Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

“Ne İstediğimizi Biliyoruz” Şenlikli bir Kent Ütopyası

“Ne istediğimizi biliyoruz”, öyle mi? Gerçekten biliyor mu veya bilinebilir miydi, bu da bilinemez doğrusu. Broşürün adı bu. Altında da “Çevre Duyarlığı Grubu” sözleri var. Kimlerden oluşuyor filan, belirlenmesine imkan da, gerek de olmayan bir oluşumun adı. Sokağın bir ucuna kurulmuş, küçük ama kaynayan bir kazan gibi... Broşürün üzerine, yılı da yazılmamış. Unutulmuş.

“Ne İstediğimizi Biliyoruz” Şenlikli bir Kent Ütopyası

Ama 1989 yılı. O yıl Mart ayında yapılacak belediye seçimlerinden önce, hemşerilerimizin neye göre oy vereceklerini, kentleri için neleri isteyebileceklerini bilmelerini ve oy kullanırken, bunlara yakın bir şeyi en çok hangi parti sağlayabilir diye düşünmelerini kolaylaştırmak (hatta oy verdikten sonra da, bunlar için hesap sorabilmelerini sağlamak) için hazırlanmış bir broşür.

1989 yılı demek, şöyle bir şey: Reagan ABD başkanı olmuş, Thatcher de İngiltere baş bakanı koltuğuna oturmuş, ama henüz neo-liberalizm dünyanın çivisini yerinden pek oynatmamış. Hatta Berlin duvarı bile yıkılmamış. Neredeyse dünyanın üçte biri, hala sosyalistmiş gibi duruyor.

Türkiye, berbatlıkta bu günlerle yarışacak kadar korkunç bir kabusu yaşamış. Hala da yaşıyor, ama artık o karabasanı geriletmeye başlamış. Türkiye’nin insanları, göğüsleriyle ittirerek, aydınlığa doğru umut dolu taze başlangıçlar yapıyorlar. Korkunç

ve elleri kanlı bir askeri diktatörlükten çıkışın kara perdelerini aralayabilmişler. Gerçekten de, yapılacak yerel seçimlerden, Sosyal Demokrat Halkçı Parti (öyle bir, CHP olmayan ve sosyal demokrat olan bir parti vardı) birinci parti olarak çıkacak. Ankara, İstanbul, İzmir ve Adana, hatta Kayseri Belediyelerini alacak, sanki umutlarla pırıldar gibi olacak. Türkiye ve kentler, insanlar, umut dolu bir ilkbaharda, seçimlere hazırlanıyorlar. Tam seçim öncesinde sokaklarda, matbaa parasını çıkartacak kadar bir para karşılığında bir broşür satılıyor... Küçük işporta tezgahları kuruluyor ya da heybelerden çıkartılıyor, arkaya ağaçlar arasına ip gerilmiş ve ipe, katları açılarak bir poster gibi mandallanmış resimli bir broşür asılmış.

Alt başlık olarak da “insanın yaratıcılığı ve üretkenliği, her şey yitirilmiş bile olsa, yeni bir yaşamı kurabilecek güce sahiptir” yazıyor. Broşür
16 sayfa ve o kadar çocuksu ve o kadar saf ve umut dolu ki, broşürü elinizde tutarken, onu eleştirecek bir şey söylemeye utanıyorsunuz. Oysa eleştirilebilecek bin- bir şey söylenmiş, önerilmiş. Ama işte o tertemiz başlangıca, bir yeniyetme gibi inanan ve ellerinizde dururken, bir çocuğun masumiyeti ile gözlerinizin içine cesaretle bakan bu broşürü, aradan tam 30 yıl da geçmiş olsa, incitebilecek bir tek sözcüğü bile, nasıl söyleyebilirsiniz?

Ancak Ankaralıların yapmayı düşleyebilecekleri saflıkta, o saflığını hiç bozmadan, bin- bir kolektif emekle üretilmiş; kadınlar ve erkekler, çocuklar- gençler ve biraz daha büyükler, eski hocalar ve öğrenciler, her kim orada olmak istemişse, tam özgür bir iradenin parlaklığıyla, içinde yaşamak istediği kentin düşünü kurmaktan başka bir şey yapmayan ne kadar başıbozuk varsa, kafa kafaya gelmiş ve yazmış; isteyen resim yapmış, isteyen istediğini çizmiş... Zaten broşürün bu savrukluğu, dağınıklığı ve ne idiği belirsizliği, çekiyor sizi, ilk baştan.

Düpedüz gündüz düşleri görüyor. İnsanlığın kentlerde müthiş bir hoşnutlukla ve rahatlıkla, barış dolu
bir güneşin parlaklığı altında, tertemiz ve hiçbir
şeyi kirletmeden ve bozmadan, dayanışarak ve ha -bire onararak, ıslık çalarak ve bisiklete binerek, yaşayabileceğine inanıyor. Eskiyen saatlerin ve baskı makinelerinin, çocuklar için mahallelerde kurulmuş işliklere armağan edileceğini ve çocukların da, hem yaparak hem onararak, ömürleri boyunca “kullan-

at” düşüncesini akıllarına bile getirmeden, kendi- kendilerine her şeyi öğretebileceğini düşünüyor.
Gerçi ustalar da olacak, bisikletiyle geçen kadınlar da, çiçek toplayan, ağaçların altında sere- serpe uzanan gençler de, yaşlılar da... Bilemeyen, bilenle dostane konuşacak, herkes öğrenecek ve yapacak. Toplum öyle bölük- bölük bölünmüş, her kes para peşinde koşuyor ve rekabet hırsı herkesin gözünü kör etmiş filan... Yok öyle bir dünya...

Bu dünya, “Çevre Duyarlığı Grubu”nun hayal ettiği ve herkese de hayal etmesini önerdiği ettiği inceliklerle ve bilgeliklerle dolu. Bir dantel kadar ince işlenmiş ve nazik. Olmayacak şeyler de istenmiyor hiç. Her şey olabilecek gibi. Basit, ucuz, sade ve olağan. Yeter ki isteyelim... Henüz kenti kasıp- kavurmuyor AVM’ler. Bu nedenle mahallelerdeki bakkallarda toplanarak, gelecek hafta yapacakları kır gezintisini konuşuyor mahalleliler. Bir önceki kuşağın mezarı da, “asri mezarlıkta” kent dışına sürülmüş gibi değil. Mahallenin yakınındaki bir yeşillikte, ağaçların altında. Ölülerimizi anmak da öyle kır gezintisi gibi, gündelik işlerden. Mezarlıkların kent içindeliği, ferahlık ve derinlik veriyor kente...

Otomobiller de basmıyor üstümüze. Hatta metroların bile, yerin altına girmesi istenmiyor. İnsanlar işlerine gider ve dönerken, kentin o temiz ve parlak ışıltısını görebilsinler diye. Her konu var broşürde. Ama en önemlisi, kent halkı olarak, istersek yapabileceğimize inanılıyor. Okul sistemi, üretimcilik ve kentteki çitlikler, hayvanlar, tüketim ama tüketimcilik değil (hele gösteriş hiç yok), tam tersi her şeyi onarabileceğimiz, herkesin birbirine bildiği onarımları anlattığı- öğrettiği atölyeler, pazar yerleri, ulaşım sistemleri, mahalle yaşamı, kentin yönetimi ve denetlenmesi, vergiler, planlama ve mahalleden doğru kenti nasıl planlayabileceğimiz, alternatif teknolojiler, kentteki akarsular ve çevrenin nasıl değerli bir dost gibi korunabileceği/ esirgenebileceği, kullanacağımız enerji ve güneş ve yel... Her şey, ama her şey var, broşürün içinde.

Broşürün yayınlanmasından sonraki 25 yıl boyunca, Melih Gökçek’i hak etmeyeceği düşünülen bir kentin, adım adım inşa edilebilmesi düşleniyor. “İnsanlar, hemşeriler, isterse yapabilir, bu ütopyacı kenti” diye inanıyor. İnanç sahibi, hatta biraz muhafazakar ve teknoloji kullanımında ihtiyatlı. Kötü şeyler olursa, insanların tazminat haklarını kullanabileceği ile avunuyor. Kooperatiflerle, mahalle sendikalarıyla, hem birbirine kaynaşıyor, hem de, bütün canlıları ve cansızlarıyla, kent haklarını koruyor, bunun da ötesinde, elleriyle, yaratıcı zekası ve buluşlarıyla, ürettiklerini sunuyor, bu büyük cümbüşün kaynayan kazanına...

Ankara’ya bir daha 1989 gelecek mi acaba? Ya da “Ne İstediğini Bilenler”?

Haber Akın Atauz

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış