Pazartesi sabahı New York saatiyle 7’de, tam tamına 133 gündür sabır ve umutla beklediğim müjdeli haberi aldım: Kendilerini her nasılsa bir İslam Devleti olduklarına inandırmış olan IŞİD adlı sapık güruh sonunda Kobani’den süpürülüp atılmıştı. ‘Durdurulamaz’, ‘önüne geçilemez’ denilen uluslararası çete Rojava’nın tozlu topraklı ufak bir şehrinde Kürt kayasına çarpıp darmadağın olmuştu. Hemen gazetelere ve sosyal medya paylaşımlarına baktım. Kutlamalar her yerde, Kürt şehirlerinde herkes sokaklarda, havai fişekler atılıyor, insanlar tüm insanlık adına kazanılmış bu zaferi kutluyordu. YPG’nin uluslarası savaşçı devşirmekte kullandığı “The Lions of Rojava” sayfasına dünyanın her tarafından Kürtlere teşekkür mesajları yağıyordu – Panama, Kore, Kamboçya, ABD, Hollanda, Brezilya, İrlanda, Hindistan, Fransa, Macaristan, Meksika...
Ayrı ülke, din, dil ve ırklardan insanlar bu zaferi, sanki kendi savaşlarıymış gibi tereddütsüzce sahipleniyordu. Bilmiyorum size de olur mu? Büyük, ekstatik bir sevincin ardından duygusal bir yorgunluk çöktü adeta üzerime. Bu sevinç manzaraları, coşkulu kutlamalar beni 4 ay öncesine, başka bir mekâna ve çok daha farklı bir atmosfere götürüverdi. Yer: Washington DC, Eylül 26, Kürt Konferansı... Cuma günü, öğle saatleri... Washington DC’nin merkezindeki konferans salonu dolu. Amaç Kürt sorununu tüm boyutlarıyla tartışmak, ama Kobani’de başlayan IŞİD işgali kara bir gölge gibi salonun üstüne çökmüş durumda. Kimse yüksek sesle telaffuz etmiyor ancak herkes farkında: Kobani’deki bir IŞİD zaferi çorap söküğü gibi Rojava’nın ve Rojava’yla birlikte Ortadoğu için biricik ümit olan özgürlükçü, demokratik çizginin sonunu getirebilir.
Gerisi ya klasik Baas tarzı otokratlar, ya da uzun süredir bir Ortadoğu normu haline gelmiş etnik/mezhepsel boğazlaşmalar. Selahattin Demirtaş da o gün konuşmacılar arasındaydı. Stres ve üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Rojava’yla iki eli kanda bile olsa her gün defalarca görüşen ve kuşatma altındaki kentin dış dünyayla önemli iletişim kanallarından biri haline gelen gazeteci dostum Mutlu Çiviroğlu, 1-2 gün içerisinde kentin tümden düşebileceğine dair aldığımız duyumları, Kobani’yle telefon bağlantısı kurarak doğruluyordu. ABD basın sözcüleri ve askeri yetkililerin açıklamaları -Türk hükümetinin İncirlik ve diğer konularda desteğini alma karşılığı- Kobani’yi gözden çıkardıklarını ima, hatta açıkça itiraf ediyordu. Kısacası bütün dünyanın gözleri önünde kendi evini-barkını korumak dışında hiçbir günahı olmayan insanlar bir terörist çete tarafından adım adım imhaya doğru gidiyordu.
Bütün bu karanlık tablo içerisinde dikkatimi en çok çeken şeylerden biri, toplantıya ABD’ye vize alamadığı Skype üzerinden katılmak zorunda kalan Salih Müslim’in sarsılmaz duruşuydu. Kendisi de Kobanili olan ve daha geçtiğimiz sene oğlunu en son saflarda bir çatışmada kaybeden Müslim’in sesinde endişe, öfke, hınç, çaresizlik, vb. hiçbiri yoktu. Yalnızca yenilgiye sonsuza dek ‘Hayır’ diyen bir liderin kararlılığı vardı. O sakin ve akıcı üslubuyla İngilizce konuşmasını yaparken bu olgunluğuna şaşırdığımı hatırlıyorum. Belki de, diyordum kendi kendime, oranın yerlisi olarak, Kobanililerin direngenliği hakkında bizim bilmediğimiz bir şeyler biliyordur. Konferans bitiminde kafam düşüncelerle dolu bir halde binadan çıktığımda kaldırımda toplanmış ‘ulusalcı’ protestocu grupla karşılaştım.
Kleptokratik bir rejim tarafından idare edilen ülkeleri uluslararası İslamcı terörizmin operasyonel kumanda merkezi haline gelmişken, onlar ellerinde Mustafa Kemal resimleri, Washington DC’de bir Kürt konferansını protesto etmeyi marifet sanıyorlardı... O ümitsizlik ile 6-7 Ekim’e gelindi... O hafta sonu endişelenildiği gibi Kobani düşmedi ama durum ağırlaşarak devam etti. Türkiye’de çaresizlik için sokaklara dökülen Kürtleri, resmi-sivil faşist kurşunları karşıladı. Her daim ‘mağdur’u oynamayı bir iç siyaset silahı haline getirmiş Cumhurbaşkanı ve hükümet bir yandan ‘Kobani düştü düşecek’ diye taraftarlarına müjde, Kürtlere keder vermeye çalışırken, bir yandan da sokak çatışmalarını körüklüyor, bunun faturasını da ustalıkla HDP’ye çıkarıyordu.
Bu olaylarda çoğu HDP taraftarı olan 40’ın üzerinde insan hayatını kaybetti. Sayıları o kadar çok ve o kadar hızlı katledildiler ki, Gezi’de hayatını kaybedenlerden farklı olarak bu kez düşenlerin adlarını öğrenemedik bile... Erdoğan/Davutoğlu hükümetinin karanlık planı tıkır tıkır işliyor gibiydi. Adeta paralize olmuş halde çatışmaları daireler çizerek izleyen ABD uçakları ve dünya kamuoyunun kayıtsız bakışları altında IŞİD üyesi sapıklar Kobani merkezine ilerlerken, bir yandan da Türkiye içerisinde Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile birlikte Selahattin Demirtaş ve partisi HDP etrafında oluşmaya başlamış siyasal alternatif, tırmandırılan milliyetçilik ve kanlı komplolarla dağıtılıyordu. Hükümet Kobani’nin saldırgan bir güç tarafından işgalini bir PKK - IŞİD kapışması şeklinde çarpıtmayı büyük ölçüde başarmıştı.
Sosyal medya ve kişisel sohbetlerde, hükümete keskin muhalif kesimlerden insanların bile nasıl bu milliyetçilik seline kendilerini kaptırdıklarını ve Erdoğan/ Davutoğlu hükümetinin gönüllü propagandistleri haline dönüştüklerini üzüntüyle gözlemledim. Teybi ileri saralım İşte 26 Ocak 2015 büyük Kobani zaferine tam olarak böylesi karanlık günlerden, adım adım çıkarak gelindi. Bunda milyonlarca insanın payı ve emeği var elbette. Ben ilk olarak, bugün “Kobani’deki durumda payımız unutulmasın” şeklinde bir açıklama yapan Bülent Arınç şahsında AKP hükümetinin isimsiz kahramanlarını anmak istiyorum.
Onların katkıları büyük. Öncelik Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu ve etkisini, özellikle de ABD’nin Türkiye’ye olan ihtiyacını abartılı değerlendirerek ellerindeki kartı aşan oyunlar oynadılar. Uluslararası ilişkilerin satrançtan çok kumar olduğunu unutarak, salladıkları zarlarda stratejik derinlik aradılar. Sonra da tüm dünyanın gözlerinin içine baka baka bir yandan IŞİD’e her türlü lojistik desteği verip bir yandan da ‘tek günahımız Suriye’yle sınırımız olması’ yalanını söylediler. Böyle böyle, ahmak yerine konulmaktan AKP’nin sandığı kadar memnun olmayan ABD ve uluslararası kamuoyunu karşılarına aldılar. Sınır boyunda evlerinin başlarına yıkılışını, kardeşlerinin katlini izleyen genciyle yaşlısıyla binlerce Kürde, IŞİD’in saldırıları yetmiyormuş gibi bir de gaz bombaları, mermiler ve TOMAlarla hücum edip onların öfkesini her gün yeniden yeniden bilediler.
O yüzden Sezar’ın hakkı Sezar’a... Kobani zaferinde, Kobani düşmanı AKP’nin payını küçümsememek lazım. Şimdi gelelim gerçek kahramanlara... Doğduğu yeri terk etmeyenlere…
Doğmadığı yerde ölmeye giden kadınlı erkekli savaşçılara... Yüzlercesi Kobani’nin harabeye dönmüş sokaklarında Amerikan silahlarıyla donanmış çetelere, Kalaşnikoflarla direnirken toprağa düştü. IŞİD dört bir cepheden takviyelerle güçlerini yeniler ve tazelerken, onlar gece gündüz aralıksız, cephe gerisi olmayan, her yeri “ön saf” olan bir cehennemde savaştılar.
Lise çağında kızlar, oğullarını direnişte yitirmiş 60’lık babalar, orta yaşlı anneler, yıkıntılar arasında savaşırken yüzlerinden gülümseme eksik olmayan savaşçı kadınların ordusu YPG/YPJ’yi oluşturdular... Kobani’nin bir diğer kahramanı ise ölüm tehlikesine rağmen her gün etraflarında vızıldayan kurşunlara, patlayan bombalara aldırmadan ‘içeriden’ haberler gönderen gazetecilerdi. Dünyanın ‘gitti’ gözüyle baktığı Kobani’nin kalbinin daha durmadığını, orada hala hayat olduğunu bizlere onlar her gün yeniden hatırlattılar. Suruç ve diğer sınır boylarında gece gündüz nöbet tutan, savaştan kaçan kardeşlerine sahip çıkan, çıldırmanın eşiğine gelince Cizre’de Habur Suyuna atlayıp yüzerek karşı tarafta bekleyen silahlı güçlere katılanlar… Ve son olarak...
Dünyanın her yerinde maddi-manevi imkânlarını Kobani için seferber eden tüm milletlerden, din ve dillerden insanlar. Haklı bir davaya ‘haklı’ demek için Kürt olmaya ihtiyaç duymayanlar...
Bu zafer onların da zaferi. Bu yazıyı Lions of Rojava sayfasına bırakılmış, kısa ama öz bir İngilizce mesajla noktalamak istiyorum: “Yaşasın! Nasıl bir cesaret ve göreve bağlılık dersi bu! Bizlere özgürlüğün değerini hatırlattığınız için çok teşekkürler. Sizler gerçek kahramanlarsınız. Umarım en yakın zamanda hakettiğiniz barışçıl yaşama kavuşursunuz.
Saygılarımla!” Evet... Bizlere, tüm insanlığa özgürlüğün bedelini hatırlattığınız için.... En içten saygılarımla.
Yorumlar (0)