Atatürk Bulvarı’nın kendini sakince Kızılay’la birleştirdiği pazartesilerde birbirimize baka baka yürürüz. Üzerinde “awesome” yazan kazakları satan mağazaların vitrinleri çekici değildir. Çünkü Ankaralılar muhteşem olduklarına inanmaz. Oysa ki muhteşemdirler. Antalya turisti çağırır; Malatya ülkenin kayısı üretimi ve ihracatının yüzde 80’ini karşılar; İstanbul,... of İstanbul her şeye talip... İstanbul ne kadarını kendine sığdırsa daha da alırmış gibi...
İstanbul her şeyden biraz. Halbuki Ankaralı, kendisiyle arasında ilgi kurabildiklerinin azlığı dolayısıyla, tek bir şeyi –mecburen- seçmekte zorlanmamış ve uzmanlaşmıştır: Ankaralı iyi bir yerleşiktir. Ama iyi bir Ankaralı değildir. Çünkü son bir asırdır dünyanın kent hakkından anladığı, şehre işaretli yerlerinden tasarruflu biçimde yerleşerek oralarda yaşa-ya-bilmek ve ölmek değil; kenti geri almakla ilgilidir. Şehrin kapısının bir anahtarı yok şüphesiz, fakat onu dayayıp döşemeye yetkin; içini güncelin ve sistemin artıklarından devşirdikleriyle karakterize edebilenler var muhakkak ve bunlar kim? Bunlar aramızdaki en az Ankaralılar ve şehri bizim adımıza/ bizim için yönetiyorlar. Sokaklarımız; kendilerince, daha geniş, daha büyük, daha ihtişamlı bir sürü şeyler yükselirse ortasından -ve evet öteki kurulu ve hatırlı bir sürü güzel şeyi eze eze- daha makbul sokaklar olacaklar.
Buna inanmamak onlara göre bir delilik, bir akıl tutulması. Ankara’yı sözüm ona Paris gibi bir ışıklar kenti yapacaklar. Oysa ki Ankaralının bundan haberi yok. Ya da -ne olmuş, niyet okuyorum- haberi yokmuş gibi yapmaya çok alışık. Çünkü o, gece uykusu gelmeseydi kesin bitirirdi elindeki kitabı… ve haftasonu bir yere gidelim ama çok uzak olmasın… ve çay içip sohbet etmek için sessiz bir yer ararken yorulup eve geri döndük. Ankara,… tekrarlanan bir hayalkırıklığı. Ankara, -keşke kabullenmeseydi- yoksunluğu, mücadele edilecek bir engel gibi görmeyi reddedip hırkasına rozet eden, isimlerini kimsenin bilmediği neyin solcusu amcaları hiçbir şeyi sahiplenmediği kadar çok sahipleniş… O amcalara sırf yaşlı ve tonton oldukları için bile sempati gösterilmez halbuki.
Anlatınca mangalda kül bırakmıyor güzelim şehir, ama sen bi’ de onu içtiği gecenin ertesi sabahı uyandığında gör: Vazgeçti dünyayı kurtarmaktan, şöyle geniş geniş kahvaltı edilecek bir hesaplı mekan da açılamadı ki. Hep huzursuz, neşesi ne zaman gelir; neymiş efendim caddeleri sokaklara çıkmıyormuş filan. Kendi klişesiyle bile bir alıp veremediği yok. Yine de aman yarabbi, üstüme üstüme gelen mütemadi bir hüzün; böyle bir yarım kalmışlık ki olmayan iskeleleri yaktırır. Kaçınılmaz olarak duyarlı bütün olup bitene; yani eylem varsa gideriz, parti varsa içeriz… gerisini getiren olursa; şartlarımız da yeterince olgunsa, yani işte bakarız.
Meteorologlar, hava durumunu sunarken hem hissedilen hem de gerçek sıcaklıktan bahsederler; Ankara’nın da hissedilen ve gerçekte yaşanan olmak üzere iki ayrı kent deneyimi var. Ülkede yapılan istatistiksel araştırmaların en çok okuyan, bilgiye en önde sahip çıkan, entelektüel uğraşla en çok ilgili Ankara’sının, Ankaralıyı yansıtan bir gerçekliği yok. Bu yeni bir haber mi bilmiyorum ama Ankaralı isteksiz. Yıllardır sürdürdüğü mutasyonunun son evresini, nihayet gerçek bir penguene dönüşerek tamamlayan sevgili hakim medyayı takip etmekten artık gocunanlar var. Ankara’da varlar örneğin; ben biliyorum. Bir buçuk seneye yaklaşan bir zamandır yurttaş habercilik ve video aktivizm gibi alanları kullanarak yerelin ve ulusalın yeni medyasının elle kurulumuna katkı veriyorlar. Meğerse oldukça azmışlar. 27-28 Eylül’de yapılan bir çağrıyla haberciler ve aktivistler birbirleriyle tanışıp bağ kurmaya; Ankara’nın kendi ağını oluşturmaya davet edildiler: Ta—tam! Toplasan birbirini tanımayan 3 kişiyle daha merhabalaştılar; hepsi bu kadar. Yoksa çağrıyı duyup gelen 20 kişinin tamamı zaten “Bizim gibi bir 20 kişi daha var mıdır acaba?” diye merak edip bu etkinliği düzenleyenlerdi.
Tayfa Kitapkafe’de iki gün boyunca gerçekleşen atölyede haber dili, medyanın yapageldiği etik ihlaller, veri gazeteciliği, dijital aktivizmin hukukla imtihanı gibi başlıklarla verilen sunumlara katılım ciddi oranda düşüktü. Düşüktü çünkü sanırım Ankaralı, kendi öz kuvvetleriyle kentin kendine ait bilgisini yeniden üretebileceğinin ve dolaşımdaki bilgiyi dönüştürebileceğinin henüz farkında değil. Ya da ikinci seçenek: Katılım düşüktü çünkü, şehrin içinden ağrı bir dönüşümün gerçekleşebileceğine inanan zaten hepi topu haftasonu bir araya gelenler kadar insan. Yani sen, ben, bizim oğlan. Yani yok başka kimse.
Yani Ankaralı isteksiz. Halbuki medyanın kendisi olmaya girişmek büyük bir iş, bunu ancak böyle merdivenlerini mahalleliler boyayınca göze hoş gelmeye başlayan bir kent yapabilirdi. Ankara gibi. Fakat görüyorum ki; İstanbul’u Müslüman belleyip kendini gayrımüslüm ilan edecek kadar ötekileştirdi kendi potansiyelini. Böylece, işte diyorum ya, kendini tekrar eden bir hayalkırıklığı. Halbuki kafasına bir önyargı gibi mıhlanmış şu kent huzursuzluğu kadar dikkate değer bir yaşayış yöntemi var Ankaralının.
Bekleyişinde bilmeden biriktirdiği hayatla ilgili bir pozisyonu, izlerken kendine karışmış bir eylemliliği, az bakınınca bulunan bir sadakati var yaşadığı yere. Ankara’ya. Seviyor mu sevmiyor mu emin bile olmadan yıllarını geçirdiği, üç oda bir salona altı yüz elli lira vermeye devam edebildiği bir şehir olmasından öte, içinde geçinebildiği ve kendini sosyal bir canlı gibi hissedebildiği bir şehir olmasından öte; işte kafasının arkasına fırlattığı heyecan verici bir yerde, gökdelensiz ve rezidanssız ve fıskıyesiz ve yedi şeritli otobansız bırakılsa; az rahat bırakılsa kutu gibi bir insan kenti Ankara. Endüstri değil, turizmle barışamaz; tarım desen ancak şarap çıkar bağlarından ve üzgünüz bir AVM diyarı olmasına da izin vermeyeceğiz; ancak insan kenti olabilir bu haliyle. Ankaralı bunu, kalbinin gün içinde hiç ellemediği bir yeriyle bilir. Ama o ötesini, orasını istemez Ankara’dan.
Çünkü bu saatten sonra oldurulamaz gibi görünüyor ona bu iş. Yoksa hoşnutsuzluk iyidir. Hoşnutsuzluk, kenti geri almak için pekala çok iyi bir sebep olabilir. Evinizin musluğundan akan soğan kabuğu rengindeki su bir sebeptir örneğin. Bu suyla yıkanmak, bu suyla diş fırçalamak ve yemek yapmak zorunda bırakılmak; bu suyu kullandığı için hastanelere taşınmak; bu su kullanıldığı için hastanelere taşınıldığını kayıt altına alan doktorlara Büyükşehir Belediye Başkanı’nca soruşturma açıldığına şahit olmak birer sebeptir.
Ama düş de görmüş olabiliriz, annemiz bizi bebekken yastığa yanlış yatırmış ve kafamızın şekli bozulmuş olabilir; bunlar aslında olmuyordur da bizim belki olduğunu varsaymamıza yol açan çeşitli mental problemlerimiz vardır; hepimizin birden aynı anda.. olabilir. Böylece, saç boyası paletlerinde kahverengi ile bakır tonlarının bir varyasyonu olabilecek renkteki suyla imtihanımız bir sebep olmaktan çıkar. Çıkar, çünkü Başkan suyu altı milyar insanın önünde içmiş ve ölmemiştir. Bunu yapabildiği ekranın ait olduğu medyayı reddeden “yeni medya”yı kendi hoşnutsuzluklarıyla kurabilecek birbirini tanımayan 3 kişiyizdir. Ankara’da. Atatürk Bulvarı’nın kendini sakince Kızılay’a teslim ettiği pazartesilerde birbirimize bakarak yürürüz ve bunu herkes bilir. Herkes bilir ama onlar yazmaz. Ağaçlarımızın tepesinden caddelere kusturulan yeşil ışıkları görünce kafamızı çevirir oysa çoğumuz. Oraya buraya yapıştırılan tacizkar el broşürleri gibi şehre düzinelerce -ve hangi ihtiyaca cevaben- dikilmiş aptal saat kuleleriyle alay ederiz. Ama kurdele kesmeli sevimsiz açılış törenleri her yerdedir ve biz televizyonlarda en çok onları izleriz.
Çarşı pazarımızın ortasına açılan bir yeni kebapçı daha mı…! Halbuki biz kapanan sinemalarda film görmek, kaza geçirmeden bisiklet sürebilmek ve toplu taşımaya her saat erişebilmek isteriz. Tamam da, satın aldığımız dergiler için bu havadisler değersiz ve o radyoların anonsları hep flaş flaş flaş... Ankaralı hiç bakmasın o vitrinlerdeki kazaklara zaten. Üzerinde “awesome” yazanlar var ya hani.
Çünkü ömründe hiç ihtiyacı olmayacak şeyleri kendisine satmak isteyenlerin reklam jinglelarından daha az müzik duyabildikleri radyolar ona gayrimüslim. Çünkü muhteşem olduğuna inanmasın Ankaralı. Çünkü dayatılanın zulmünden canı acıyanlar çoktan tanıdı birbirini. Yirmi kişiydiler, yirmi üç oldular şimdi.
Yorumlar (0)