Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Modern ile Postmodern Arasında Hacıbayram

Sevgili Solfasol, dün, Mehmet Onur Yılmaz ve Murat Dirican ile birlikte Hacıbayram’a gittik. Gerçi amacımız sadece Nazmi Usta’da bir öğle yemeği yemekti, ama meydan o kadar şaşırtıcı ve tartışmayı o kadar çok hak eder bir haldeydi ki, durmadan onun üzerine konuştuk.

Modern ile Postmodern Arasında Hacıbayram

Gül Kahve’ye uğramayı ihmal etmedik elbette. Ahmet Ustayı gördük, müşterileriyle ilgileniyordu, pek oyalamak istemedik, ama “nasıl oldu buralar? Ne diyorsun?” diye sorduk, bir ara. O da, yine bir yandan müşterilerine bakarken bir yandan, “bu önümüzdeki merdiven” dedi, “bu binanın bu kadar büyük olması ve herkesin önünü kapatması gerekli miydi?” dedi. Ama dediğim gibi, fazla konuşamadık. “Sonra yine uğrarız” dedik ama Ahmet Usta biz yemeğimizi yerken, yanımızdan geçerek evine gitti. Bugün biraz yorgunmuş.

Anafartalar Caddesi tarafından Hacıbayram’a doğru yöneldiğinizde, önce bir acayip, ne işe yaradığı pek belli olmayan ama Hacıbayram kutsal alanına girmekte olduğunuzu size bildirmek için yapılmış olduğunu anladığınız, haşmetli bir kapı karşılıyor sizi. Eskiden Hacıbayram’a doğru Gül Kahve’nin önünden geçen ana yol, aşağıda yaratılmak istenilen meydan için yapılan istinat duvarı nedeniyle bitiyor. Ahmet Usta’nın söylediği, önce istinat duvarı olan, sonra Ahmet Usta’nın ısrarı ile birazı oturma yeri, çok azı dar merdivenler yapılan kesinti ile sonuçlanıyor.

Sevgili Solfasol, bu meydanda yapılanlar öyle yazı ile anlatılacak gibi değil, gidip görmek gerekiyor. Ama görmek de yetmez, olanı biteni anlayabilmek için, etrafınızda konuşacağınız/tartışacağınız insanlar da olmalı. Ben, mimar olduğu için sorularımla Onur’u o kadar bunalttım ki, “hocam ne diyeyim, ben yapmadım vallahi bunları, sorumlusu değilim” diyordu önceleri, sonrasında daha kestirme bir yol buldu, “bunun anlamı nedir?” diye sorduğumda, “postmodern” diyordu.

Önce kısaca olup-biteni özetleyeceğim Solfasolcuğum: Eskiden tepenin üzerinde ve tek parça olan tarihi meydan, şimdi iki parça olmuş ve iki düzeye bölünmüş. Biri aşağıda ve biri yukarıda. Yukarıda olan, artık bütünüyle caminin bir parçası, bir uzantısı gibi düşünülmüş, bir açık hava namaz kılma yeri olmuş. Aşağı meydan ise, amaçsız, ne işe yaradığı belli değil, ya hiçbir şeyi amaçlamıyor ama iki farklı kitle olarak yapılmış çarşıları, dükkanların bulunduğu bölümleri ayırıyor, ya da yandaki çarşı blogunun üst katındaki lokantanın önündeki açıklığı sağlıyor.

Meydan, belki iki bin, belki iki bin yedi yüz yıldır Ankaralılar tarafından kullanılan bir meydan olduğu için, kazılıp bir yarısı daha düşük bir kota indirilirken, aşağıdaki katmanlardan nasıl bir tarih çıktı, bilmiyoruz. Ama bir şey çıkmış olsa da, Hacıbayram’ın batı terasının altından geçen yol yapılırken çıkan Roma sütunlu yoluna yapıldığı gibi, “gereği yapılmıştır” sanırım... Bu iki mekanı, tahmin edebileceğiniz gibi, bir istinat duvarı ayırıyor ama bu duvarın önündeki şelaleler- havuzlar ve gül kokulu bahçe parçaları o kadar çok ki, duvarı pek algılamıyorsunuz. Meydanın yükseltileri ile o kadar çok oynanmış ki, her yerde anlamsız ve hiçbir biçimde kullanılamayan teraslar, iki yanından çevresini yaran rampalar, merdivenler ve oyuncaklı balkonlar oluşmuş. Bütün meydana egemen olan renk beyaz. Binalar beyaz, büyük giriş kapısı beyaz, çevredeki bütün “restore edilmiş” ama gerçekte betonarme olarak yeniden yapılmış evler-binalar, beyaz. Beyaz güzel elbette. Ama abartılı gibi duruyor. Gereksiz yere tekrarlanmış gibi duruyor. Hele üst meydanda açık havada som mermerden yapılmış ve yan yana duran minberin, mihrabın ve küçük konuşma balkonunun Marmara mermerinin beyazı o kadar çiğ ki, “iyi ki, çocuklar merdivenlere çıkmasın diye alelusul bağladıkları o plastik kırmızı-beyaz şeritten bantlar var!” diye düşünüyorsunuz. Hacıbayram Cami’sinin kendisinden bahsetmeyeceğim bile. Onu daha önceki sayılarda yazmıştık. Ama bu yapılan her şeyin, sanki Hacıbayram’ın anısını taciz ettiğini düşünüyorsunuz. Böyle gereksiz ve ısmarlama bir ihtişam düşkünlüğü, bir süsleme gayreti, bir büyüklük ve büyütme gayreti, mümkün olduğu kadar çok dükkan yeri yaratmak çabası vb... hepsi, ama hepsi, sanki Hacıbayram’ın anısını rahatsız ediyor, onun gerçekten kim olduğunun üzerini örtüyor gibi.

Hacıbayram’ın mütevazı ve barışçı kişiliği, kendisinin tercihi olan sadeliği ve gösterişsizliği, esnafla ve Ankara’nın çevresindeki tarımcı toplumla samimiyetle bütünleşmeyi amaçlayan tekkesi, sanki hakarete uğramış gibi. Hacıbayram, yoksuldan yana, çalışmaktan yana ve eşitlikçi bir paylaşımı ve dayanışmayı amaçlayan bir öğreti kurmaya çalışıyordu, benim bildiğim kadarıyla. Bu nedenle, onun gözü, asla yaldızlarla, kristallerle, boyalarla vb. yapılmış gösterişte olmazdı. Ankaralılar da onun yolunu böyle bilmişler, Bayramiliğe inananlar, öyle Mevlevilik ya da daha diğer göze batan özellikleri olan tarikatlar gibi değiller. Bayrami tekkesi de öyle bir tekke değil. Ankara tarihinde Hacıbayram’a ilgili samimi bir bağlılık var, ama hiçbir zaman şatafat, büyütme, altın varaklara büründürme falan gibi bir merak yok.
Sevgili Solfasol, dediğim gibi, o tarımcı ve hayvancılıkla ilgilenen Ankara toplumuna yol göstermek isteyen, sade ve basit, kutsal bir kişilik. Ankara’nın tarihinin sadeliği içinden gelmiş, onun gibi olan bir evliya...

Solfasolcuğum, Bu kadar bir araba laf yazdım, ama daha asıl kafama takılan soruya gelemedim bile. Meydanın daha önceki tasarımını hatırlıyorsunuz sanırım. 1990’lı yıllarda yapılan ve Ankara’nın Cumhuriyet döneminin en başından beri ısrarla gerçekleştirilen “modern” anlayışa göre düzenlenmiş bir meydandı. Bu düzenleme ile ilgili, kent açısından eleştirel bir tartışma oldu mu, geçtiğimiz 20-25 yıl içinde, bilmiyorum. Ama şu kadarını söyleyebiliriz belki: Ankara bir başkent olarak kuruluşunun en başından beri, temel yaklaşımlardan

biri, kentin “modern” olarak kurulması ve Cumhuriyet rejiminin nasıl bir devlet, nasıl bir ülke ve nasıl bir gelecek istediğinin izlendiği bir vitrin olmalısıydı. Bu modernin nasıl olacağı üzerine yapılan tartışmalar belki hiçbir zaman bitmedi. 1920’li yıllarda yapılan binaların modernizmi, henüz Osmanlı geleneğinden tam olarak kopmamıştı. Jansen Planı ve 1930’larla birlikte gelenekten kesin bir kopuş yeğlendi ve uluslararası dünya standardı ne ise, Ankara’da kurulacak modernin de bu üslupta olması düşüncesi egemen oldu. 1942’den sonra yavaş yavaş, 1950’den sonra başka birçok nedenle hızı değişerek bu modern anlayışının nasıl bir modern yaratmasının istendiği (isteyen elbette her zaman devlet ve onun küçük kolu olarak belediye idi) üzerindeki tartışma, sürüp gitti.

1990’lı yılların başında yapılan Hacıbayram düzenlemesinde egemen olan görüş, öyle görünüyor ki, uluslararası standartlara uygun bir moderndi. Aslında bu düzenleme ile Hacıbayram arasında yine bir zıtlık vardı. Ancak bu amaçlanmış bir kontrasttı. Çevre öylesine kesin ve sert hatlarla modern olarak kurulmuştu ki, bazı ögelerin ne anlamı olduğunu bile, sorgulamadan edemiyordunuz. Ama, o küçük iç avlusuyla güney çarşısı, ölçek ve oranlar bakımından, çevredeki sokaklara açılır ve onlarla bağlanırken, zaman içinde bu çevreye uymaya başlamış gibiydi. Ancak son 20 yıldır, çarşı, meydan ve çevresi o kadar bakımsız bırakılmış ve her şey o kadar dökülmeye başlamıştı ki, bu düzenlemeye artık hiçbir şans verilmeyeceği belli olmuş gibiydi.

Yine de Hacıbayram ve çevresi, sadece muhafazakar Ankaralılar için kutsal bir yer değildi. Bütün Ankaralıların yolunun düştüğü, birçok insanın özellikle uğradığı bir yerdi. Hacıbayram’ın türbesini en çok ziyaret edenler, belki de kadınlardı. Adakta bulunanlar ve niyetlerinin/isteklerinin/ beklentilerinin gerçekleşmesi için Hacıbayram’ın yardımcılığına güvenen insanların kalabalığı, çocuklar, örtülü veya örtüsüz kadınlar, namaz için buraya gelmiş erkekler, turistler, hepsinin bir karmaşası olurdu meydanda. Hala da öyledir. Hacıbayram, muhafazakar Ankara’nın odak noktasıydı belki, ama muhafazakar olmayanlar da gelir, Hacıbayram’a. Bu nedenle, biraz tepeden inme bir modern zorlaması olsa da, meydan, yine de, Ankara için elverişli bir biçimde kullanılabilir bir durumdaydı.

Oysa şimdi ne gördük? Onur’a habire sorduğum, “bunun anlamı nedir?” sorusuna en kestirme yanıt nasıl verilebilir? Sanırım Onur’un dediği gibi “postmodern” tanımı ile. (Peki postmodern nedir sorusu ayrı
bir tartışma; ona girmeyeceğim.) En çok göze çarpan, bir Osmanlı özentisi, bir Osmanlı’ymış gibi gösterme çabasıyla yapılmış bin bir zorlama... Çarşıda, yeni yapılmış “tarihi” binalarda, aydınlatma armatürlerinde, mermer minber ve mihrapta, güller ve havuzlar ile yapılmış düzenlemelerde, her şeyde bu özenti göze batıyor. Ancak bu özentinin yapıştırma olduğu, inandırıcı bir yanı olmadığı, sahte durduğu da sırıtıyor. Gerçekten bu yüzeysel yapıştırma kurgu, yüze gülmüyor, sırıtıyor.

Eski modern, bir zıtlık içindeydi Hacıbayram’la, şimdiki postmodern ise, hem Hacıbayram’a aykırılığı ile acı veriyor, hem
de yapaylığı, her şeyin taklit ve “mış gibi” olmasıyla, dediğim gibi, sırıtıyor... Başka ne diyebilirim bilmiyorum. Belki, bu sırıtan çehre, “sizi ısırabilir mi?” diye endişelendiğiniz de oluyor...

Murat’la ve Onur’la Hacıbayram ziyaretimiz biraz böyle gelişti işte Solfasolcuğum. Hani her yerde büyük 'billboard’lara yazmış ya belediye, “Hacıbayram’a gelin, gözlerinize inanmayacaksınız” diye. Gerçekten de inanmıyorsunuz. “Bu kadar da yapılır mı, bu Ankara’nın yüzyıllardır en kutsal saydığı kişiye?” diyorsunuz. “Biraz da şatafatlı ama olsun” denmiş belki. Gerçekten, Ankara muhafazakarlarının da biraz şatafat hakkı yok mu?

Gelenek, kendi kendinin taklidi gibi; dükkanlarda henüz in cin cirit atıyor. Baygın bir ney üfleniyor hoparlörlerden. Fıskiyeler onunla senkron mu acaba, yükseliyor- alçalıyorlar, her yer gül kokuyor, yine de en iyi işi, eskiden beri orada olan kebapçılar yapıyor gibi.Yaşam her zamanki gibi devam ediyor meydanda.

Modernin sonunun ne olduğunu
gördük, şimdi bakalım, postmodernin ne olacağını da yaşayarak göreceğiz. Ama Hacıbayram, Augustus, kendi soylulukları ve arkadaşlıklarıyla, kalırlar orada...

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış