Kentleri ne kadar törpülemek-türdeşleştirmek, kentin bütün insanlarını aynı dinden, aynı milliyetten, aynı ideolojiden ve aynı kültürden yapmak isterseniz, kentler o kadar, kent olmaktan çıkar ve giderek düzleşir. Belli bir rutinden başkasını üretmez hale gelir; belki o rutini bile üretmez. En sıkı kontrol edilmiş Nazi kentleri, Franko kentleri, Salazar kentleri ya da doğulu başka bir despotun tahakkümü altındaki kentler bile, kendi içinden doğru kıpırdar, karşı çıkışlar, yeni fikirler ve itaatsizliklerle, çıkıntıların tohumlarını filizlendirir.
Bu nedenle, devletler ve merkezi yönetimler, ya da emperyalizmin çeşitli organları tarafından denetim ve baskı altında tutulmaya çalışılsa bile, kentin içinden farklı ve itaat etmeyen kadınlar ve erkekler, işçiler ve öğrenciler, işsizler ve özgür olmak isteyen bütün aykırılar, direnişleri, ayaklanmaları ve isyanlarıyla, kenti sürekli olarak yeniden ve yeniden sarsarlar. Yeniden kuruluşlar, kendisini yeniden var etme ve biçimlendirme arayışları geliştirirler. Kimi başarılı olur, çoğu kez sadece, daha büyük ve daha uzun erimli bir düşünceye ya da duruma doğru, bir birikim sağlamakla yetinir. Yenilmiş olsalar bile, yaratmak istedikleri düş zaten sadece isyan edilebileceğini ve itaat etmenin yapılabilecek tek şey olmadığını göstermektir.
Kentleri isyancı yapan, kuşkusuz mekanları değildir; ya da isyancısı olmasını engellemek, mekanlar isyan bastırmaya daha elverişli hale getirilerek, sağlanamaz. Kentleri isyancı yapan, kent insanlarının üretimleri ve üretim süreciyle, ürünleriyle kurdukları ilişki biçimleridir. Ekonomik sermayenin de toplumsal ve kültürel sermayenin de çok büyük bir bölümü kentlerde üretilir. Üreticilerin, kendi üretimleriyle biriken ekonomik sermaye ile kurabildikleri ilişki, adaletsizlik üzerineyse ve kentin sosyal ve kültürel sermayesi, bu adaletsizlikler eşitsizlikler ve haksızlıklar üzerine yapılan tartışmalarla olgunlaşıyorsa bir süre sonra, bu tartışmalar, kentlerin sokaklarına- meydanlarına taşar. Bu tartışmanın üslubu ve şiddeti, biraz da, ekonomik sermaye sahiplerinin ve onların koruyucusu olan devletin tutumuna, ellerindeki zor gücünün protestoculara nasıl davrandığına bağlıdır.
Kentlerin isyan mekanları, her zaman, kentin açık alanları, sokakları ve caddeleri, meydancıkları ve meydanları, geçtiğimiz yüzyılda fabrika önleri ve üniversiteler, öğrenci yurtları ve o ülkenin kültürü bakımından önemli olan anıtların ve heykellerin çevresi, parklar ve yeşil alanlardır. Kentli isyancılar, bazen bu yolları ve meydanları açık tutmak için bazen de barikatlarla kapatarak devlet saldırısına karşı korunmak için, sürekli olarak devinirler kentin içinde.
Bazen bu isyan, kentin mekanlarında yankılanan bir şarkı, bir müzik, bazen dans biçiminde de olabilir ve bazen de, kentin duvarlarının ve yerlerinin ve özgürlük şenliği gibi donanmış renkleri ve ışıklarıyla da olur... Bütün mekanların, açık alanların içinden, kentin eteklerine doğru yayılan bir ruh gibi, her yerde devinir durur.
İsyan mekanları, gerçekte kentin her yeri olur. Bu isyancı ruh nerede varsa ve ne zaman kendisini bütün toplumu çağırmak üzere göstermek isterse, orası isyanın mekanıdır. Ama kentin açık alanlarındaki bir araya gelişler, her zaman bir mücadele ve karşı koyma amacıyla olmayabilir. Bazen bir kazanımı anmak için bir şenlik biçiminde, ya da taziye biçiminde, bazen de bir araya gelmenin coşkusu ve bayramını kutlamak üzere de olabilir. Barışı kutlamak, baharı kutlamak, şarabın veya biranın olgunlaşmasını ya da tazeliğini kutlamak, bu harika şeylerin insanlara kattığı neşeyi ve coşkuyu kutlamak için de kullanılabilir kentin meydanları ve sokakları...
Kentin, kendi asi çocuklarını da kucaklayabilmek için isyan mekanlarına her zaman ihtiyacı vardır. Bütün bu tür mekanlar ya da anısı olduğu için önemsenen yerler, devlet zoruyla kapatılsa, yıkılsa ve yok edilmeye çalışılsa ya da uslandırılmaya çalışılsa, işlevi değiştirilse de kentin isyancı ruhunu taşıyanlar o blokajın ötesine geçmenin ve kentin isyancı geleneğini yaşatmanın yolunu, mutlaka bir biçimde bulurlar...
Kentte farklı düşünceler, farklı istekler ve özlemler, farklı olma hali ve istediği gibi yaşayabilme ya da haklarını koruyabilme, hak alanını genişletme isteğinde olanlar bulundukça, bunu devletin bloklaşmış ve şiddete dayandırılmış hegemonik gücüne karşı birleşerek, dayanışarak ve yardımlaşarak yapmak isteyecek kentliler için, kent her zaman, isyan ruhu yaratabilir ve karşı çıkışın bazen gerçek bazen sanal ama her zaman etkili bir yolunu bulur.
Kentin insanları, kadınları ve erkekleri, kentin isyan mekanlarının yaratıcıları ve sahipleridir. Ama kentler bazen, devletin ideolojik bulaşıcı hastalıklarına da kapılarak aynı mekanları isyan için değil, o büyük disipline edici güce tapınmak ya da ne kadar içtenlikle itaat ettiklerini göstermek için de kullanabilirler.
Bazen, Çorum’da, Maraş’ta ve Sivas’ta olduğu gibi Alevileri yakmak için ya da 6-7 Eylül’de olduğu gibi, Türk ve Müslüman olmayanların mülklerini yağmalamak ve ırzına geçmek için meydanları ve caddeleri dolduranlar, haydut, katil ve linççilerdir. Bazen devletler, doğrudan orduların ve tankların yürümesi için, kentin eski dokusunu topa tutarak büyük caddeler açar. Bazen Nazi yürüyüşleri, bazen kitap yakma şenlikleri için kullanılan caddeler-meydanlar da kentlerin bir parçasıdır elbette. İnsan olma, farklı olma, kardeşçe birlikte yaşama ve barışçı ve yaratıcı beraberliklerle kültürleri harmanlama düşüncesini ve isteğini öldürmek isteyenler de kentin sokaklarında yürürler.
Ama o zaman, kentin o halini yaşayan yerleri, kentin isyan mekanları değil öldürücü derecede kaba bir vahşetin akıp gittiği yerler, utanç yerleri olurlar. Bununla birlikte, kent bu mekanları Susan Sontag’ın adlandırmasıyla “dünyanın en değerli sorun yaratıcıları” için yeniden kazanmaya çalışır. Bugün, Berlin’deki yakılan kitaplardan tüten hüzünlü duman meydandaki anı müzede hala duruyorsa, sarı yelekliler Champs-Élysées’den yürüyorsa, o kentler “sorun yaratıcıları” yeniden bağrına basmış demektir.
Kentliler, kentin ruhunun bir yerinde, her zaman, o isyan ateşini kıvılcımlı tutarlar. Bunun kentin tanımında bulunduğunu düşünmek zorundayız. Kent, ruhunda isyan ateşi taşımayan insanlar olmadan olmaz. Eğer kentler, her zaman ruhunda isyan ateşi taşıyanların özgürleştiği ve kendini geliştirdiği yerlerse, o zaman o dünyanın “en değerli sorun yaratıcıları” da kentin içinde, kendi isyan mekanlarını yaparlar, yeniden yaratırlar.
Devlet, her zaman kentlerin en bilinen isyan mekanlarından, protestocuların her türlüsünü söküp atmaya çalışır. Oraları yasaklar, ablukaya alır, yolları ve bütün kenti tıkar. İstanbul’da işçi sınıfını ve akıntıya karşı olan herkesi Taksim Meydanı’na çıkartmamak ve bunu yaparak güç ve otorite göstermek için kenti yer yer kapatır, bloke eder ve boğar. Ama 8 Mart’ta kadınlar nasıl göğüs göğüse dövüşerek Taksim Meydanı’na çıktılarsa, nasıl Cumartesi Anneleri Galatasaray’ın yolunu, her defasında bulabiliyorsa, zorbalık, sonuç olarak aciz kalır.
Kentin isyan ruhu tükenmedikçe, kentte isyan mekanları eksik olmaz. Bazen isyan ruhu kenti öylesine sarar ve sarmalar ki, bütün kent, bir isyan mekanı olur. Aynı 50 yıl önce 15-16 Haziran gününde İstanbul’da olduğu gibi. Devletin haklarını sınırlamak, ücretlerini düşük tutmak ve örgütlenmelerini kısırlaştırmak için attığı adımlara karşı birleşen insanlar, yumuşak kar dokusunun yarattığı coşkulu bir çığ gibi, sömürünün ve haksızlığın, baskının ve şiddetin izlerini, bedeninin ve ruhunun her köşesinde taşıyanların bir araya gelmesiyle, fabrikalardan ve tezgahlardan başlayarak bütün İstanbul’u bir anda sarmalayan ve yeniden var eden, iki destansı gün yaratır.
O iki günde, emekçi kadın ve erkekler, İstanbul’u, tarihinde çok seyrek anlarda gördüğü kadar heyecanlı ve özgür, dirençli ve devingen, barışçı ve devrimci, eylemci ve isyancı yaptılar. Bütün İstanbul kenti bir isyan mekanı oldu ve kan-ter içinde, özgüvenle koştu ve kabardı, köpürdü, çoğaldı. O zamanlar kentlerde, işçiler fabrikaları, öğrenciler rektörlükleri işgal ederdi...
Dosyamız, o güne ve o günde yaşananlara, kente ve kentteki isyanlara dairdir. Dosyamız, o kabarmış çığ gibi isyan ruhunun, bütün kenti nasıl, insan ve emek özgürlüğü arayışına uçurduğuna dairdir.
Ve eğer o çığ köpüğünün uçup-gittiğini düşünüyorsanız, öyle olmadı. İstanbul’un ve Spartaküs’ten beri emekçilerin belleğinde duran o kıvılcım, bütün kentlerin belleğinde parlıyor...
Yorumlar (0)