Bu bir mektup, bir iç dökme, bir birlikte düşünme çağrısı ya da ne kabul ederseniz o. Bu yazıyı bir cami dönüşü yazıyorum. Kars’tan göçüp bir zaman sonra Gebze’ye yerleşmiş bir demir yolu işçisinin çocuğuyum. Babamın sülalesi Gebze’nin eteğindeki bir işçi mahallesinde yaşıyor yıllardır. 12 Eylül döneminde kurtarılmış bölge gibi görülen bir mahalle. Zamanımızda ise düğününde arka arkaya Azeri, Karadeniz, Ankara havaları, Kürt halayı, penguen dansı, damat halayı çalan; mezarlığında Çankırı, Kars, Erzurum, Balıkesir, Artvin, Amasya, Trabzon, Mardin ve daha bir dolu yerden insanın gömülü olduğu Türkiye’nin en kozmopolit mahallelerinden biri. Suriye’de ilk çatışmalar patladığında daha, buranın sokaklarında oradan çıkmış gelmiş insanlar görmeye başlamıştık bile. Demem o ki her olayın etkisini de ilk hissedebileceğiniz yerlerden biri çünkü hala fabrikalara çok yakın. Hala izbe de olsa bir yerlerde ucuza kiralık ev bulunabiliyor ve belki tüm bu olan bitenin esas sebebi İstanbul’a yakın oluşu. O halde buralarda yapılan gözlemi genele vurup, bir ihtimal tünelin çıkışı için kafa yormaya değer bir noktada olduğumuzu ileri sürebilirim sanki.
Evet bu yazıyı camiden çıkıp eve gelince yazmaya karar verdim. Kars’tan göçtüğünü söylediğim ailem Şii. Kendi toplumunun Diyanet’ten hoca istemeyen, ahundun1 ardında saf tutan bir cemaati ve camisi var. Yeşil Cami diye anılır, Sünni ve çarşaflı Erzurumlu komşu kadınların “gavur camisi” diye andıklarını biliriz. Ezanı gaydalı bir Farsçayı andırır ve içinde illa ki Ali geçer. Cenaze sonrası ilk gün, üçünde, yedisinde ve kırkında, Ramazan ayında gece sabaha dek camide toplanılan ehyalarda camide yemek verilir.
İşte benim de camide bulunmamın sebebi bir yakınımın verdiği yemekti. Tüm yakınlarınızı bir arada görme şansı yaratan bir yemek. Bu tür toplanma biçimlerinden benim gibi cinlenenleri bir ihtimal rahatlatsın diye söyleyeyim; Ankara’nın çeper mahallelerinde eteği yerlerde başı kapalı yorgun ablalar vardır ya, işte onlarla, Anadolu biçimi eşarp bağlayan Kemalist kocalı ablalar, ısrarla hiçbir durumda baş kapamayan ben ve bu yolu tutan birkaç genç kadın, bir ya da iki, hep birlikte hazırlıyoruz yemeği. Sohbet ediyoruz, gülüyoruz. Yemeğin tuzuna ben bakıyorum, oruç tutmamam son derece normal karşılanıyor, binamazlığım sorgulanmıyor. Sohbet ederken bir yengemin on yaşındaki kız torununu namaz niyaz dua öğrenmesi için Kur-an yurduna gönderdiğini öğreniyorum. “Ama yurtlar, duymadınız mı neler olduğunu” diyecek oluyorum... “Yok bu yurtta ablamın kızları var, kız yurdu hem tamamen, olmaz bi şe” diyor. Sonra çocuklara dini eğitim verdiklerini ama oyun da oynattıklarını, çok rahat uyum sağladığını anlatıyor çocuğunun. “Ama yaşı daha çok küçük, bak bu çocuklar yetişkin gibi anlamıyor o anlatılanları, her şeyi gerçek sanıyor, örneğin geçen haftalarda bir ana sınıfı çocuğu, ‘ben ölmek istiyorum, cennet çok güzelmiş’ diye ağlayarak anlatmış annesine” diyorum. Soyut ve somut düşünme çağını anlatıyorum. “Haa ondan demek” diyor. “Anneanne bana bir bone daha gönder, gündüz terliyorum gece yatarken bonem rahatsız ediyor ıslak ıslak” dedi çocuk. “E yavrum çıkar yat boneni” dedim. “Ama anneanne o zaman melekler yanıma gelmezmiş” dedi bana. “E işte o onları gerçek sanıyor. Senin gibi düşünemez. Hem onun hayal gücünü elinden alıyorsun” diyorum...
Gözleri ben anlatırken ilk cümlelerimde takılıp kalmıştı, çocuğun bu sözlerini düşündüğünü söyledi. Sonra ben bir nefes alamayıp dışarı çıkıyorum. Neyse işte işler bitip toparlanıp ayrılıyorum. Dönünce kucağımda bir dolu soru. Biz konformizmimizde boğuluyor olmayalım sakın? Kendi payıma öğretmenlerden başlayayım bu mevzuya. Burada seminer için dört gün bir okula gittim. Gayet derli toplu bir okul, mahalle arasında, güzel bir Anadolu Lisesi. Ama öğretmenlerin hiç biri mahallede oturmuyor, ya Darıca’da ya Gebze’de oturuyorlar. Muhtemelen ben de olsam öyle yapardım. Darıca deniz kenarı, görece rahat bir yer. Bizler mahalleyi terk ettik. Mahalleyi imama terk ettik, bin tane tarikata. Erkekler mahalle kahvesinde değil, kadınlar mahallede değil—öğretmenler için diyorum. O mahalle orada, çoğu zaman bizi arasına almaya istekli hala, ama biz oraya dönmek istemiyoruz. Ve sonra o mahalle kararıyor, karardıkça genişliyor, bir garabet halini alan bir karmaşanın yatağı oluyor, terk edilmiş. Ne dersiniz? Çok mu 70ler? Çok mu Çalıkuşu? Çok mu “Aydınlanmacı”?
1 Ahunt: Şii din adamı. Diyanet’ten atanmaz, dolayısıyla maaşı yoktur. İran’da eğitim alır. Cami cemaatinin topladığı paralarla geçinir. Ve fakat bu cemaat vergisini vermektedir, bu ayrı konu tabi.
2Ehya: Ramazan ayı içerisinde üç gün süresince geceleri Kerbela olayının anlatıldığı, mersiye söylenerek gerçekleştirilen ağıt/anma geceleri. Hz. Ali’nin vurulması ve ardından üç gün hasta yatması anılmaktadır.
Yorumlar (0)