GA: Merhaba, öncelikle bu söyleşi için Solfasol ve okurları adına teşekkür ederim. Özellikle son yıllarda yayınlanan ve sergilenen Yeni Türkiye kitabı, Shanghai ve İstanbul’u birlikte okuduğunuz Belleği Silmek, Muta-Morfoz ve Facsimile projelerini takip ettiğimiz; kentler ve geçirdiği dönüşümler üzerinden işler üreten bir sanatçı olarak
sizi Ankara’da görmek bizi çok heyecanlandırdı. Mimar, şehir plancısı, dijital sanatçı, akademisyen gibi çok yönlü kimliğinizle Ankara ile bağınız ve bu projenin yola çıkış hikayesi nedir?
MG: Öncelikle belirtmek isterim ki, sizin heyecanlanmış olmanız beni de heyecanlandırıyor, paylaştığınız için teşekkürler. Ankara ile çok temel bir bağım var: Ankara doğumluyum ve ilkokul 2. sınıfa kadar Sıhhiye’deki
Sarar İlkokulu’nda okudum. Yıllar sonra, 1993-94 eğitim yılı süresince, 28 yaşında genç bir hoca olarak Bilkent Üniversitesi’nde ders verdim. Erimtan Müzesi’nden beni çok heyecanlandıran bu solo sergi teklifi geldiğinde, müzenin direktörü olan ve Türkiye’nin uluslararası / ulusal ölçeklerde en deneyimli ve tanınan sanat yöneticilerinden Emin Mahir Balcıoğlu ile çeşitli olasılıkları değerlendirdik. Sonunda, Ankara’ya gelip benim seçeceğim bir konu üzerinde çalışmamın en doğru seçenek olduğuna karar verdik. Ankara’da olan biten tuhaf belediyecilik icraatları hakkında çeşitli kaynaklardan devamlı bilgi akıyordu.
Bu konu hakkında görece geniş kapsamlı bir çalışma yapıp, bu anlaşılmaz kent planlaması yaklaşımlarını bir külliyat olarak belgelemenin, ülkemiz kent planlama ve siyaset tarihleri açısından önemli olduğunu düşündüm. Ankaralılara Ankara’yı anlatmak tereciye tere satmak gibi bir şey; fotoğraflarını çektiğim şeyler bir çok kişi tarafından bilinen, gözlenen şeylerdi zaten. Amacım, bir
sergide hiç bir araya gelmeyen bu külliyatı oluşturup, farklı kentleşme yaklaşımlarını yan yana koyarak bir karşılaştırma yapılabilmesini sağlamak idi. Tek başına gördüğünüz manasız bir icraatı, daha derinlikli bir insiyakla üretilmiş başka bir icraatın yanına koyunca aradaki fark iyice rahatsız edici hale geliyor. Nihai gayem de rahatsız etmek idi zaten...
GA: Ankara keşfedilmesi çok kolay bir kent değil; bununla beraber keşfedildiğinde de insanı şaşırtan katmanlara sahip. Bu anlamda mekan seçimlerini nasıl yaptınız?
MG: Bir kentte çalışmaya başlamadan önce o şehir hakkında, bana asistanlık eden eşim Sema Uygur Germen’in de yardımlarıyla, kapsamlı araştırma yapıyoruz. Bu araştırma, kent tarihi ve güncel kent verilerini içeren metinsel bir çalışma olmanın yanı sıra; kartografik bir boyuta da sahip oluyor. Şehir plancılığı ve mimarlık eğitimi almış olmanın verdiği avantajla kenti harita üzerinden okumak konusunda tecrübe sahibiyim. Kentin kimliğini, fiziksel yapısını etkilediğini düşündüğüm
çeşitli hakim noktalar belirliyorum ve çeşitli yüksek katlı binalardan genel kent çekimleri yapabilmek için izin alınmasını rica ediyorum. Genellikle ihtiyacımdan fazla sayıda binaya erişim talep ederim, çünkü bunların en
az yarısından izin alınamaz. İzinler alındıktan sonra cep telefonumdaki çevrimdışı çalışan harita uygulamasına binaların lokasyonlarını (bulundukları noktaları) imlerim ve sonrasında bu yeri elimle koymuş gibi bulurum; arayıp da bulamadığım yer pek olmaz.
İzinler ve diğer bazı Ankara bazlı araştırmalar için müze idari kadrosundan Melis Golar’ın, Cumhuriyet dönemi yapılarının tam listesi için ise Yıldırım Yavuz’un çok yardımı oldu, sağ olsunlar. Çekimleri yaptığım 4 günün ikisinde Suat Tural’dan deneyimli rehber desteği aldık. Süreç içinde keşfettiğim yerler şüphesiz ki oldu, şimdiye kadar yaptığım en kapsamlı Ankara ziyaretiydi.
GA: Sergide Çinçin gibi mahallelerde ya da yaya ulaşımının çok zor olduğu yerleşimlerde -çoğumuzun araç içinde sadece yanından geçtiği yerlerde- çekilmiş fotoğrafları izleyebiliyoruz. Sokaktaki çekimlerde sizde özellikle yer eden bir olay ya da mekan oldu mu?
MG: Çok farklı nitelikte bir çok mahalleye gittik, tehlike arz eder gibi duran bazıları da dahil olmak üzere. Hepsinde arabadan çıkıp çekimler yaptım ve bir yer hariç hiç bir sorunla karşılaşmadım: Saray...! SIT alanı olan bir araziye izinsiz olarak inşa edilen bu yapının kenarlarında dolaşırken bir saat içerisinde en az üç kere polis tarafından durdurulduk; sanıyorum yüksek bir paranoyanın sonucu bu. Onun dışında en çok Dikmen Vadisi aklımda yer
etti. Topografik olarak çok potansiyel sunan bu kent parçasının, siyasi bazı nedenlerden dolayı çarçur edilmesi üzücü... Mevcut haliyle iyi değerlendirilmeyen, kot farklılıklarını iyi kullanabilecek uygun mimari ve kentsel planlama yaklaşımları ile çok düzgün bir bölgeye dönüştürülebilecek bir mahal...
GA: Sergide dijital olarak dönüştürülmüş panoramik fotoğraflar ile bir araya gelişleriyle bir photo-book (foto-kitap) sergilemesi hissi veren küçük boyutta fotoğraflardan oluşan diziler var. Ayrıca serginin bağlamını açıklayan bir metin var. Bu metinde dünyada pek çok kentte ortak olan bir sorunun Türkiye’deki varoluş halinden bahsediyorsunuz. Kentsel dönüşümler açısından bakıldığında Ankara’yı diğer kentlerden ayıran nedir?
MG: Aslında gelişmiş ülkelerde metinde sözünü ettiğim kültürel düşmanlık ve kopukluğa, bazı istisnalar dışında, sıklıkla rastlanmıyor. Daha çok, bizimki gibi feodal toplum yapısına sahip halkların kentlerinde vuku
bulan vizyonsuz bir hal bu. Ankara’yı diğer kentlerden ayıran, şu sıralar farklı boyutları ile eleştirilmekte olan Cumhuriyet projesinin başkenti olması. Eleştirinin
de ötesinde geçildiği - daha önce inşa edilen kentsel kimliğin, kültürün üzerine tuğla koymaktansa - bir inatlaşma, bir inkâr, bir silme hareketi yürütüldüğü gözlemleniyor. Elitleşmeye karşı olmak, zenginden alıp fakire vermek kandırmacasıyla süregiden bir sermayenin el değiştirmesi operasyonu ile karşı karşıyayız. Sermayeyi şimdilerde elinde tutan bazı yapılanmalar ise daha önce herhangi bir kültürel kalkınma projesini hedeflemedikleri, muhafazakârlığı eski mirası korumak olarak değil de, bağnazlık olarak algıladıkları için; ilerici herhangi bir harekete karşı pozisyon alıyorlar. Eskiyi korumak yerine, eskinin tahrip olmasına izin veriliyor, umursanmıyor;
yeni yapılanma ise eskiye öykünen bir şekilde yapılıyor. Ortada çok tuhaf bir paradoks var: Eskinin tahrip olmasına ses çıkarmıyorsun; gelişmeyi temsil etmesi beklenen yeniyi ise eskiye, ama sadece kendi kafandaki eskiye benzetmeye çalışıyorsun... İktidarda kalabilmek için ülkenin kendine uygun bulmadığın her türlü yenilikçi değerini, çoğulculuğa karşı bir tavırla tehlikeye atmak, son seçimde alınan mağlubiyet sonrası ortaya çıkan siyasi tavırlarla da örtüşüyor...
GA: Metin zaman zaman bir manifesto gibi ve içinde çözüm vadeden, umut doğuran bir paragrafla sonlanıyor. Metnin yakın zamanda çalıştığınız projelerin birikimi olduğu, üzerine iş üretilen her kentin ona katkı sunduğu anlaşılıyor. Salt bir sanat üretimi değil devam eden zihinsel bir üretim seziliyor. Bu anlamda bir sonraki proje yine kent ve kentsel dönüşüm okumaları mı olacak? Belirlediğiniz bir rota ya da yöntem var mı?
MG: Metinde umut gördüğünüze sevindim, umudum olmasa bu tür serzenişlerim olmazdı ve başka içeriklere odaklanırdım. Bu projeden bir önceki belgesel nitelikli çalışmam, HES’lerin doğada neden oldukları tahribatı
ve su haklarının özelleştirilmesini konu ediniyordu. Kentteki inşaat tabanlı tecavüzün doğaya nasıl sıçradığını aktarmaya çalıştım. Bundan sonraki bazı projelerde tekrar doğa ortamına kaymayı düşünüyorum. Dolayısı ile kent ve doğa arasında mekik dokumaya devam edeceğim...
GA: Sergide kentin patolojik dönüşümünün analizi metin, fotoğraf ve dijital sanatla bütünleşik olarak karşımıza çıkıyor. Metnin, fotoğrafın, dijital sanatın ve olası başka araçların üretme pratiğinizdeki yeri nedir?
MG: Bu sergide daha önceki sergilerden farklı olan şey, hem belgesel hem de başkalaştırılmış fotoğrafların yan yana ama ayrı odalarda sergileniyor olması. Görece normal sayabileceğimiz bir gerçeğin, olgusal içeriğin görsel boyutta başkalaştırılması ile kurguya hiç mahal bırakmayan ve siyasi bir boyutta başkalaştırılmış bir olgusallığın belgelenmesi temelinde benzer yaklaşımlar. Ayrıca, belgesel fotoğraflardan alınacak bilginin yanına eklemlendirilen başkalaştırılmış fotoğraflarda daha
ağır basan görsel haz boyutu, içeriğin ziyaretçiye aktarılmasında daha etkili olabiliyor.
durduklarından biri. Belediye ve diğerlerinin
kente pastiche müdahalalerini gösterebilmek için fotograf teknolojisinden yaralanıyor. Aslında insan gözüyle bu fotolardaki gibi görünemeyecek, ancak içinde dolaşarak, tecrübe ederek, birden farklı noktadan incelenerek sezilebilecek bir durumu göstermeye çalışıyor. Bunun
için sadece fotografik imgeyle de yetinmeyip dijital düzenleme teknolojisini de kullanıyor.
Bir şey daha dikkatimi çekti: Sergideki uzun, geniş panoramik sergileme yönteminin oluşturduğu kesintisiz “manzara” etkisi fotoğraflarından birinde de olan
bir durumu gösteriyor: Kentsel dönüşüm ve benzeri müdahale alanlarının otoyola bakan yüzlerinde, kesintisiz akan panolar üzerinde bir takım 3D mimari renderinglerin (G.A:hazırlanmış sahneden 2 veya 3 botuylu imge yaratma süreci) , hayallerin imgeleri yer alıyor. İllüstratif illüzyonlar akıyor sokaklarda. Sergi de de böyle upuzun akan fotografik imgeler var.
G.A: Teşekkürler... Eğer iznin olursa söyleşi ile birlikte bu izlenimleri de yayınlayalım.
E.M: Tabii ki olabilir. Ben de teşekkür ederim.
0
İnsan gözünü aşan, minyatüre benzeyen bir perspektifi olan, dönüştürülmüş panoramik fotoğraflar ile günlük hayatta karşılaştığımız insan gözünden sahnelerin
birlikte kullanıldığı sergide insan yani kentli ile doğrudan karşılaşmıyoruz. Bu durumun izleyiciye ‘cansız olan’ kentle empati kurma deneyimi sağladığını düşünüyoruz. Kent aslında yaşıyor ve onun başına gelenler bizim de başımıza geliyor. Dertleşmenin ötesine geçmek ve tartışabilmek
adına serginin kurduğu güçlü zemini hissediyorum... Henüz gitmemiş olanlar, bu deneyime ortak olmak üzere sergiyi 30 Eylül’e kadar ziyaret edebilir, fotoğrafların
bir kısmının ve bağlamsal metnin basılı olduğu sergi kitapçığını edinebilirler.
İlgili Linkler:
www.muratgermen.com www.erimtanmuseum.org
G.A: Evet gerçekten etkileyici bir deneyimdi bizim için. Biz de bazı kanallarla aynı meseleyi tartışmaya, sorular ve yanıtlar üretmeye çabalarken sizinle temasta bulunmak çok kıymetli... Serginiz için kutlarız ve söyleşi için tekrar teşekkür ederiz.
MG: Ben de teşekkür ederim.
2
Murat Germen’le söyleşi için sorularımızı hazırlarken görüş alışverişinde bulunmak üzere Erhan Muratoğlu ile konuşuyoruz.
G.A: Merhaba Erhan. Dijital sanat ve interaktif tasarım üreten, Murat Germen ve işlerini tanıyan Ankaralı bir sanatçı olarak sergi hakkındaki ilk izlenimlerin neler?
Erhan Muratoğlu: İmgeler aleminden kente, kentten imgeler alemine çok yönlü akışlar var. Modernizm yıllarında iletişim teknolojisinin hızına ve kullanımına bağlı olarak bu neredeyse tek yönlüydü. Otorite
kenti inşa ederken, öğretmek istediği ideallerin
mimarî olarak vücut bulduğu yapıların içine insanları yerleştiriyordu. Günümüzdeki yapılarınsa bir imge
olarak hizmet etmekten öte bir iddiaları yok. Yüzyıllar önceden kalanların imgeleri zamandan, mekandan, bağlamdan koparılıp getirilip kente “pseudo-3D” olarak yapıştırılıyorlar. Her ne kadar herhangi bir bina kadar kalıcı gibi gözükseler de aslında fonksiyonsuzlar. Gökçek’in Frankenştaynvari kes-yapıştır şehir nesnelerinin (eğlence parklarından, kapılara ve saatlere kadar) PTT’nin sokaklara diktiği türbe biçimli polyester sarı posta kutularından hiç bir farkı yok. Beyhude bir mit oluşturabilme çabası...
Yorumlar (0)