Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

İki Farklı Cenaze

Geçen günler içinde iki farklı cenaze törenine katıldım... İki yakınımı toprağa verdim... Sözde aynı dini ve kültürü benimsemiş sözde homojen bu toplum içinde, hayli farklı biçimde defnedildiler, ölenler. Daha önce hiç dikkat etmediğim, çok şaşırtıcı birer deneyim oldu bu ritueller benim için... Kimbilir bir başkası görse, nasıl resmederdi farklılıkları hayli merak ettim... Yanımda fotoğraf makinesi olmadığı için de kendime kahrettim durdum.

İki Farklı Cenaze

Fotoğraf çekemeyince, kendimce resmetmeye karar verdim. Genç olan, bu şehre başka bir şehirden gelen biriydi. Erken emekli olmuştu, Ankara’nın köylerinden birinde, ağırdan ağırdan “yavaş” yaşamayı seçmişti. Küçük bir bahçe ile uğraşıyordu son zamanlarında. Yerleştiği köydeki köylüler hızlı çıkmıştı oysa; son 30 yıldır şehir merkezine çok hızlı göç vermişti. Köyde genç nüfus neredeyse yok gibiydi. 350 hanenin neredeyse sadece otuzu, bilemedin kırk tanesinde yaşları en az 60’ın üzerinde insanlar yaşıyordu. Arkadaşımın ölümü, çalıştığı bahçede olmuş. Haber alınca yakınları, ölüyü hızla, kendilerince olması gereken yere, “şehre” getirmişler. Cenazesi, Karşıyaka’da aynı gün ölen başkalarıyla birlikte, adeta sehrin hızına ayak uydurarak oldukça hızlı bir biçimde yapıldı. Daha aşağıda gasilhanede ölüyü hazırlayan görevli, adeta otomatiğe bağlamıştı yaptığı işi. Tıpkı bir fabrikadaki gibi “fordist”  bir “hat” sistemi kurulmuştu. Hazırlanan ölüler kefenlenip, tabutlara dizildi.

Sonra yukarı tarafa, musalla taşına çıkartıldılar, birbirlerinin peşisıra. Birbirini tanımayan bir sürü ölü diziliydi musalla taşında. Ölenler birbirini tanımadığı gibi, ölenlerin ardında saf tutmuş kalabalık da birbirini tanımıyordu, çokluk. Birbirini tanıyan şanslılar, belki de yıllar sonra karşılaşmış olmanın heyecanıyla, birbirlerine sarılıyorlar, ayaküstü sohbet ediyorlardı. Her yeni gelenle yeniden başlıyordu sohbet. Bir ara namaz kılacaklar koşuştular camiye... Kalanlar sohbetlerine devam ettiler. Cami boşaldıktan sonra musalla taşının başına beyaz elbisesiyle gençten bir hoca geçti.

Önce ölenlerin ardından namaza davet etti. Kadınlar ve namaz kılmayacaklar alanı boşalttık. Yanlara doğru çekildik. Sonra eller kulaklara götürüldü, haklar helal edildi ve tabutlar tekrar yola çıkarıldı. Adeta koşturularak, omuzlara alındı tabutlar. Arabaya kadar belki 100 metrelik yolda tabuta omuz vermek isteyenler adeta birbirini ezdi. Tabutlar, bekleyen cenaze arabalarına yerleştirildi. Her arabaya en az iki tabut... Sonra arabalarla yolculuk başladı. 

Mezara ulaşmak için neredeyse 10 dakika boyunca arabayla gidildi. Mukimlerini ölülerin oluşturduğu, sokaklar ve caddeler geçildi. Şantiye sahasını andıran yanyana dizili taze açılmış mezarların başında trafik sıkıştı ve arabalar öylece oldukları yerlere bırakılıp, parkedildi. Birbirine bitişik beton kirişler arasındaki mezarların yanlarına bırakıldı tabutlar... Hız ve telaş devam ediyordu. 

Tabutlar hızla açıldı. Sonra yine hızla indirildi herbiri mezarların içine. Dualar hızla okundu. Öyle ya, yetişmek gerekiyordu yeni gelenlere. Ölünün ardından bir kürek toprak atmak isteyen çoğunluk, havasını aldı... Bitişik nizam mezarların üstünde yürüyen kalabalık, geldikleri gibi hızla boşalttı, mezarlığı...

 Trafiğin açılması için arabaların şoförleri beklendi. Klakson sesleri, dualara karıştı... Nasıl bir keşmekeş! Bilirsiniz, “her ölümlü bir gün tadacak” bunu. Hemen herkes, bitse de gitsek derdinde, adeta... Yaşlı olan, bir arkadaşımın babasıydı, ikinci ölen... Yavaş yaşamaktan (aslında elbette şehrin “zenginligi”(!?) ile karsilastirilamaz olan azlıktan) kaçıp Gölbaşı’nın bir köyünden taşınmışlar kentin merkezine, yıllardır aynı şehri paylaşıyormuşuz. Şehrin hastanelerinden birinde, geride kalanları üzüntüye boğarak kaybetmiş hayatını. Önce taziye ziyareti, ölmüşlerin anısına yenmek için getirtilen pideler falan... Her “gerçek Ankaralı” gibi, şehrin merkezi yerine köyü tercih edildi, defnetmek için. Cenaze töreni için şehirden köye doğru gidişle birlikte, gerçekten adeta “yavaşlayıverdi yaşam”. Köyü bulmak bile uzun sürdü. Bir dere boyunca kilometrelerce gidildi; söğütler ve kavaklar boyunca sürdü yolculuk.

Hemen her köy gibi iki dağın arasında, bir vadi boyunca yerleşmiş kerpiç evler, eski yerleşimi gösteriyordu. Bir dağın yamacında, belki de en gösterişli yerindeydi camisi. Mezarlık ise tam karşı yamaçta... Köyün en güzel iki yeri, biri cami, diğeri mezarlık... Bu köy de şehir merkezine göç vermiş, boşalmış. Ama köyün üst kısımlarında şehirden gelenler, haftasonu evleri yapmışlar. Hepsi, betonarme, büyük  bahçeli ve çok para harcanmış, modern evler.    Yine küme küme yapilan sohbetler, ama bu kez köy meydanında. Herkesin bir gözü karşıdaki mezarlıkta. Eski mezarların başında kararmış Ankara taşları var. Yenilerinde ise şehirdeki gibi beyaz mermer kullanılmış.

Modern evler, yeni arabalardan sonra, bu beyaz mermerler de “buraya ait degiliz, biz” diye bağırıyor... Yaşlılar namazdan geldikten sonra cenaze arabasında bekletilen tabutun arkasında saf tutan kalabalık, önce hareketlendi. Şehirden gelenler, cenazenin karşı yamaca götürüleceğini kavrayınca, park ettikleri arabalarına koştular. Köyün yerleşikleri ile birlikte kalan daha küçük bir kalabalık, yavaş yavaş giden cenaze arabasının ardında yola yaya olarak devam etti. Arkadan gelen arabalı gruptan kimileri, kornalarını zartlata zartlata yürüyen kalabalığın içine daldı. Yürüyenlerin artan homurdanmaları, kalabalığın arasına dalmış bulunan arabaları yavaşlattı.

 Bu tepeden o tepeye, yayalar önde, arabalar arkada, ölünün ardından yürüyüş sürdü gitti. Yokuş aşağı yeşil ağaçlar, kurban bayramı öncesi hayvan tezeğinin burnu epeyce rahatsız eden o kokusu, yıkık kerpiç evler, taşların arasından akan sular geçildi. Ardından yine kerpiç evler, ağaçlar, dikenler, otlar arasından mezarlığın olduğu yamaca tırmanış başladı. Yokuşla birlikte adımlar iyice yavaşladı, nefesler sıklaştı. Nihayet belki bir saatlik yürüyüşün ardından mezarlıktaki toplanma merkezine gelindi. Tabut yavaşca indirildi, musalla taşına kondu. Hoca, cemaati namaza davet etti. Cenaze namazı gerektigi kadar zamanda kılındı. Kılmayanlar karşı yamaçlardaki evleri, koyunları gözledi. Helallikler verildi.

Tabut tekrar yola çıktı. Omuz vermek isteyen herkes, tabuta omuz verdi. Sırasını savan arkaya geçti. Ölü, mezara dikkatle yerleştirildi. İsteyen herkes, istediği kadar toprağı, mezara bıraktı. Dua uzun sürdü. Hoca, arada bir duanın ritmini kaçırdı, şarkılaştırdı adeta. İnsanlar, mezarın başından mezarlığın dışına doğru, sohbet ede ede ayrıldı. Tekrar köy meydanına geçildi. Cenaze sahibi, gelenlere etli pilav ve helva dağıttı. Helvalar yenildi, sohbetler edildi.

Koşuşturmaca yoktu. Heryerde her şeyde, saygılı bir dinginlik hakimdi! Son görevini yapmış olmanın verdiği o hüzünlü huzurla arabaya doluşup, şehre yaklaşırken ötemdeki sesin, “demek böyle de olabiliyormuş, hiç olmazsa son yolculuk hızlı yaşanmasa, betonun değmediği bir yerde bitebilse” dediğini mi duydum (yoksa o ses benim miydi?

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış