Saat gece yarısını çoktan geçmişti, soba sönmüştü, ben de yorganımın altında okumaya çalışıyordum. Ev arkadaşım ailesinin yanına gitmişti. Hava çok soğuktu ya da ev çok korunmasız. Bir arkadaşım bizim eve geldiğinde “Oğlum bu ne biçim ev, siz bahçe mi kiraladınız ev mi?” der, “Toprağın dört tarafını çevirmişler, ev diye satmışlar,” diye söylene söylene ayakkabılarını çıkarmadan sobanın arkasındaki koltuğa otururdu. Haklıydı, evin tabanına beton atılmamıştı, yapıldığı arsanın toprağındaki engebeler bile duruyordu. Nezahat Abla’dan kalma kilimi atmıştık zemine. Her daim açık duran yerdeki taştan yapılma elektrik ocağının üstünde sabah akşam kaynayan çaydanlığın
suyu bitmişti sanırım. Dibindeki kireçlerin tıkırtıları geliyordu kulağıma. Yorganı açtığımda karşılaşacağım soğuğun acısını bilmesem şu an kalkıp bir çay içmek isterdim. Ben tam kitabın sayfasını çevirirken kel başa şimşir tarak misali, çelik kapımız çalınıyordu.
Gecekondu semtlerinde böyledir, evler dökülür ama kapılar hep çeliktendir. Kapı için hiçbir masraftan kaçınılmaz. Bunun tek bir nedeni olabilir, başkaları için yaşayan bizler içerde ne yaşarsak yaşayalım dışarıya karşı güçlü ve iyi görünmeliydik. İşte bizim kapı da böyleydi. Kapı hâlâ vuruluyordu. Karşı divanda yatan ev arkadaşıma baktım. Kalktım açtım kapıyı. Delikanlılığın gözü karalığıyla “Kim o?” demezdik, yine demedim.
Kapı açılır açılmaz kapının eşiğine; ucuz kırmızı elbisesi çamura bulanmış, saçları sapsarı, elinde birasıyla, makyajı akmış çok ama çok yorgun, leş gibi içki kokan bir kadın düşüverdi. İçki kokusu elindeki biradan değildi, o anlaşılıyordu. Elindeki bira, cilasıydı o saate kadar içtiklerinin. Onun yerden kalkmasına yardımcı olduktan sonra, kapıyı aralayıp dışarıya baktım bir taksi duruyordu yolun kenarında.“Benim hayatımı o mahvetti,beni pavyonlara düşürdü” diyordu.
“Kim?” dedim, “Kime söylüyorsun?”
“Kim olacak, Nezahat denen kadın, nerde o, çıksın dışarı” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Elindeki şişeyi atacak gibi kaldırdığında korkuyordum. Bileğini yakalayabilsem oturtacaktım ama çok da yaklaşamıyordum.
“Nezahat Abla burada oturmuyor, kiracısıyız biz onun” dedim. Çıkıp gideceğini düşünürken sobanın arkasındaki koltuğa yığılıverdi. Onun koltuğa yatar vaziyette yığılıvermesinden yararlanarak, ben
de yatağımın ucuna oturdum. Ağlıyor, burnunu çekiyor, simsiyah akan gözyaşları birayla karışarak ağzına giriyordu.
“O artık burada oturmuyor,” dedim. Sürüne sürüne kalktı, ben kapıya doğru gideceğini düşünürken gelip kucağıma oturuverdi. Artık, sesi kısılmıştı. “Beni sattı, beni sattı,” diyordu. Ben ne yapacağımı bilemeden onun altından süzülerek kalktım. Kapıyı açtım taksi şoförünün yanına gittim. “Abi yardım et, abla çok kötü,” dedim. “Ahh Suzan ah, kendini helak ediyor,” dedi. Elindeki sigarayı parmak fıskesiyle fırlattı, çektiği son nefesin dumanını acele acele üfledi, arabadan inip peşimden geldi.
“Hadi gidelim, seni evine bırakayım,” diye koluna girdi. Bir çocuk gibi boyun eğdi, itiraz etmedi.
Birlikte çıktılar. Suzan’ı bir daha hiç görmedim... Görsem de tanır mıydm bilmiyorum?
Yine kira günü gelip çatmıştı. Ailelerimizden gelecek havalelerin yerleri hazırdı. Kira, Bakkal Hidayet Amca’dan son on gündür yaptığımız veresiyeye yazdırılmış erzakların parası, Oduncu Müslüm
Ağabey’in borcu, geçen ay taksitleri başlayan Nazım Hikmet Toplu Şiirler kitabının ikinci taksidi... Hepsi hepsi ödenecek, eğer biraz artırılabilirse gidilip Sakarya’da arkadaşlarla kafa çekilecekti. Henüz bankamatikler icat olmamıştı. Para bankanın içinden çekilirdi. Saatlerce sırada beklenir, sıran geldiğinde “İstanbul’dan havale bekliyordum,” denirdi. Veznedar dünyanın en büyük problemine çözüm bulmuş gibi gözlüklerinin üstünden bakardı. “Gelmemiş,” demesinden öyle korkardık ki, sonra adınızı bir kez daha teyit ederdi. Yavaş yavaş olurdu bu işler. Zaman geçmek bilmezdi. Kalbim pır pır atardı. Sanki o hiç gelmeyecek sevgiliyi beklemek gibiydi. Öğrencilikte en sevdiğim günler bankaya gidilip para çekilen günlerdi.
Her ayın son günlerinde kirayı kimin götüreceğini tartışıp dururken genellikle biz daha karar veremeden, akşamüstü kapı çalardı. Bir de bakardık ki Nezahat Abla. “Çocuklar şöyle geçiyordum da, hadi gideyim gençlerin bi çayını içeyim hem de kiramıalayımdedim,”derdi. Hoşbeştensonra eline kirayı sayardık. O sobanın arkasındaki koltuğa otururdu. Tam bir hayat kadınıydı, hayatın sillesini de yemişti, çok silleler de atmıştı. Sesi kalın ve gür çıkardı. Dudaklarının kenarındaki çizgiler çok derinleşmemişti, bunlar içten olmayan yapmacık gülücüklerinin iziydi sanki. O hiç tanımadığı ne çok insana kalpten gelmeyen gülücükler atmıştı kim bilir. “Ahh be çocuklar buz gibi eviniz allahaşkına gidin şu Müslüm’den bi çuval odun, bi çuval kömür alın gelin, sizin şimdi yemeğiniz de yoktur,” diye kızardı bize.
Bizim ona verdiğimiz kira daha çantasına girmeden hem bakkala hem oduncuya verilmek üzere
tekrar bize verilirdi. Birimiz oduncuya, birimiz de bakkala giderdik. “Çok acıktım hadi bakayım
ne var ne yok getirin, bana şöyle güzel bir sofra kurun,” diye bizi hareketlendirirdi. Evde hummalı
bir çalışma başlardı. Soba gürül gürül yanar, dört başı mamur bir sofra kurulurdu. O da sofranın kurulmasını beklerken, yerdeki gazetelerden birini alır, ağır aksak okumaya çalışırdı. “Sizin şu gazetelerinizi hiç sevmiyorum, ne bu böyle hiç rengi yok, Müslüm Gürses’in son kaseti çıktı, onu bile yazmamış, böyle gazete mi olurmuş?”
diye söylenir dururdu. Sofra hazırlanınca da bir iki lokma ya alır ya almaz “Ben böyle oldum be çocuklar artık çok yemek yiyemiyorum,” diye köşeye çekilirdi. Sobanın üstünde her daim kaynayan çaydanlıktan tavşan kanı bir çay koyardı kendine.
Kimi günlerde de “Hadi bi duble daha koy bakalım, ilk duble bende hızlı gider,” derdi. Öyle günlerde daha çok içine kapanırdı. Çok konuşmazdı. Bilirdik eski yavuklularından birinin çıkıp geldiğini ya da onlardan bir haber aldığını.
“Çamaşırlarınızı toplayın hadi, Ankara’nın ayazında, bu soğukta, bu evde çamaşır kurur mu be çocuklar? Verin ben götüreyim de yıkayayım. Siz gelin alın ama, artık ben yaşlandım gelemem buralara kadar” derdi.
İki gün sonra çamaşırlarımızı almaya gittiğimizde yaşlandım, diyen ablamızı bize mükellef bir sofra kurmuş, çamaşırları yakayıp kurutmuş, ütülemiş bizi bekler bulurduk. Çekinerek girerdik eve, sandalyenin ucuna ilişirdik. Bazıları hep ilişerek yaşarlar bazıları da hayatın göbeğinde. Biz ilişerek yaşayanlardandık.
Yine çamaşırlarımızı almaya gittiğimiz günlerin birinde, o mutfakta bir şeyler hazırlarken çekine çekine “Nezahat Abla geçenlerde gece yarısı kapımız çalındı, açtık baktık ki bi kadın, adı Suzan’mış...”“Ee ne diyo, bakıyım?”diye düşünceli düşünceli sordu. Cümleyi kuramıyorduk.
“Senin onu...”
“Duyamadım, sa... Salata için marulları yıkıyordum da suyun sesinden duyamadım, ne diyo?”
“Ağlıyordu,” diyebildik. Mutfaktan içeriye doğru kocaman bi kahkaha attı, “Ne dedi tam söyleyin bakıyım, haa!”
“Yaa Nezahat Abla sarhoştu, tam anlayamadık, dili dolana dolana bi şeyler söyledi, aman işte ne bilelim”
“Ne söyleyecek, ben bilirim onun ne söyleyeceğini. Onu pavyona düşürdüğümü söylemiştir. Doğruyu söylemiş, ama eksik söylemiştir. Babasıyla abisinden kurtulmak için bi gece Sivas’taki evden çıkıp yollara düştüğünü, otobüse binecek parası olmadığı
için ağlaya ağlaya Ankara yolunda yalın ayak yürüdüğünü, yanında ilk duran kamyona atladığını anlatmamıştır. Abisinin ona sahip olduğunu, “Babasının da ne var bunda, ağandır,” dediğini de anlatmamıştırGözlerimiz yerde öylece kaldık, bakamadık yüzüne bir müddet. “Çocuklar hadi buyurun, ver şu
buzu, bugün içmezsem geceyi geçiremem, hadi çekinmeyin, başlayın...” demişti, sert ama anaç bir sesle...
Onun evinden çıkıp Ankara’nın ayazında; bir elimizde çamaşırlar, bir elimizde -neredeyse bizi diğer kira gününe kadar doyuracak- erzaklarla yürümeye başlardık. Yol boyu hiç konuşmazdık. Sonra otobüse biner evimize giderdik.
Biz kapımızı usulca kapatırken yandaki komşu usulca perdesini aralardı. Onun için Nezahat’ın kiracısı oğlanlardık. Bir de arada tembel oğlu için yardım aldığı, ama çok da güvenemediği oğlanlardık.
O ayazda, elimizde torbalarla nereden geldiğimizi kimse bilmezdi. Bilselerdi, bize “Sizin o ev sahibi yok mu, o Nezahat karısı yok mu... Neyse, neyse... Akşam akşam günaha girmeyelim. Ne siz sorun ne biz söyleyelim,” derlerdi. Usulca perdesini aralayan komşumuzun ara sıra işi düşerdi bize. Haylaz oğlan matematikten zayıf almıştı, “Okumayacaktı bu oğlan emme, karne tatilinden önce bi imtianı daha vardı, acık çalıştırıverseniz,” diye gelirdi. Oğlanı anası çekiştire çekiştire getirirken, o arkasına döner, ütecem lan o misketlerimi,” diye kavgacı birsesle arkasında bıraktığı arkadaşlarına bağırırdı. Cebi misket dolu, paçaları çamurlu zorla masanın köşesine oturturdu anası onu, sonra kapıyı aralık bırakır, arasına terlik koyar, bir koşu evine giderdi.
“Babamın geçen gün İstanbul’dan getirdiği kırmızı büyük misketimi üttüler, onu geri alacam,” diye sinirli sinirli, burnunu çeke çeke defterinin sayfalarını çevirirdi.
Henüz çalışmaya başlamışken arasına kapanmasın diye terlik konulmuş kapıyı açar, sözde rahatsız etmemek için yavaşça, “Bizim herifin sofrasını kurdum da geldim,” diye otururdu divanın köşesine. Her şeyi bilirdi de şu öğrenci oğlanlara bir tas çorba getirmeyi düşünemezdi.
Yanında getirdiği torbadan oğlana örmeye başladığı kazağı çıkarırdı. Sanki biz anlarmışız gibi ya da ders çalışmıyormuşuz gibi, “Türkan Şoray kirpiği, amaan bu örnek pek zor ama, orlonda güzel duruyo hani,” diye anlatır dururdu.
Yıllar sonra tüm bunlar neden mi aklıma geldi, geçenlerde anneme ilaç götürmüştüm. İçeri girmeye niyetim yoktu. Biraz kırıktı vücudum. Annem ısrar etti, “Gel, gel sana ne göstereceğim bak, azıcık otur da git,” diye. Girdim içeri, pencerenin önündeki kanapeye fotoğrafların durduğu çantayı dökmüş. Eline bir fotoğraf aldı “Şuna baksana” dedi.
“Senin kafan sarılı, hatırlıyo musun? Amaan nekorkmuştum bi şey olacak diye. Baban da kızardı, nasıl söylenirdi? ‘Bi çocuğa bakamadınız mı?’ diye. Dayın ‘Ne var canım ben söylerim, çocuk bu düşe kalka büyür,’ diye bana kızmıştı. Dayınların evinin hayatında oturuyorduk, yeni fotoğraf makinesi almıştı dayın, onu görünce sen heyecandan hoplayıp zıplamaya başladın. Birden ayağın takılınca yuvarlanmaya başladın aşağıya inen merdivenden. Hemen koştuk kaldırdık seni, gittik sağlık ocağına sardırdık geldik”
Annem “dayınların hayat” dediğinde Nezahat Abla aklıma geldi. Ben dalıp gitmiştim hayatımın en zorlu ama en sıcak, en naif yıllarına. O yanı başımda bir şeyler anlatıyordu. Duymuyordum... Kendime geldim “Evet anne ya, o hayatı ne çok severdim,” dedim. Deminden beri sanki onu dinlemişim gibi.
Anadolu’da evlerin hayatları vardır. Her şey ama her şey orada yaşanır. Dedikodular yapılır, yorganlar kaplanır, yayıklar çalkanır, ekmekler pişirilir... Oysa şehirlerdeki evlerin hayatları yoktur. Hayat beyaz ekranlarda akar, ona sadece tanıklık edilir.
Hayat... Hayat sözcüğü ne güzel bir sözcük. “Bu sözcüğü çok severim,” dedim, birden. Annem “Tövbe estağfurullah sözcükler de sevilir miymiş?” diye söylendi. O sırada kaloriferin üstüne serdiği çamaşırların kuruduğunu fark etti. “Eskiden böyle miydi? Sobalı evlerde kurutamazdık çamaşırları,” dedi. “Biliyorum anne, biliyorum” dedim.
Yorumlar (0)