama son zamanlardaki duruşu bende hayal kırıklığı yaratmış olduğundan artık dinlemiyorum

. “Tiyatro izlemiyorum.” dediniz ama ben yine de sorayım Türkiye’de ya da yurt dışında takip ettiğiniz tiyatro grubu var mı?

Yok. Sanat Galerisi var mı? Bir ara Cer Modern’de enteresan şeyler oldu. Şimdi kalmadı, oraya da gitmiyorum.

 Ankara’da müdavimi olduğunuz yerler nereler?

 Çocukluğum Hacettepe Samanpazarı tarafında geçti. Sonradan oralar restore edildi. Samanpazarı, Bitpazarı, Çıkrıkçılar Yokuşu, Kale civarı şu son haliyle bile sevdiğim yerler. Çocukluğumda gerçekti, şimdi kaplama oldu. Etnoğrafya Müzesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Resim Heykel Müzesi… Siteler tarafı çok enteresan geliyor bana. Arka sokaklar, atölyeler, ustalar, aletler, toz duman… Ostim’de iş yapan tiyatronun dışında yakın bir arkadaşım var. Oralar, ustaların, çırakların, işçilerin olduğu yerler ilgimi çekiyor. Dedem sobacıydı benim. Ben de yanında çıraktım. Ellerin yağa bulanması, o yağı çıkartan yeşil bir sabun vardı; onun kokusu hep hafızamdadır. İşçilik, el mahareti, zanaat meselesi beni çeker. Diyarbakır’da görev yaptım altı sene. Orada bir bakırcılar çarşısı vardır. Oralardan çıkmazdım, fotoğraf da çekerdim.

Kentle temas etmek için nereleri seçiyorsunuz?

Şimdi bize kentle temas ve mikrop alışverişi için AVM’ler dayatılıyor. Sinemalar oralarda olduğundan mecburen gidiyorsunuz. Batı, Menekşe, Talip ya da Kavaklıdere Sineması gibi tek başına sinema olan yerler kalmadı artık. Akün ve Şinasi sahneleri satıldı.

 Kentten izole olmak için nereye gidersiniz?

Eymir’e giderim mutlaka. Orada biraz kafa dinliyor oluyorum. Bir iki karabatak, ördek görmek için.

Ankara’nın sanatla ilişkisini, kapasitesini ve performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tüm disiplinler için. Eskiden Ankara bir lokomotifti. İstanbul’u Ankara beslerdi, hala da devam ediyor bu. Oyuncular, yazarlar, müzik grupları… Ama Ankara’nın sanatsal dinamikliği yirmi senedir şehrimizi idare eden zihniyet tarafından baskılandı.

 Yani metro son seferini 22:30'da yapıyorsa sanat etkinliğinden ve buna katılımdan nasıl söz edebiliriz ki? Bu şey demek oluyor: “Tiyatroya, konsere gitme, evinde otur ve televizyon seyret!”. Yavaş yavaş içimizin boşaltıldığını, buna izin verildiğini, görmezden gelindiğini ve çok az adamın direndiğini görüyorum. Bu beni üzüyor.

 Teşekkür ederiz bizimle tüm bunları paylaştığınız için.

Ben teşekkür ederim.

Fotoğraflar Can Mengilibörü
Söyleşi Özgür Ceren Can

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış