Gene de kısaca anımsatalım: Cemal Reşit Rey (1904-1985) “Türk Beşleri” 1 diye anılan ilk kuşak Türk bestecilerinden biridir. “Onuncu Yıl Marşı”nın, “Lüküs Hayat” operetinin bestecisidir.
Ağabeyi Ekrem Reşit Rey (1900-1959) edebiyatla ilgilidir. Türkçe ve Fransızca romanlar yazmıştır. Yazdığı oyunlar sahnelenmiştir. “Lüküs Hayat” opereti de onun kaleminden çıkmıştır. Dahası, “Adalar”, “Alabanda”, “Deli Dolu”, “Hava Cıva”, “Maskara”, “Saz Caz”, “Üç Saat” vb. gibi operet ve revüler iki kardeşin ortak ürünleridir.
Ahmet Reşit Rey (1870-1956), Ekrem ve Cemal kardeşlerin babasıdır. Edebiyatçı bir devlet adamıdır. Galatasaray Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışmış, ders notlarını “Nazariyât-ı Edebiye” başlığıyla yayımlamıştır. Yazı ve şiirleri H. Nâzım takma adıyla Servet-i Fünun’da, Malûmat dergilerinde yayımlanmıştır. Mabeyin Başkâtibi, Kudüs Mutasarrıfı, Manastır, Halep, İzmir, Ankara Valisi, iki kez Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) görevlerinde bulunmuş, gönüllü sürgün olarak Mısır, Paris ve Cenevre’de yaşamıştır. Anıları “İmparatorluğun Son Döneminde Gördüklerim Yaptıklarım (1890- 1922)” başlığıyla ilk kez 1945 yılında Türkiye Yayınevi’nce; Şubat 2014’te de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nca 2 yeniden basılmıştır.
Ahmet Reşit Rey’in anıları gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi hakkında çok zengin bilgiler içeriyor. Ekleriyle birlikte hayli oylumlu (468 sayfa) kitap çok rahat ve yüksek merak uyandırarak/duyularak okunuyor. Anlatılanların tümünden söz etmeyeceğim. Yazarın Ankara Valisi olarak dönemin yerleşimi hakkındaki görüşlerini (dolayısıyla yerleşimin o dönemdeki durumunu) aktarmak istedim.
Ahmet Reşit Rey, 20. yüzyılın başında atanır Ankara Valiliğine. İzlenimleri iç açıcı değildir: “1907 Şubat’ı içinde Ankara’ya geldim. Bugün hükümet merkezi olan o şehir, o zaman etrafı siyah taşlı yıkık mezarlarla çevrilmiş büyükçe bir köydü. Romalılar zamanında önemli bir şehirmiş, hatta meşhur ‘August’ mermer üzerine kazıttığı vasiyetnamesini bu şehre vermiş. Doğu Roma İmparatorluğu devrinde de önemli bir memleketmiş. Sonra benim gördüğüm hale gelmiş ki ufak bir mahalle dışında her tarafı haraptı. Her şehirde güvercin, kumru, serçe gibi yerel kuşlar bulunur. Ankara’nın kuşu üst katı yıkılmış yahut camsız, çerçevesiz, sıvasız bırakılıp harabeye yüz tutmuş evlerin damlarında, bir de siyah mezar taşları üzerinde mekân tutan baykuşlardan ibaretti.”
O dönemde Ankara’ya ilk kez gelenler Ahmet Reşit Rey’in yargısını paylaşmışlar. Hem de uzun süre. Örneğin, Cumhuriyet’in ilanından bir yıl önce, 1922 yılında Ankara’ya gelen İngiliz gazeteci Grace Ellison 3 (?-1935) tren Ankara’ya yaklaşırken yanındaki Albay, “Bakın, işte Ankara” der. İkilinin diyaloğu şöyle sürer:
Şu tepenin üstüne tünemiş küçük köy mü? - Bu bir köy değil, bir kent, düzeltmesi yaptı.
Nedense benim beklediğim bu değilmiş duygusuna kapıldım. ‘Bu kadar büyük bir adı taşıyan, şu küçücük nokta gibi yer mi!’ dedim.” (s.149)
Ahmet Reşit Rey’in vali olarak atandığı yerleşimin durumunu değerlendirdiği satırlar şöyle sürer:
“Bu harabenin iç yüzünü araştırdım. Halk öncelikle sıtmadan bitkindi. Şehrin konumu yüksek, havası güzel olduğuna göre sıtma illetinin tek sebebi etraftaki bir iki bataklıktı. Birincisi, istasyonla şehir arasındaki vadide engebeli bir hat çizen ufak bir su akıntısıydı ki, iki tarafındaki arazi sahipleri, setlerle suyu şişirerek o vadiyi bataklık haline getirip senede iki defa çayır biçiyorlardı. Bu suyun yüksekten döküldüğü yerden başlayarak ta
sonuna kadar devam eden engebeli yatağını bir metre eninde ve altmış santimetre derinliğinde düz bir hendek haline getirttim. Bu tedbirin etkisini anlamak için yazın eczanelere bir istatistik yaptırdım. O sene sulfato (kinin) tüketiminin yüzde elli azaldığı anlaşıldı. Şehirden biraz uzakta büyükçe bir bataklık daha vardı ki şehrin yaslandığı tepenin arkasından akan dereden kaynaklanıyordu. Bunun temizlenmesi için epeyce para gerekliydi. Böyle işler için tahsisat olmadığından bu bataklığa dokunamadım.” (s.124-125)
Burada sözü mimar Timur Özkan’a bırakıp Ahmet Reşit Rey’in sözünü ettiği bataklıkların oluşmasına yol açan Ankara dereleri hakkında bilgi edinmekte yarar var:
“Ankara’nın akarsuları arasında en önemlileri (her üçü de birleşerek Ankara Çayı’nı oluşturan) İncesu, Hatip Çayı ve Çubuk Çayı’dır. Kısaca hatırlatmak gerekirse; Gölbaşı’nda, Mogan
ve Eymir’den doğan İncesu, İmrahor Vadisi’ni geçtikten sonra Kolej – Abdi İpekçi Parkı
– Atatürk Bulvarı – Ulus yoluyla Hipodrom civarında Hatip Çayı’na katılır(dı). Kalecik’teki İdris Dağı’ndan doğan Hatip Çayı ise Lalahan
– Kayaş – Mamak – Hatip Çayırı – Altındağ’dan sonra İncesu’yu da alarak Çubuk Çayı’na akar(dı). (Hatip Çayı’nın Ankara Kalesi ve Hıdırlık Tepesi arası Bent Deresi olarak bilinir). Çubuk’taki Aydos Dağı’ndan doğan Çubuk Çayı’na gelince; Solfasol, Keçiören, Etlik yoluyla akan Çubuk, Ankara’nın ayakta kalan tek tarihi köprüsü olan Selçuklu eseri Akköprü’den sonra Hatip-İncesu ile birleşir. En sonunda Ankara Çayı adını alan ve bir kısmını AOÇ’de 4 gördüğümüz bu son akarsuyumuz yolculuğuna Sakarya Nehri’ne doğru devam ederek Ankara’yı terk eder...” 5
Ahmet Reşit Rey’in “istasyonla şehir arasındaki vadide engebeli bir hat çizen ufak bir su akıntısı” olarak tanımladığı İncesu deresi, “iki tarafındaki arazi sahipleri, setlerle suyu şişirerek o vadiyi bataklık haline” getirmişlerdi. İncesu deresinin üstünün kapatılmasına ve böylece bataklığın tümüyle kurutulmasına çok sonra, 1936 yılında karar verilir. İncesu Deresi’nin taşkın alanı olan bataklık, toplam 275 bin metrekaredir. Bu alanın kentin büyük park gereksinimini gidermek üzere hazırlanması kararı alındıktan sonra tasarımı için Fransız mimar Théodore Leveau (1896-1971) görevlendirilir. Gençlik Parkı’nın yapımı için Türkiye Büyük Millet Meclisi 600 bin lira bütçe ayrılmasını kabul eder.
Bataklık, Adliye Sarayı, Opera binası, Gençlik Parkı ve 19 Mayıs Stadyumu’nun yer aldığı çok geniş bir alanı kapsamaktadır. İncesu’nun taşarak bataklığa dönüştürdüğü alan sazlar, bodur bitkiler, otlarla kaplıdır ve “Çaputçu Çayırı” olarak, Gençlik Parkı’nın yapıldığı kesimi ise (oradaki sıcak su kaplıcaları ve küçük gölcükler olduğuna ilişkin veriler dolayısıyla) 6 “Kanlıgöl” diye anılmaktadır.
Vali Rey’den 15 yıl sonra Ankara’ya gelen Samet Ağaoğlu (1909-1982), anılarında söz konusu bataklık hakkında bilgi verir: 7
“Şimdi Gençlik Parkı, Hipodrom olan kısmı, üstünde yüzlerce akbaba, çaylak, bazen de kartalların uçuştuğu bir bataklıktı. Sabahları şehrin her mahallesinden kol kol gelen, aralarına at ve eşeklerin de karıştığı inek ve öküz sürüleri bu bataklığın sağ yanında, bugün Ankara-İstanbul asfaltının geçtiği bölümde toplanarak birkaç çobanın peşi sıra bozkıra açılıyordu. Akşamüstleri güneş batarken şehre dönen sürülerden her semtin hayvanları yine aynı noktada kendi kendilerine ayrılarak mahallelerine, oradan da 1957 yılındaki sel felaketini duyuran gazeteler sokaklarına giriyorlar, doğru evlerinin önlerine gelerek kapılar açıksa hemen içeri dalıyorlar, kapalıysa durarak açılması için böğürüyorlardı. Hayvanların alışkanlıklarındaki düzene şaşıyordum. Mahallesini, sokağını, evini yanılan olmuyordu.”
Ahmet Reşit Rey’in “Şehirden biraz uzakta büyükçe bir bataklık daha vardı ki şehrin yaslandığı tepenin arkasından akan dereden kaynaklanıyordu” diye söz ettiği dere ise, Hatip Çayı’dır. 1957 yılı Eylül ayında yağışların yol açtığı sel baskını çok sayıda can kaybına yol açar. Bunun üzerine Ekrem Barlas’ın belediye başkanlığı döneminde (1968-1973) Hatip Çayı’nın üstü de tümden kapatılarak Dışkapı’dan Cebeci’ye giden yol yapılır.
Ankara Valisi Ahmet Reşit Rey, bataklık kurutarak sıtma hastalığının önüne geçme çabasıyla yetinmez elbette:
“Şehirle istasyon arasındaki şose hem dar, hem bozuktu. Bunu genişletmeyi ve tamir etmeyi, Sanayi Mektebi karşısındaki mezarlık bozuntusunu, etrafına bir set duvar inşasıyla gezinti yeri haline getirmeyi düşündüm. Bununla beraber, tifo hastalığına merkez olan hapishanedeki mahpusları sabahtan akşama kadar açık havada çalıştırarak sıhhatlerini ve vücutça kuvvetlerini artırmak maksadını sağlamak için bu işlerde mahpusları istihdam ettim. Fenni temizlikleri yapılan ve suları iyileştirilen hapishanede hastalık bitti. Şose yapıldı, gezinti mahallinin zemini düzeltildikten sonra üzerine fidanlar dikildi. Ahşap fakat temizce bir pavyon da inşa edilerek halkın hizmetine sunuldu. Gece, bazı sokaklarla beraber bu bahçe de lüks lambalarıyla aydınlatıldı.(...)
İstasyon şosesi bittikten sonra şehrin girişinde Taş Han önündeki meydan açıldı. Hükümet konağına giden dar yol genişletildi. Yanındaki mezarlığın çirkin manzarasını örtmek ve belediyeye gelirsağlamak için oraya birkaç dükkân da yapıldı. Belediye gelirleri pek zayıf olduğu için meydanın genişletilmesi maksadıyla istimlak olunan bir
iki binanın bedeli ödenince istimlake tahsis edilebilecek sermaye kalmadı. Bu nedenle caddenin yukarı çarşıya doğru uzatılması düşüncesi çaresiz gelecek seneye bırakıldı.” (s.126)
“Taş Han önündeki meydan”, bugünkü Ulus Meydanı’dır. Başlangıçta “Taşhan Meydanı” diye anılıyordu. Sonra, ”Hakimiyet-i Milliye”, yani “Ulusal Egemenlik Meydanı” olarak anılmaya başlandı. Son olarak “Ulus Meydanı” adında karar kılındı ve Ulus sözcüğü meydan ve çevresini kapsayan geniş bir alanı tanımlar oldu. Yalnızca adı değişmedi; meydan Taşhan adını taşıdığı dönemden bugüne sürekli olarak şekil değiştirdi. Yeniden yeniden düzenlendi. Günümüzde de düzenlenmesi sürüyor.
Vali Rey’den 13 yılı sonra, 1920 yılında Ankara’ya ayak basan tarihçi, öğretmen ve gazeteci Enver Behnan Şapolyo (1900-1972) “Atatürk ve Seymen Alayı” başlıklı kitabında, Taşhan (Ulus) Meydanı’nın durumunu anlatır:
“Kaldırım namına tek bir taş bile döşeli değildi Küme küme taş yığınları, bir toz deryası kışın da çamurdu. Bu meydana Taşhan Meydanı, buradan istasyona uzanan tozlu yola İstanbul Yolu, sağa sapan yola Çankırıkapı Yolu, sola sapan yola da Kızılbey Yolu denilirdi. Taşhan’ın karşısında sıra sıra dükkânlar yoktu. Burada Romalılardan kalma binaların temel harabeleri, bir takım tepeler, bir de çeşme vardı. Bu arsada birkaç da Romalılara ait aslan heykelleri vardı. Yazın bu tepeciklerin üzeri yeşerir, kır çiçekleri açardı. Akşamları kadınlar, buraya otururlar, gelen geçeni seyrederlerdi. Bu arsanın arkasında, taştan yapılmış Darülmuallimin vardı. Bankalar Caddesi’ne bakan cephesinde setli bir bahçesi vardı. Karşısında ahşap bir tiyatro binası ve şehir bahçesi vardı. Yol müthiş tozlu
idi. Bu tiyatro binası üç defa yandı. Sonradan bu binanın önüne (yaptırılan) birer katlı dükkânlar da 1955’te yıktırılarak yeni hanın inşasına başlandı.” 8
Ankara Valisi Ahmet Reşit Rey’i asıl üzen Ankara halkının tutumudur. Ankara halkının ahlak temizliği bakımından tanıdığı birçok ülkeler halkından “yüksek”ti. Ne var, bu halk Ahmet Reşit Rey’in kullanmadığı ama dolaylı olarak anımsattığı sözcükle “tembel” idi.
“Fakat halkı medeniyetin en ilkel ihtiyaçlarına alıştırmak mümkün olmadı,” diye yakınan Vali Rey, izlenimini şöyle açıklar:
“Ankara’da ağır ilerleyen gündelik işlerden başka, ileride verimli olabilecek teşebbüslere başlamak için müsait durumları bulmak imkânsız gibiydi. Bilmem neden, bu şehirde bir uyuşukluk vardı ki sade memurlara değil, yerli olsun, yabancı olsun bütün halka yayılmıştı. Teftişe çıktığım zaman Kayseri, Çorum gibi çevrelerin, merkez vilayetten daha fazla gelişmeye elverişli olduğunu gördüm. (s. 126-127) (...)
Hemen her şehirde var olan âyan ve eşraf Ankara’da yok gibiydi. Müslümanlardan başlıca eşraf Ziya Bey, Hacıbayram şeyhi Talip Efendi, Düyun-ı Umumiye başmemuru iken emekliliğini isteyerek, bilmem ne sebeple Ankara’ya yerleşen Asım Bey vardı. Bunlardan Ziya belediye reisi olmuş, diğer ikisi de İdare Meclisi’ne seçilmişti. Öyle zannediyorum ki yeni bir seçimde meclise yine bu kişiler gelecekti, çünkü yerlerini alacak kimse bulmak zordu.
Şehir halkını uyuşukluktan kurtarmak, adi kahvehanelerden kurtarıp kendilerine gazinomsu bir yerde oturmak ihtiyacını hissettirmek, biraz da gece hayatına alıştırmak ve sonuç olarak ihtiyaçlar için biraz daha gayretle çalışmaya teşvik etmiş olmak maksadıyla harcadığım bütün emekler heba oldu. Halk bunlardan dolayı ne şükretti, ne de şikâyet. Yukarda bahsettiğim bataklığı kurutmak için açtığım hendekten dolayı senede iki defa çayır kesmeye imkân kalmamıştı.
Memleketin sağlığı için esasen o çayırın tamamen yok olması gerekiyordu. Buranın sahiplerini davet ederek epeyce geniş o bölgeye bir iki sene sonra ipek veyahut gülyağı üretmek üzere lazım olduğu kadar dut ve gül fidanları getirtip kendilerine ücretsiz vereceğimi söylediğim halde hiçbirisi talip olmadı. ‘İstemeyiz’ demediler, sessiz kaldılar. Bataklığın iadesi için benim Ankara’dan gitmemi beklemeyi tercih ettiler. Çünkü çayır kendi kendine yetişip, sahibini çalışmaya mecbur etmez bir gelirdi. Bu uyuşukluk baştan beri beni bıktırtıyordu. İstiyordum ki halk ya teşebbüslerime katılsın yahut bundan dolayı şikâyetçi olduklarını göstersin. Her akşam evime döndüğüm zaman kendimi bütün gün bin tonluk bir kayayı yerinden oynatmakla uğraşmış kadar yorgun buluyordum. Fakat yavaş yavaş karşımdaki kayıtsızlığa alıştım galiba ki bir müddet sonra hiçbir karşılık beklememeye başladım. Belki bana da uyuşukluk bulaşmıştı.” (s.129)
Ahmet Reşit Rey’den 15 yıl sonra Ankara’ya gelen Samet Ağaoğlu’nun anıları bölge halkının “uyuşukluğunun” sürdüğünü ortaya koyar: 9
“Bağı bellemek, ağaçları aşılamak, kütükleri budamak için Keçiören’e yakın Bağlum ve Ovacık köylerinden gündelik işçi tutuyorduk. (...) Her geçen gün bu köylülerin bir yanını bana öğretiyordu. Kendilerini çalışır gösteriyorlar, gerçekte ise sabahtan akşama dört beş saatten fazla iş görmüyorlardı. Hesapları şöyleydi:
Ovacık köyü Keçiören’e kırk beş dakika, Bağlum bir saat bir çeyrek uzaklıktaydı. Bağlara kendi deyimlerince ‘güneş bir mızrak yükselince’ varıyorlardı. Güneşin bir mızrak yükselmesi
yaz aylarında saatin aşağı yukarı sekiz buçuk- dokuzuna rastlıyordu. Kazmalarını, küreklerini, bıçaklarını, makaslarını ellerine alıncaya kadar da bir otuz dakika geçiyor, bir saat çalıştıktan sonra ‘Eh, kuşluk vakti geldi!’ diyorlar, soğan ve ekmekten bir ara yemeği için de yarım saat oturuyorlardı. Yine çalışmaya başlayarak on iki buçuk sıralarında öğle yemeğine başlıyorlar, saat on üç buçukta işe girişiyorlardı. On beşte yine otuz dakikalık gölgede dinlenme yapıyor, arkasından bir saat kadar çalışarak ‘güneşin batmasına bir mızrak kala’ işi bırakıp yola koyuluyorlardı. Bu da saat on yediydi.
Sonra durmadan konuşuyorlardı aralarında. Bazen çekişme, çok defa sadece dedikodu.”
Vali Rey’den 9 yıl sonra, 1916 yılında Ankara’ya gelir Refik Halid Karay. O sırada, Rey’in Vali olduğu dönemde henüz Hıristiyan mezarlığı olan arazi üzerinde İttihat ve Terakki Kulübü’nün10 yapımına (1915 yılında) başlanmıştır. Yapıyı ve yapımı gerçekleştiren işçileri aşağıdaki satırlarla değerlendirir Karay: 11
“Büyük Millet Meclisi’nin ilk binası, benim Ankara’da bulunduğum sırada kurulmaya başlanmıştı; şimdi Halk Partisi merkezi olan bina...12 Tabii bunu, bir gün, Millet Meclisi olacak diye bile bile, keşif ve kehanetle yapmıyorlardı, İttihat ve Terakki Kulübü olmak üzerekuruyorlardı. İstasyon Caddesi’nin köşesindeki arsaya temeli atılmış, taşları yontuluyordu. Ben o zamanlar ittihatçı aleyhtarıydım, gençtim, bu binanın önünden geçerken, memleketi felakete sürükleyen siyasi fırkanın ahtapot gibi Ankara’ya da uzattığı tüylü, çirkin, soğuk ve kıskaçlı ellerinden birini görmüş gibi kızar ve ürkerdim.
Harbin artık kaybedildiğine herkesin inandığı şeametli bir senede bulunuyorduk; onun için
de İttihat ve Terakki’den tiksiniyorduk. Bina pek isteksiz, pek iştahsız yürüyordu; dört zayıf, biçare harp devri taşçısı, bet beniz kül gibi, bilekler dermansız, oracıkta, ağır ağır çekiç sallıyorlardı. Sinemalardaki au ralenti filmler kadar sinir bozucu bir yavaşlıkla... Bu yavaşlık insana koşup
o çekiçlerden birini kapmak ve sert sert, çabuk çabuk taşlara vurmak, çalışmak nedir, ameleye göstermek istiyordu.
Hem bu tembel iş görüşe hem de hoşlanmadığım bir parti şubesi kuruluşuna seyirci olmamak için, istasyona –yürüyüş idmanı olsun diye– giderken oradan acele geçerdim.”
1 Türk Beşleri: Kazım Akses, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun.
2 Kitabın İş Bankası basımını Nur Öznel Akın hazırlamıştır.
3 Grace Ellison: Ankara’da Bir İngiliz Kadını, Bilgi Yayınevi, 1999 4 AOÇ= Atatürk Orman Çiftliği
5 Timur Özkan: “Ankara’nın dereleri geri gelecek mi?” Ankara Şehrengizi, Alter Yayıncılık, 2014, s. 112)
6 Nizamettin Kazancı, Alkut Aytun, Emine Günok: Kanlıgöl ve Ankara’nın Kent Kimliğini Oluşturabilecek Yerbilimsel Özellikler, Ankara Araştırmaları Dergisi, 2018, 97-109
7 Samet Ağaoğlu: Hayat Bir Macera-Çocukluk ve Gençlik Hatıraları, YKY, 2013
8 Enver Behnan Şapolyo: Atatürk ve Seymen Alayı, Ankara Kulübü Yayınları No: 2, 1971
9 Samet Ağaoğlu: a.g.k
10 Şimdi Kurtuluş Savaşı Müzesi
11 Refik Halid Karay: a.g.k, 2009
12 1927 yılında İstayon Caddesi üzerinde, Ankara Palas’ın karşısındaki ikinci yapısına taşınan Meclis’in ilk yapısı bir süre CHP Genel Merkezi olarak kullanılmıştır
Yorumlar (0)