Baba, bir akşam eşi ile konuştu ve Ankara’ya yerleşmelerinin, en azından geçimleri için, Haymana’da kalmaya devam etmekten daha iyi olacağını söyledi. Ankara’ya geldiklerinde, Aşağı Ayrancı köyüne yerleştiler ve bahçecilik işine devam etmek için, üzerinde iki katlı bir evi olan bir dönüm toprak aldılar ve Ankara’ya da hızlı uyum gösterdiler. Geldikleri yerden çok daha yeşil bir bölgeye gelmişlerdi. Ayrancı’dan Kırkkonaklar’a kadar olan bölgede, çok sayıda bağ evi ve kerpiçten köy evleri vardı. Çankaya tepesine doğru uzanan ve seyrek şekilde dağılmış olan bu bağ evlerine uzaklara bakıldığında, kuzey ve batı ufkunda yer alan tepeler ve dağlar, geldikleri yer kadar kurak bir görünüme sahipti aslında. Hemen kimsenin yaşamadığı, birçok isimsiz tepenin olduğu bozkır. Geldikleri yıl da Cumhuriyet’in kuruluşunun onuncu yıl dönümüne denk gelmişti. Çok fırtınalı geçen savaş zamanı geçmiş, Ankara başkent ilan edilmişti ve yıllardır birikmiş olan bezginlik ve yorgunluk geçmeye başlamıştı. Niyazi’nin babası ve annesi, onuncu yıl kutlamalarını görmek için, Aşağı Ayrancı’da yaşayan komşuları ile birlikte, uzunca bir yolu kat etmiş olduklarını yıllar sonra, apayrı bir coğrafyada bile hatırlayacaklardı.
Niyazi, anne ve babası yerleştikten üç sene sonra dünyaya geldi. İlk katı taştan, ikinci katı da ahşaptan yapılmış küçük, o sıradan bağ evinde dünyaya geldi. Annesi ve babası, Aşağı Ayrancı’da bir zamanlar Rumların yaşadıklarını ve kendileri yerleşmeden yaklaşık on yıl kadar önce, “Mübadele” sonucu Yunanistan’a gittiklerini biliyorlardı. Aldıkları toprak verimli ve sulu olduğu için, hemen işlerine koyuldular. Tefeciden borç almalarına gerek kalamayacaktı. Köydeki demircinin de, Rum asıllı bir Müslüman olduğunu öğrendiklerinde sevindiler. Aslında anadillerine pek de düşkün değildiler. Kuşaklar boyunca, Ankara bozkırının güneyinde yaşadıkları için, Türkçeleri değil ama asıl Rumcaları şiveliydi. Demirci Halis, çocukluk ismi ile Hristo, bazı akşamları onlara uğramaya başladı. Bazen ana dillerinde de konuşsalar, Niko’nun babası Orhan Bey ve Safiye Hanım’ın Rumcaları çok da akıcı olmadığı için, sık sık Türkçeye geçiyorlardı. Kuzey ve batı tarafındaki dağların arkasında çok kereler güneş batırdılar, Ankara’nın güzel gün batımını izlerken de, günlük hayattan, anılardan, köydeki olaylardan konuştular. Soğuk
ve karlı bir gün akşamının birinde, Niyazi ve kız kardeşine, iri mavi gözlerini açarak uzun bir kurt öyküsü anlatmıştı. Niyazi, babası, annesi ve kız kardeşi için, yıllar sakin ve rahat geçti.
Aradan on küsur yıl geçti, Halis Amca’nın sağlığı hızla bozulmaya başladı. Usta olduğu demirciliği çoktan bırakmış ve yalnız yaşadığı evinde köşesine çekilmiş olarak yaşıyordu. Yıllar önce ölen eşinin resmi, loş evinin nispeten ışık alan duvarına asılıydı, ama yıllar önce Yunanistan üzerinden Amerika’ya yerleşen oğlunun resmini asmaya gerek görmemişti. Şaşılacak bir şey değil, oğlu Amerika’ya yerleşince, tek bir mektup bile atmamıştı. Halis Amca buna hiçbir zaman anlam verememişti ve anlam vermeden
de ölecekti. Şehirdeki hastaneye yatırılmayı reddetti.
İçini kemiren hastalığın, kendisini yakında öldüreceğini biliyordu, kesinlikle. Komşuların getirdiği yemekleri ısıtıp yiyebiliyordu, hemen bitişindeki komşu kızı da, evinin temel temizliklerini ara sıra yapıyordu. İki ay kadar sonra, yatağa düştü. Yıllar önce, aşık olduğu kız ile evlenmek için din değişmişti Halis Amca, ama Niyazi ona hep eski ismi ile hitap ediyordu. Hristo Amca! Soğuk bir kasım akşamı Niyazi, hafifçe araladığı kapıdan Hristo Amca’yı boş boş pencereden bakarken görünce hızlıca içeri girdi. Hristo da onu bekliyordu.
“Senden bir isteğim var. Garip bir istek. Ama çok da ciddiyim” dedi, Halis Amca.
“Seni dinliyorum Hristo Amca” deyip sustu Niyazi. Birkaç saniye sessizlik.
“Bundan yıllar önce bir Rum arkadaşım, benim küçük bir suç işleyip hapse girmem gerektiğini söylemişti. Dediğine göre, bundan sonra iyi şeyler olacaktı. Ciddiye almamıştım onu. Hala da, ciddiye alıp-almamam gerektiğini bilmiyorum. Şimdi benim olduğum gibi, bunu hasta yatağında söylemişti bana. Tam o sırada odaya başkaları girince susmuştu. Ertesi gün de ölüm haberini aldık. İçimden bir ses, orada bir şeyin olduğunu söylüyor Niyaziciğim, Nikocuğum” deyip, yorgun bir şekilde kafasını yastığa koydu. Kış akşamıydı, Dikmen tepelerinden kurt ulumaları sesleri duyuluyordu.
“Anladım” diye kısaca bir yanıt ancak verdi genç delikanlı. Evden çıkarken düşünceliydi, Hristo Amcasının isteğini yerine getirecek merak ve cesareti yoktu. Ama bir gün, arkadaşları ile sarhoş olup, ciddi bir kavgaya girince, kendisini önce karakolda, sonra da mahkeme önünde buldu. Beyaz saçlı ve gözlüklü hakimin otuz günlük hapis
cezasını duyduğunda, gözlerinden yaş gelmişti Niyazi’nin. Ağır bir suçu olmadığı için, etrafı çok da yüksek olmayan duvarlarla çevrilmiş yarı açık Cezaevine yerleştirildi. Cezaevine yerleştikten yaklaşık bir hafta kadar sonra, ters yerleştirilmiş bir Rumca dikdörtgen taş ilişti gözüne. Hemen kafasını eğdi ve az buçuk bildiği Rumcası ile yazıyı okumayı becerdi. Mutluluğun insanın içinde ve en büyük meşe altında olduğu yazıyordu. Önce anlam veremedi, ama Hristo Amcasının bahsettiği şeyin bu olduğunu, hemen anladı.
Kafiyesi çok da tutmayan bu şiiri, çok da kalabalık olmayan koğuşta düşünecek zamanı vardı. Şiir Rumcaydı, en büyük meşenin altındaki mutluluktan bahsediyordu. Otuz gün çok yavaş geçti Niyazi için. Cezaevinden çıkar çıkmaz soluğu evde aldı, kendisini gözyaşı ile karşılayan anne, baba ve kız kardeşini teselli etti. Aynı günün akşamı, evlerinin az aşağısındaki ulu meşe ağacını görünce, heyecan sardı vücudunu, hatta titreyen bacaklarına güvenmeyip yere çöktü kısa bir süreliğine. Dolunayı beklememeye karar verdi.
Dolunayın iki gün öncesinde, henüz kimselerin ev kurmadığı, Ayrancı bağlarından geçen derenin hemen dibindeki meşe ağacını rahatlıkla buldu. Kazma ve küreği evdekilere çaktırmadan aldı. Nemli, sinekli, baykuş sesli gecede kazmaya başladı. Yaklaşık iki saat kadar sonra, bağırmamak için dudaklarını büzmek zorunda kalacaktı sevincinden. Tepeye yükselmiş olan ay ışığının altında sarı sarı külçeler parıldıyordu. Hayatının en uzun sürecek olan yürüyüşünü yapacaktı o gece. Gene eve gitti ve evdekileri uyandırmadan deri çantayı aldı. Koşarak da gitmek istemiyordu. Hızlı adımlarla, meşenin bulunduğu yere vardı. Ay daha da yükselmişti, meşenin dal ve yapraklardan geçen ay ışığı, ona fazlasıyla yetecekti.
Ertesi gün de anne, baba ve kız kardeşi, sevinç ve şaşkınlıklarını bağırtıya çevirmemek için aynı şekilde, dudaklarını sıkacak ve birbirlerine sevinç ile bakacaktı. İkinci Dünya Savaşı’nın yıktığı Yunanistan’a dönmenin bir alamı yoktu, oraya karşı bir zerre aidiyet de hissetmiyorlardı. Savaş sonrası muazzam bir ekonomik patlama yapan Amerika’ya gittiler, tereddüt etmeden. Çok paraları vardı, bir şekilde getirmeyi becermişlerdi. Belki de, sürekli tedbirli yaşamanın getirdiği duygu olsa gerek, ilk olarak ev aldılar ve ufak bir dükkan açarak işe başladılar. Kendi mahallelerinde hayat süren ve İngilizceyi kendileri gibi şiveli konuşan aksi adamın, Hristo Amca’nın çocuğu olduğunu hiç bir zaman bilemeyeceklerdi.
Yorumlar (0)