Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Nika Ayaklanması

531 yılını, 532’ye bağlayan geceye kar fırtınasıyla girdi şehir halkı. Evsizler bir harabenin, başkalarının evlerinin arkasındaki çatı saçaklarının, hipodromun girintilerinin içine üşüşerek Marmara’dan esen soğuk rüzgardan kendilerini korumaya çalışırken, virane de olsa bir evin içinde oldukları için kendilerini şanslı sayan yoksullar, kapı aralıklarının altına bulabildikleri bez parçalarını sıkıştırarak, pencerelerinin kırılmış olan bölümlerini tahtalarla ve evdeki kullanmadıkları küçük eşyalarla kapatarak birbirlerine sokuldular. Odun ya da tezek bulamayanlar, ısınmak için aynı yatağın içine girerek birbirini ısıtmaya çalıştı.

Nika Ayaklanması

Praetorian Prefekt (en yüksek dereceli devlet memuru, imparatorluk genel valise) Kapadokyalı Yuhannes, şehrin dört bir yanına saldığı tahsildarlarından ve kendisinin gözüne girmek için sergiledikleri işgüzarlıklarından memnundu. John’un derdinin sadece ve sadece daha fazla para toplamak olduğunu bilen tahsildarlar, normal yollarla kendisinden vergi alamadıkları kişiyi Kapadokyalı’ya bildiriyor, o da güvenlik görevlilerini bu “haddini bilmezin” evine gönderip adamı evinden aldırıyor, sonra da malikanesinin alt katında kurduğu özel işkencehanesinde bu zavallıyı bir süre misafir ediyordu.

Sadece köylerdeki yoksullar değil, kendilerini ancak geçindirebilen küçük toprak sahipleri de, vergisini ödeyemedikleri topraklarını bırakıp, bir iş bularak daha güzel bir hayat kurabilecekleri umuduyla Konstantinopolis’e yığılmıştı.

Bir öfke vardı. Varoşlardan, giderek kent merkezine doğru yayılan, her geçen gün biraz daha fazla hissedilen yoksullar arasında yayılan bir öfke. Ne var ki öfkeyle bilenenler sadece yoksullar değildi. Bugüne kadar, rüşvet vererek ve defterlerle oynayarak, ödemeleri gereken büyük tutarlardaki vergiyi ödememeye alışmış zengin tüccarlar ve büyük toprak sahipleri de, kazançlarının önemli bir bölümüne kendi yöntemleriyle el koyan Kapadokyalı’ya diş biliyor, Justinyen’i köylü, Teodora’yı da çöplükten gelen bir fahişe olarak gören ve eskiden beri bu iki “sonradan görme”yi aşağılayan, ayrıcalıklarını yitirmiş seçkinler de homurdanıyordu.

Ocak ayının soğuk bir Pazar günüydü.
Yeşiller, yarışların başlamasından saatler önce hipodromun batı kapılarından içeri girmeye
ve tribünlerin kendilerine ayrılan bölümlerine oturarak imparatorun gelmesini beklemeye başladılar. Sonunda perdeler açıldı ve bir boru sesi imparatorun gelmek üzere olduğunu duyurdu. Yeşiller hala sessizdi. Justinyen yerini aldıktan sonra hep bir ağızdan “adalet, adalet, adalet” diye bağırmaya başladılar. Libellarius, yani böylesi ortamlarda imparatorun sesi görevini yerine getiren adam Yeşillere doğru bağırarak ne istediklerini sordu.

Yeşillerin lideri Antlas ayağa kalktı ve kathizmaya doğru bütün gücüyle bağırarak adalet istediklerini, İmparatorun ve imparatoriçenin Mavileri korumaktan vazgeçmesi gerektiğini haykırdı. Kısa bir sessizlikten sonra libellarius cevap olarak imparatorun bu saçma suçlamaları kabul etmediğini bildirdi. Boru sesleri ve trampetlerin gümbürtüsüyle arabalar ve kişneyen atlar kulvarlarındaki yerlerini alırken Justinyen ve Mavi tribünlerinde oturanlar, Yeşillerin, imparatoru ve çok sevdiği Mavileri, yarışları kendi kendilerine seyretmesi için tek sıra halinde çıkış kapılarına yöneldiğini ve tribünleri boşalttığını gördüler.

Aynı günün akşamı Vali Eudaemon, daha önceden tutuklanmış ve valiliğin zindanında yatmakta olan, dördü yeşil, üçü mavi 7 kişinin idam edilmesi emrini verdi. Kuşkusuz bu kadar radikal bir

kararın Justinyen’in onayı olmadan alınmasına olanak yoktu. 7 mahkum hücrelerinden alındı
ve Blakhernai semtindeki Aziz Conon Manastırı yanındaki bir meydana götürüldü. Mahkumlar ibret olsun diye halk önünde idam edilecekti. İdam haberini alan ve bu sahneyi izlemek isteyen meraklılar, Blakhernai semtinin villalarından kocalarıyla birlikte gelen kibar hanımefendiler, işsiz güçsüz takımı, şehir merkezinden binlerce kişi önceden meydanda toplanmıştı.

İlk suçlunun başı düz bir taşın üzerine yerleştirildi. Kalabalığın dehşetle açılmış gözleri önünde celladın baltası dört kez kalktı ve indi. Gövdeden ayrılan başlar bir çuvalın içine atıldı. Eudaemon, ibret gösterisini renklendirmek için, mahkumlardan dördünün başının vurulmasını, üçünün de ipe çekilmesini emretmişti. Kalan 3 mahkum aynı meydanda kurulan darağacına götürüldü. İlmekler mahkumların boyunlarına geçirildi.
Bu pisliklerin önceki gün çarşıda çıkardıkları yangında ölen insanların çığlıkları kulaklarından gitmeyen Eudaemon’un işaretiyle ipler çekildi ve 3 mahkum boşluğa adım attı. Ürperen kadınlar çığlık attı. Ancak üç mahkumun ağırlığını taşıyamayan darağacı çatırtıyla devrilince bunu ikinci bir çığlık daha izledi. Ahşap platformun üstüne bavul gibi düşen adamlar hırıltılı sesler çıkarırken kalabalıktan büyük bir gürültü koptu. Mahkumlardan birinin boynu kırılmış ve ölmüştü ama diğer ikisi yaşıyordu. Sahneyi izleyen Aziz Conon kilisesi rahiplerinden biri, “bu Tanrının bir mucizesi” diye bağırdı. Bunu kalabalıktan gelen “bırakın onları” bağırışları izledi. Görevli askerler darağacına doğru ilerlemeye başlayan kalabalığı kalkanları ve mızraklarıyla geri ittiler.

İnleyerek soluk almaya çalışan zavallılar askerler tarafından aceleyle yerden kaldırıldı, ilmekler yeniden boyunlarına geçirildi. Rahiplerin tavırlarından etkilenen ve homurdanmaya başlayan halktan ürken Eudaemon bu işi bir

an önce bitirmek istiyordu. İplerin hemen çekilmesini istedi. Sahneyi izleyen halkın ve rahiplerin “Tanrının mucizesi“diye adlandıracağı şey yine oldu ve bu kez ipler koptu. Askerler,“bırakın onları” diye öfkeyle bağırışmaya başlayan kalabalığın gürültüsü eşliğinde zavallıları yerden kaldırmaya çalışır, Eudaemon ötedeki marangoza “senin yaptığın darağacının” diye başlayan okkalı bir küfür savururken, St. Conon manastırından fırlayan rahipler, “Tanrı bu iki masumun ölmesini istemiyor” diye bağırarak ileri atıldı. Rahiplerden cesaret alan kalabalık, kılıç ve kalkanlarını çekmiş olan az sayıdaki askeri neredeyse ezerek geçti ve adamları askerlerin elinden çekip aldı.

Rahipler kalabalığın yardımıyla, biri Mavi, biri Yeşil olan iki mahkumu bir sandala bindirerek Haliç’in karşı yakasındaki St. Lawrence kilisesine götürmek için küreklere asıldılar. Gururu kırılmış gibi hisseden Eudaemon,

bir yandan, mahkumları rahiplerin elinden alamayan askerlerine bağırıp çağırıyor, bir yandan da üzerine yağan taşlardan kendini korumaya çalışıyordu. Geri çekildi. Mahkumları asamamasından daha kötü olan bir şey vardı. Hep birlikte karşı koyunca askerlerin kendilerine bir şey yapamadığını ve durum karşısında aciz kaldığını gören kalabalığın, kazandığı özgüvenle korku duvarını aştığını görmüştü. Sandal, Khrysokeras’ın koyu mavi renkli sularının üzerinde St. Lawrence kilisesine doğru uzaklaşırken kıyıdaki halk kendilerine tezahürat yapıyordu. Eudaemon’un, azar işitmek pahasına gidip durumu imparatora bildirmekten başka çaresi yoktu.

Haber şehre büyük bir hızla yayıldı. 2 gün sonra, yarışların başlamasından yarım saat önce Justinyen kathizmadaki yerini aldığında karşısında alışık olmadığı ve hiç beklemediği bir kalabalık buldu. Yeşiller ve Maviler hep bir ağızdan, St. Lawrence kilisesine sığınmış olan iki tutuklunun bağışlanmasını, rüşvet yiyerek adaleti parayla satan Tribonian adındaki ahlaksızın ve “Kuduz köpek Kapadokyalı”nın görevden alınmasını ve onun marifeti olduğu belli olan yeni vergi yasasının iptal edilmesini istiyordu.

Bu “halk denilen sürü” de çok şey istiyordu. Justinyen oralı olmadı. Başlarına mavi ve yeşil renkli kurdeleler bağlanmış olan birinci sınıf atların çektiği arabalar ve sürücüleri başlama noktasındaki yerlerini aldılar. Ne var ki çok az kişi hangi atın kazanacağını konuşuyordu. Huzursuz atlar kişnedi ve yarışlar başladı. Birinci yarış bitti ve yarış biter bitmez sloganlar daha yüksek sesle haykırılmaya başlandı. Kathizmadan ses çıkmıyordu. İkinci, üçüncü ve dördüncü yarış bitti. Kimsenin yarışlarla ilgilendiği yoktu.

Atlar yirmi ikinci yarış için ok gibi fırladılar. Tam o anda yeşil tribünlerden yepyeni bir slogan atılmaya başlandı. “Yaşasın insansever Maviler ve Yeşiller!”

Kathizmadakiler şaşkınlıkla yeşil tribünlere baktılar. Ancak bu bakış uzun sürmedi. Saniyeler sonrasında Mavi tribünlerde oturan onbinlerce kişi de ayağa kalkarak yeşillerin sloganına katılınca bu kez kathizmadakilerin şaşkın bakışları mavi tribünlere yöneldi. Hiç beklemedikleri bir şeydi bu. İlk kez böyle bir manzarayla karşılaşıyorlardı. Justinyen imparator olduğunu, şaşkınlığını ve hatta korkusunu kimseye belli etmemesi gerektiğini bir an için unutup ayağa kalktı ve mavi tribünlere baktı. Kimse yarış arabalarına bakmıyordu.Yıllardır koruyup gözettiği Maviler de ayağa kalkmış, tıpkı Yeşiller gibi yumruklarını kathizmaya doğru sallayarak Yeşillerin sloganını atıyordu.

Hemen arkasından, ilk önce kimin başlattığı anlaşılmayan tek sözcüklü bir slogan duyuldu.
Bu yeni, kısa ve tek sözcüklü, ama bir isyanın başladığını haber veren ve şehir surlarının dışından bile duyulan kulakları sağır edici sloganın bütün hipodromu sarması uzun sürmedi. Onbinler hep bir ağızdan kathizmaya doğru yumruklarını sallayarak “Nika...Nika...Nika” diye haykırıyordu.(Nika:Zafer!)

At kuyruklu saçları, sarkık bıyıkları, Hunlar gibi traşlı alınları ve bol tuniklerinin altından bile belli olan iri pazularıyla bir grup Mavi partizanın öncülük ettiği kalabalık, hipodromdan çıkarak Mese Caddesine aktı. Önce, bodrum katında bir cezaevinin bulunduğu valilik binası Praetoriuma yöneldiler. Olacaklardan korkan Eudaemon çoktan saraya kaçmıştı. Bir süre bina dışında sloganlar atarak idam edilemeyen iki mahkumun serbest bırakılması isteklerine içeriden yanıt gelmeyince kapıları kırarak içeri girdiler. İçeride birbirlerine sokulmuş ve korkuyla onlara bakan tutukluları serbest bıraktılar. Zindancılar ve valilik çalışanları ise pek şanslı değildi. Hepsinin boğazı kesildi.

Yeniden hep birlikte Mese’ye aktılar. Her geçen dakika kalabalık çığ gibi büyüdü. Sarayın ve güvenlik güçlerinin kendilerinin karşısında çok zayıf kaldığını anlamışlardı. Bütün şehri ele geçirebileceklerini, Justinyen’i devirip istedikleri kişiyi tahta oturtabileceklerini hissediyorlardı. Normalde hipodroma hiç gitmeyen ve bu

tür gösterilere hiç katılmayan kadınların da isyancıların arasına katılması önce yadırgandıysa

da bir kaç saat sonra, manzaradan cesaret alan diğer kadınların da isyana katıldığını gören muhbirler saraya, ayaklanmanın artık basit bir Mavi,Yeşil gösterisi olmaktan çıktığını bildirdiler.

Meseden Augusteion Forumuna(Ayasofya Meydanı) geldiler. Önlerinde Ayasofya, sağ taraflarında da senato binası ve büyük saray vardı. Her ikisini de ateşe verdiler. Ayasofya'dan Aya İrini’ye sıçrayan alevler, her ikisinin arasındaki Samson hastanesini de tutuşturdu. Daha sonra Mese CAddesindeki dükkanları ateşe verdiler. Şehir yanıyor, hipodromun altındaki ahırlarda, ateşin ve dumanın kokusunu almış olan atlar huysuzlanıyor, kişniyor,iplerini kopararak dışarı çıkmaya çalışıyordu.

Ertesi gün Justinyen’in, isyan eden halkın dikkatini yeniden yarışlara çekebilmek için verdiği yarışların devam etmesi emri işe yaramadı. 24 saat içinde politize olmuşlardı. Artık, idam edilemeyen o iki kişinin serbest bırakılıp bırakılmayacağı ile değil, Vali Eudaemon’un, boğazına kadar yolsuzluğa bulaşmış hazine yöneticisi Tribonian’ın, özellikle de praetorian prefekt Kapadokyalı John’un ayağını kaydırmakla ilgileniyorlardı. Latinceyi hemen hiç bilmeyen, Yunancayı ise kaba Kapadokya aksanıyla konuşan, ancak sosyal harcamaları sürekli kısıp halkın ümüğünü sıkarak vergi tahsil etme konusundaki yetenekleri nedeniyle Justinyen’in kendisinden pek hoşnut olduğu bu”Kapadokya ayısı”, sadece dar gelirlilerin değil, olağanüstü yüksek faizlerle borç para vererek elde ettikleri yüksek kazançlarının neredeyse yarısına el koymaya başladığı için, eski güzel günlerini hasretle yadeden aristokrat soyluların ve çok sayıda senatörün de nefretini kazanmıştı. En başta da, sahip olduğu geniş topraklarda kurduğu özel birlikleri kullanarak mülklerini ve topraklarını yasalara aykırı bir şekilde genişlettiği duyulan ve bunun için bir araştırma komisyonu kurulacağını haber alan Senatör Origenes’in.

Arkasında güçlü isimlerin bulunduğu ayaklanmayla baş edemeyeceğini düşünen Jüstinyen sonunda, İsyancıların taleplerini kabul ederek Eudemon’u, Kapadokyalı’yı ve Tribonian’ı görevden aldığını bildirmesi için libellarius’u hipodroma göndermeye karar verdiyse de Justinyen’in bu hamlesi, ayaklananların, istedikleri her şeyi elde edebileceklerini anlamasını kolaylaştırmanın dışında bir işe yaramadı. İstemedikleri yöneticileri görevden aldırmayı başarabilecek kadar güçlüyseler, istemedikleri imparatoru neden değiştiremesinlerdi? Hedef büyüttüler. 

Perşembe günü Justinyen şansını denemek istedi ve ayaklanmayı bastırmak için ilk kez zora başvurdu. Çok sevdiği bir komutan olmasına karşın Pers cephesindeki son performansını beğenmediği ve Konstantinopol’e çağırdığı Belisarius, az da olsa sönümlenmiş olan yıldızının yeniden parlaması için Justinyenin kendisine tanıdığı bu fırsatı, hiç kuşkusuz, en iyi şekilde değerlendirmek istiyordu. Belisarius, sarı, uzun, örgülü saçları soğuk kuzey rüzgarında havalanan Gotlarıyla birlikte, Augustion forumuna açılan sokaklardan birinden saldırıya geçti. İsyancılar önce gerilediler ve Belisarius, kuvvetleriyle birlikte sokağın içinde ilerlemeye başladı. Karşıdaki isyancıların arasında, basbayağı askeri eğitim gördüğü anlaşılan ve büyük toprak sahibi aristokratların, kendileri için kurdurttuğu özel ordu birliklerinden askerlerin de olduğu Belisarius’un dikkatinden kaçmadı.

Ne var ki ilerlemelerinin, kendilerine daha pahalıya mal olacağını kısa sürede anladılar. Onlar ilerledikçe, sadece karşılarındaki isyancılardan değil, dar sokağın iki yanındaki evlerden, evlerin pencere ve çatılarından üstlerine yağmur gibi taş, kiremit ve kaynar su yağmaya başladı. Dar sokaklarda avantajın isyancılardan yana olduğu açıktı. Sadece meydan muharebelerine alışmış olan Belisarius, saatler süren kanlı bir çarpışmadan sonra geri çekilmek zorunda kaldı.

Ertesi gün, yani Pazar günü, Justinyen hipodroma gitmeye, başındaki tacı çıkarmaya ve elinde sadece kutsal kitapla halkın karşısına çıkmaya karar verdi. Çıktı da. İmparatorun geldiği haberi bir dakika içinde bütün hipodroma dalga dalga yayıldı ve uğultu yavaş yavaş kesildi. Herkes kathizmaya, ona bakıyordu Justinyen, önce gökyüzüne, sonra da hipodromu dolduran onbinlerce kişiye yeniden baktıktan sonra konuşmasına başladı

“Sevgili Romalılar. Çok zor günler geçirdik...ve üzüntülüyüz...Üzüntülüyüz çünkü kayıplarımız için yüreğimiz yanıyor. Başlangıçtaki taleplerinizi dikkate almadığım için hata ettiğimi kabul ediyorum. Evet hatalıyım.”

Durdu. Elindeki İncil’i yukarı kaldırdı ve “bütün taleplerinizi yerine getireceğime söz veriyorum. Ayaklanmayı başlatanlar, çatışmalara ve kundaklama eylemlerine katılanlar, kısacası herkes için af çıkaracağıma şu elimdeki kutsal kitap adına yemin ediyorum.

Hadım Narses’in, belli aralıklarla halkın arasına yerleştirdiği ajanların yönlendirmesiyle çok az sayıda kişi bu sözleri alkışlayıp sevinç çığlıkları attıysa da hipodromu dolduran kalabalığın neredeyse tümü ürkütücü bir sessizlikle Justinyen’e bakmaya devam etti. Gergin bir sessizlik vardı. Kiralık alkışçıların sahte tezahüratları da bitmişti. Sinirleri geren sessizlik bir kaç saniye daha sürdü. Kathizmaya yakın bir yerlerden böğürürcesine söylenen bir söz işitildi:

“Yalancı!” Sonra başka bir yönden başka bir ses daha: “Alçak yalancı!”

Küfürler, protestoar ve öfkeli bağırışlar bütün hipodroma yayılınca, Narses’in önceden kiraladığı alkışçılar kalabalığa karışarak olay yerinden sıvıştı. Justinyen kaybetmişti. Uğultu ve küfürlerin altında daha fazla ezilmemek için hızla kathizmanın çıkış kapısına yöneldi.

Mevcut rejimden rahatsız olan ve isyancıları yönlendiren senatörler için Hypatius, vasat birisi olmasına karşın, belki de tam da bu nedenle, ideal bir imparator adayıydı. Hypatius Anastasius’un yeğeniydi. Bir komutan olarak kazandığı hiçbir önemli zaferi yoktu. Ama görgülü, eğitimli biriydi. Hypatius’un evine gittiler. Kapı çaldığında Hypatius korktuğu şeyin başına geldiğini anladı. Onu evden dışarı çıkardılar. Hypatius gitmek istemiyor, tahtta gözü olmadığını söylüyor, kendisini bırakmaları için yalvarıyordu. Karısı Maria feryat ederek “gitme Hypatius, kendi ölümüne gidiyorsun” diye yalvardıysa da kalabalık ne Hypatius’u ne de karısını dinlemeden onu Forum Konstantin’e götürdü. Orada başına altın bir zincir taktılar.

Bu arada Justinyen’i devirmek isteyen senatörler de senato binasında, sadece kendilerinin katıldığı bir toplantı yaparak bundan sonra ne yapılması gerektiğini tartışıyorlardı. Muhalif senatörlerin başını çeken Origenes, acele edilmemesi ve beklenmesi gerektiğini söyledi. Justinyen’in kaçması için ona fırsat vermek varken ne diye saraya saldırıp, binlerce kişinin ölümüyle ve belki de kendilerinin yenilgisiyle sonuçlanacak bir maceraya atılsınlardı ki?

Sarayda mahsur kalmış olan Justinyen’e, üst düzey yöneticiler, ortalık yatışana kadar şehirden ayrılıp Heraclia Pontika’ya gitmesini önerdiler. Aslında açıkça “kaç” diyorlardı. Kısa süren bir sessizlik

oldu. Sonunda öneriyi Kabul eden Justinyen gemilerin akşama kadar hazırlanmasını istedi. Tam bu sırada hiç beklemedikleri bir şey oldu ve bir kadın, çöplükten gelip imparatoriçeliğe kadar yükselmeyi başarmış olan İmparatoriçe Theodora, bütün erkeklerin şaşkın bakışları arasında onlara, kaçarak, sürgünde, onursuz bir yaşam sürmektense erguvan renkli kefeni tercih edeceğini söyledi ve onları savaşmaya çağırdı.

İçerideki hava birdenbire değişti. Az sayıda adamla bir sürpriz saldırı yapmaya ve kumar oynamaya karar verdiler. Tek avantajları, korkunç büyüklükteki bu halk kitlesi karşısında sarayın askeri gücünün çok az olduğunu bilen hipodromdaki 80.000 kişinin, sarayın bir karşı saldırıya girişmeye cesaret edemeyeceğini varsayıyor olmasıydı.

Gerçekten de hipodromda tam bir şenlik havası vardı. İnsanlar içiyor, eğleniyor, dans ediyor, öbek öbek toplandıkları yerlerde yemek pişiriyordu. Bazıları içkiden kafayı bulmuştu. Bir rehavet havası vardı. Justinyen’in korkup sindiğinden ve kaçacağından emindiler. Hem öyle olmasa, sürekli onların yanında olan ve liderlerine direktifler veren onca senator bir riski göze alıp kendilerini deşifre eder miydi?

Justinyen ve diğerleri saldırı planını hazırlamaya başladılar. Sarayı kathizmaya bağlayan uzun koridorun sonundaki bronz kapıyı tutmuş olan ve kazanacak ata oynayacaklarını şimdiden belli etmiş olan saray muhafızları onların geçmelerine izin vermeyeceği için o kapıyı kullanamazlardı. Hipodromun ana giriş kapısını isyancılar içeriden barikatla kapatmıştı. Kalkhe kapısı ise daha az sayıda muhafız tarafından korunuyordu ve Belisarius savaşarak oradan geçebilirdi.

Mundus’un herullerinin hipodroma nereden gireceği ise tartışma konusu oldu. Teodora onlara Nekra kapısını kullanmalarını önerdi. Nekra kapısı ölü gladyatörlerin, şimdilerde ise daha çok yarış sırasında yaşanan bir kaza anında atların ve arabaların altında kalarak can veren sürücülerin arenanın dışına çıkarıldığı kapıydı. Nekra kapısı normalde sadece çıkış için kullanılan bir kapıydı. Ama sadece normalde. Bu kapıdan yeraltındaki ahırlara, kafeslere, inlere de inilebiliyordu ve hipodromun hayvan sakinlerinin kaldığı bu bölümlerden hipodroma yani arenaya da çıkılabiliyordu. Gerçi oralar bir labirent gibiydi ve insan içinde kaybolurdu. Ama bir ayı bakıcısının kızı olan Teodora bu labirenti çocukluğundan iyi tanıyordu.Teodora’nın, gençlik dönemlerinden tanıdığı ve şimdi saraya aldırarak hizmetinde çalıştırdığı bazı hizmetliler de.O halde tersten düşünmek gerekirse, Mundus’un askerlerinin yapacağı ilk şey hayvanların kaldığı bölüme inmek, oradan Nekra kapısına, oradan da arenaya çıkmaktı.

Hadım Narses, bir yerlerden yırtık pırtık ve bir giysi buldu. Alımlı giysilerini çıkardı. Tabii “şirin ayakkabılarını da”. Eski giysileri giydi. Neredeyse bir dilenciye benziyordu şimdi.
İçi altın ve mücevherlerle dolu bir çantayla saraydan gizlice çıktı. Augusteion forumunda kimse yoktu. Kimsenin şüphesini çekmeden, halktan biri gibi hipodroma girmeyi başardı. Mavilerin yoğun olduğu tarafa doğru yürüdü. Mavilerin lideri Leonidas’ı bulmakta fazla zorluk çekmedi. Onu bir köşeye çekerek konuşmaya başladı. Ona Hypatius’un Yeşilleri desteklediğini, büyük bir felaketin başlamak üzere olduğunu ve adamlarını derhal hipodromdan çıkarmasını söyledi. Çantasını açıp içindekileri gösterdikten sonra çantayı ona verdi. “Acele et” dedi. Leonidas’ın, çantanın içindeki, neredeyse hazine büyüklüğündeki altınlardan etkilendiğini görebiliyordu. “Bana bırak” dedi Leonidas. ”15 dakika içinde bu işi halledeceğim”. Leonidas çantayı kaptığı gibi diğer Mavi liderlerin yanına giderken Narses hızla çıkış kapısına yöneldi.

Mundus ve yüzleri korkutucu renklerle boyalı herulleri, hayvanların kapalı tutulduğu bölüme sorunsuzca indiler. Yanlarında getirdikleri ve tıpkı Teodora gibi çocukluğunda, falcıların, bahiscilerin, yemek satıcılarının, erkek fahişelerin, her türlü ipsiz sapsızın cirit attığı bu yeraltı dünyasında, hipodromun karnında, epey zaman geçirmiş olan bir hizmetçi onlara Nekra kapısına çıkan yolu gösterdikten sonra geri dönerek adeta kaçar gibi oradan uzaklaştı. Heruller hizmetçinin gösterdiği yolu izleyerek Nekra kapısına vardılar. Kapı açıktı. Mundus derin bir nefes aldı ve arenaya çıktı. Korkutucu görünümlü heruller de onun arkasından homurdanarak, ikişerli, üçerli gruplar halinde arenaya çıktı.

Mundus saldırı emri vermeden önce bütün adamlarının tünelden çıkmasını bekledi. Başlarında hayvan postları, yüzleri çeşitli renklerle boyalı, kılıçlı kalkanlı bu grubu gören kadınlı erkekli kalabalık neşe içinde bağırmaya

ve onları alkışlamaya başladı. Bu adamlar gösterilerine ne kadar güzel hazırlanmışlardı böyle! Besbelli ki vahşi kuzeyli dansları yapacaklardı. Önde konumlanmış heruller, arenaya çıkmaya devam eden arkadaşlarına yer açmak için kalkanlarına vurarak ve vahşi sesler çıkararak ilerlemeye başladı. Sarhoş kalabalık, sayıları her saniye artan bu “göstericilerin” ilerleyebilmesi için iki yana çekilerek yolu açtı.

Etraflarındaki sarhoş ve yarı sarhoş kalabalığın, bunun gösteri olmadığını anlaması, Heruller önlerine gelenin kafasını uçurmaya, bağırsaklarını deşmeye başlayana kadar sürdü. Baltalar kafataslarını paramparça eder, göğüslerden kan fışkırır, kelleler uçarken sonunda ölüm, kendi haberini kendisinden önce hipodromun diğer tarafındakilere ulaştırdı. Gürültünün şekli değişti ve dansların, şarkıların sloganların yerini binler halinde atılan çığlıklar aldı. Korkunç panik, kalabalığın, kendilerine saldıran gücün hangi büyüklükte olduğunu sorgulamasına izin vermedi.

Aynı dakikalarda Augusteion forumundan geçip az sayıda isyancı militanın koruduğu kapıdan, nöbetçileri kolayca saf dışı ederek içeri girmeyi başaran Belisarius’un Gotları ise, zırhlı ve eğitimli düşmanlarla yaptıkları onca savaştan sonra karşılarında, zırhsız, çoğu silahsız ve savaş nedir bilmeyen kalabalığı görünce bu işin kendileri için bir çocuk oyuncağı olduğunu anladılar.

Ölüm büyük bir hızla iki taraftan ortaya doğru ilerlerken, canını kurtarmak için birbirlerini çiğneyen insanlar sayesinde, bir süre sonra arenanın ortasına da ulaştı. Kapıların hemen hepsi kapalıydı. Yine de Nekra kapısını kullanmayı akıl eden ya da kargaşadan yararlanıp ana giriş kapısından kaçmayı başaranlar oldu. Saatler sonra hipodromun içi kan denizine döndü. Gotların ve herullerin saçlarından, kulaklarından, kollarından kan damlıyordu. Kaçabilenler kaçtı, kaçamayanlar öldü. İsyancılar kaybetmişti.

İsyancıların kaybettiğini anlayan saray muhafızları hemen kathizmaya zıpladılar ve Hypatius’la Pompeius’u yakalayıp sürükleyerek Justinyen’in önüne götürdüler. Öyle ya, artık tercihlerini hangi taraftan yana yapmaları gerektiğini anlamışlardı.

Birkaç gün sonra Marmara denizinin suları, Hypatius’un ve kardeşi Pompeus’un başsız vücutlarını da, onbinlerce isyancının cansız bedeniyle birlikte yuttu. Konstantinopoli’in egemenleri, kentin kendi tarihinde gördüğü en büyük ayaklanmayı, ayaklanmacıların öndersizliği, yönsüzlüğü ve içerden ihanet sayesinde, otuzbin kişiyi katlederek bastırmayı başarmışlardı.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış

İlginizi Çekebilir