Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

“Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”

Acaba futbol ve millet arasındaki yakın temas? Olabilir mi? Olamaz mı?

“Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”

Bir yazıya başlamanın en kolay yolu, o yazıya başlamanın ne kadar zor olduğunu yazmaktır. Yazdım. Şimdi sıra futbola geldi; şöyle güzel oynandı mı tadından yenmez bir seyirliğe… Dünyayı peşinden koşturan 22 balete… Bu dünyanın maçoları ne der bilmem ama, bence futbol oynamak ve bale yapmak arasında görsel bir uyum var. Her ikisinin de koreografisi ve dansçıları disiplinli, yetenekli ve yaratıcı olduğunda sizi başka bir boyuta taşıyabilirler; izlerken kolay gelen çalımların, o birkaç saniyede uçulan tozlu sahaların büyüsü içinize yer etti mi, gitmesi zordur. Tuttuğunuz takımla veya en sevdiğiniz dansçıyla bağınız zaman zaman inişli çıkışlı olabilir, ama bir kere, gerçekten sevdiyseniz izlemeyi, işte o değişmez.

Tam da bu duygusal bağ, kendisine bulaşan tüm pisliklere rağmen, futbolun sadece kendisini sevenlerin varlığını kanıtlamak adına sizi ekran başına kilitler. Ben ekran izleyicisiyim biraz; bale yapamadığım gibi maalesef sahalarda da uçamıyorum. Tribün alışkanlığım da pek yok, itiraf edeyim. Ama televizyonda tam bir takipçiyim. Avrupa maçlarının yayınlanmasıyla birlikte Türkiye liglerinin pabucunu dama atanlardanım. Oryantalistliğimden değil, seyir zevkimi öncelikli tuttuğumdan. Artık sinir harbi yerine, bir maç izlerken şöyle iç rahatlıyla “vay be” diyebilmek için… Yoksa geçmişte gözyaşı dökmüşlüğüm, tura çıkmışlığım vardır yani, ama galiba rahata alıştım şimdi. Yine de takım tutmuyor muyum, tutuyorum elbette. Rıdvan’a kızanlar bana da kızabilir diyerek kapatayım bu bahsi. Ya da kapatmadan “rahata alışmak”a geri döneyim aslında; sonuçta fanatik bir taraftar olmaktan uzaklaşmamın nedeni elbette bu yersiz bahane değil. Nedeni sanırım benim her geçen gün bu kimlik meselesine daha fazla kafayı takmış olmam; gereksiz inşa edilen sınırların yarattığı saçma kör hırsları anlamakta zorluk çekmem. Sadece güzel oynadığı için bir takımı sevmek yerine, “ölmeye ölmeye geldik” çığlıklarının estetik olabilecek bir tabloyu savaş arenasına çevirmesi. Milyarlarca dolarla dönen oyunun hâlâ bir ruhu olduğuna kendimi inandırmaya çalışırken, sadece tek bir takıma nedensiz bir hiçlikle bağlanmanın futbolu ruhsuzlaştırma kapasitesi.

Öte yandan takımsızlık da bu ruhsuzluğu yaratma potansiyeline sahip elbette… Nihayetinde bir rekabet izliyoruz; iyi olan kazansın diyoruz en fair play halimizle… İşte zurnanın zırt dediği yer burası benim için. Belki de yukarıda yazdığım şeylerle çelişkiye de düşerim; kim bilir… Bu “zırt” noktası benim için “iyi” futbol. İyi? Amatör ruhlu profesyoneller olacak bir kere, hem kendi için hem toplum için sanat olacak; eğer bir takıma karşı duygusal bir şeyler gelişecekse içimde, o takımın ruhu olacak… İşte o zaman fanatik değil, ama tutkulu olabilirim. Kendi “iyi”mi hissettiğimde, yukarda tükürdüklerimi yalayabilirim. Ama takım, ruhunu kaybetmeye başladığında, ya da mesela –benim için önemli bir mesele- fazla şımardığında, her aşk bitermiş deyip çekip gitmeyi de bilmeliyim; gerekirse bir şans istediğinde geri vermeyi de… Şimdi bunu okuyan birilerişöyle diyordur eminim; “takım değiştirilmez”; “dönekliktir bu!” vs. vs. Niye? Çocukluk aşkımızla Katolik nikahı mı yapmalıyız? Neden takım değiştirmek büyük ihanet damgası? Neden? Neden? Derken…

Acaba futbol ve millet arasındaki yakın temas? Olabilir mi? Olamaz mı? Olabilir. “Vatan bölünmez”; “Bir gün herkes …’lı olacak”; “Erkek adam karı gibi dönmez”… İşin içine toplumsal cinsiyet de girdi mi? Girdi. Üstelik bu satırların yazarı da bir kadın! Oh my GOD! İşte bir de bu yüzü var futbolun; baleyle kıyaslarken birden karşınıza çıkan milliyetçicinsiyetçi yüzü. Tuttukları takımı kimliklerinin sacayağına ekleyenlerin öfkesi… Balet diyerek benim de bilinçsizce kadın futbolunu dışladığım gerçeği! Şike, mafya, sermaye üçgeni… İktidara giden yolda kitlelerin afyonu… İktidar arayanların hedefi…

Sonra… Sonrası “Messi, Messi… Bu adam neyin nesi?”, sonrası bir Manu Chao şarkısı: “Eğer Maradona olsaydım, onun gibi yaşardım”… Sonrası Livorno, Franco’ya direnen Barselona… Sonrası altyapı, takım oyunu, pas, emek, mücadele…haz… Sonrası dünya kupalarında içilen biralar, derbi totemleri… ve sonrası nicesi… “bütün kara parçalarında/ Afrika hariç değil” Dozunda afyon kitleleri uyuttuğu kadar uyandırma potansiyeline de sahip. Olabilir mi? Olabilir.

 

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış

İlginizi Çekebilir