“Barış kolay değil, birileri gelecek de hemen olacak sanıyorsunuz, barış zor bir şey, barış örgütlenmesi gereken bir şey. Örgütlenmesi gereken bir şey ve barışı örgütlemek savaşı örgütlemekten çok daha zor. 2009'dan 2015'e geldik. 6 yıl içinde ne yaptınız barış için örneğin? Devlet devletliğini yapıyor, her devlet böyle yapar, her devlet katildir. Siz ne yaptınız? Asıl bu soruya dönmek lazım.”
2009 yılında El Salvador, Guatemala ve Meksika'ya gitmiştim. Oralardaki barış sürecini ve sonrasında yaşananları izlemek istedim. Orada URNG, FMLN ve de Zapatistalarla kaldım. "Nedir bu barış süreci?" diye konuştuk, “Gerillanın Barışı” kitabı o konuşmaların ürünü. Türkiye’ye dönüp burada kitabı yazmaya başlamadan önce, buradaki barış süreci filan kalmamıştı ortada. Halbuki çok umutluydum ve baştan beri de iddia ediyordum, diyordum ki; "Burada barış Kolombiya'dan daha önce olacak". Üstelik o sırada Kolombiya'da barış süreci filan da yoktu. Ben Türkiye’den umutluydum çünkü barışın belli unsurları vardı burada. Bazen arkadaşlar diyor ki; "AKP samimi değil", tabii ki olmayacak, o bizi yok etmek istiyor. Allah bütün devletlere zeval versin. O masada oturmasının bir nedeni var, o masaya oturmasının nedeni güç ilişkisi. Dolayısıyla siz karşınızdakinin samimiyetsizliğini düşünmeyeceksiniz, kendinizi örgütleyerek güçlü bir duruma getireceksiniz ki barış masasında bir anlam ifade etsin.
2009'dan bu yana barışın olmamasının en temel nedenlerinden biri, inanılmaz bir uluslararası ortam olması. Hem Nikaragua'daki süreçte hem El Salvador'daki barış sürecinde, dünyanın neresinde olursa olsun barış sürecini esas zorlayan uluslararası durumdur. Siz bu uluslararası durumu sevin ya da sevmeyin, bu bir olgudur ve olgular üzerinden hareket edilir. Mesela Guatemala'da gerilla komutanı ile konuşurken "Neden barış masasına oturdunuz?" diye sorduğumuzda cevabı, "Berlin duvarı yıkıldı". Berlin Duvarı’nın yıkılması onları Sovyetler'den yardım aldıkları için etkilemiyor – Latin Amerika uzak olduğu için tamamen bağımsız bir hareket içindeler — ama eğer Berlin Duvarı yıkılırsa, ister Sovyetler Birliği desteklesin ister desteklemesin; adı sosyalist, reel sosyalist, revizyonist, antikapitalist ne olursa olsun, o duvar başınıza yıkılıyor. Dolayısıyla siz başka türlü bir toplumsal uluslararası durumun içinde hareket etmek durumunda kalıyorsunuz. Bu yüzden de bana göre mesela Türk devleti 2009 yılından itibaren ve daha da önce barış yapmak zorundaydı ama paralı ya da parasız uzmanları veya danışmanları bunu kavrayacak yetenekte olmadıkları için yapamadı. Eğer devlet, Suriye'deki gelişmeler olmadan Kürt Özgürlük Hareketi ile masaya otursaydı, şu andakinden çok daha farklı bir durumda, Ortadoğu'da en avantajlı aktörlerden biri konumunda olacaktı. Masaya oturamama durumunun da en baş sebeplerinden biri, başbakan olmayacaktı. Böyle acayip, uluslararası durumu zorlayan bir barış süreci vardı.
Bir El Salvador gerilla komutanına "Barış anlaşması doğru muydu?" diye sorduğumuzda, "Halk bunu istiyordu" diyordu. Gerillanın dağı halktır. Eğer halk barış istemezse orada barış olmaz ya da tam tersi, halk barışı isterse, ister kabul edin ister kabul etmeyin, gerilla hareketi orada barış anlaşmasını imzalamak zorundadır.
Gerillanın ise barış sürecine oturması için uluslararası durumdan başka bir nedeni vardır. Siyasal, politik teoride söylenenin aksine, ben gerillanın demokratik bir hareket olduğunu ileri sürüyorum. Gerilla her zaman dünyanın her yerinde demokratik bir harekettir ve demokratik bir hareket olmak zorundadır. Çünkü gerilla hareketi her türlü baskıya rağmen halkın arasında yaşayıp onlarla birlikte sürdürmek zorundadır mücadeleyi. Dolayısıyla halk barış istediği zaman, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir gerilla hareketi orada mücadeleye devam edemez. Bu gerilla hareketinin en başta ortaya çıkış süreciyle aynı şey değildir. En başta destek olmasa bile, gerilla hareketi eylemlerle çıkarak bir örgütlenme gerçekleştirebilir ama halkla beraber olmaya başladığında, kitleselleştiğinde ve halkın sesi olmaya başladığında artık halktan ayrı hareket edemez. Bir El Salvador gerilla komutanına "Barış anlaşması doğru muydu?" diye sorduğumuzda, "Halk bunu istiyordu" diyordu. Gerillanın dağı halktır. Eğer halk barış istemezse orada barış olmaz ya da tam tersi, halk barışı isterse, ister kabul edin ister kabul etmeyin, gerilla hareketi orada barış anlaşmasını imzalamak zorundadır. Dolayısıyla örneğin, El Salvador, Guatemala, Meksika'da barıştan sonraki durumlar, barıştan önceki durumdan çok daha beter olmuş olsa bile; buna muhalefet eden gerilla, gerilla komutanı ya da başka unsurlar olsa bile, hemen hemen herkesin "Barış anlaşmasını imzalamak doğru muydu?" sorusuna cevabı, "Evet doğruydu" şeklindeydi. Çünkü halkın istediğinden başka türlü bir şey yapamazlardı.
Barış imzalıyoruz dediğinizde o kadar kapsamlı bir şey yapacaksınız ki, yani barıştan sonra ne yapacağız, nasıl bir politik katılım sağlayacağız, gerilla ne olacak bütün bunları hesaba katmak lazım. Bunu hala gerilla bile düşünmüyor, birileri de "Onların başımızın üstünde yeri var" filan diyor ancak bunlar nostaljik kelimeler. Hala cezaevinden çıkan insanlara bakılmıyor, o insanlar örgütlenmiyorsa, açıkça konuşalım, gerillanın da ne olacağı bilinmiyor. İkincisi, sadece gerilla ile bitmiyor olay. Aynı zamanda korucuların ve onların ailelerinin ne olacağını, ne yapacağını örgütlemek zorundasınız. El Salvador, Guatemala ya da Nikaragua'daki barış anlaşmalarına bakarsanız, kağıt üzerinde bunlar o kadar düzgün yapılmıştır ki –sonra pratikleşmemiştir o ayrı-. Bir başka önemli sorun mesela, korucu ve korucu ailelerinin en az 30 yıldır işgal ettikleri topraklar ne olacak? Yani geri döndüklerinde siz o toprakları kime vereceksiniz, nasıl vereceksiniz? En azından 30 yıldır bu şekilde yaşayan o korucu aileleri nasıl geçindireceksiniz, yıllardır korucu maaşıyla geçinen insanları nasıl başka türlü dönüştüreceksiniz? Barış şöyle güzel, kardeş olun falan filan gibi sözlerle olmuyor ne yazık ki...
Barışı mutlaka sürece müdahil olarak örgütlememiz zorunluluğu var. Barış ama nasıl bir barış? Kolombiya gerilla komutanlarından Ivan Marquez’in de dediği gibi "Kötü bir barış, savaştan daha kötüdür." Bizim örnekteki müzakere biçimine dönmek istiyorum. Kolombiya gerillalarının müzakere metnini almıştım, 4 sayfalık bir metin. Bakıyorsunuz metne, metnin ortasında müzakerenin başlangıç noktaları var, notların sonunda uluslararası gözlemcilerin imzaları var; Küba'nın, Norveç'in, Şili'nin, Venezuela'nın delegelerinin imzaları var, gerilla komutanlarının imzaları var, ayrıca Kolombiya devlet başkanın imzası var altında ve her sayfanın altında da parafları var. Bakkalla bile bir alışveriş yapıp senet imzalasanız sağa sola paraf atarsınız... Bizim süreçte, koskoca bir barış anlaşmasında ortada hiçbir belgenin olmadığı bir durumu biz ‘müzakere’ diye adlandırıyoruz. Kelimeler arasından Öcalan şöyle dedi, acaba ne kast etti, onu çıkarmaya çalışıyoruz. Ortada müzakere filan yok aslına bakarsınız, masa filan da yok. Masayı kimin devirdiğine gelene kadar ortada masa yok. Her şeyi söze dayanan bir müzakere olabilir mi? Bir doçentlik sınavındayken Baudrillard’ın karşısına bir aday geliyor. Sınav sırasında söylediği bir şey için adaya "Bunun kaynağını gösterir misiniz?" diyor Baudrillard. Aday da diyor ki "Kaynağını gösteremem ama bu bana kahvaltı sırasında söylendi." Baudrillard ısrar ediyor, "Bana yazılı bir şey gösteremez misiniz?" diyor. Aday, "Hayır, bunu bana söyledi, inanmıyor musunuz bana?" diyor. Baudrillard da "O zaman tamam, inanıyorum size, siz sınavı geçtiniz ama ben buna dair size herhangi bir kağıt vermeyeceğim" diyor. Böyle bir müzakere olabilir mi? Her şeyin üzerinde, görüşmecilerin kulaktan kulağa gelgitleri, tutanakların üç yerden gelişerek geldiği... Müzakere filan yoktu, müzakere biçimine dönüştürülen bir şey de yoktu. Biz bu süreci iyi niyetli bir şekilde ön müzakere olarak tanımlasak bile, zaten başlamadan bitti ve aradan geçen 6 yıllık sürede de uçtu gitti.
Bundan sonra, artık yeni bir döneme ve yeni bir hükümete ihtiyaç var barış için. AKP hükümeti yeni bir hükümetti en başta ama artık değil. AKP hükümeti bu güne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en iyi sürdürdüğü dış politikaya döndü. Türkiye’nin bugüne kadar dış politikada en iyi yürüttüğü şey, her ne kadar tersi söylense de, Kıbrıs politikasıdır. Kıbrıs politikasında hiçbir şey olmadan 40 yıldır bir işgali sürdürmektedir. Denktaş bunu çok güzel tanımlamış, "Çözümsüzlük çözümdür" diye. Şimdi Kürt hareketine de aynı şeyi yapmaya çalışıyor egemen saray rejimi, çözümsüzlüğü çözüme dönüştürmeye çalışıyor. Erol hocamın söylediği gibi, bu seçimlerde (1 Kasım 2015 seçimleri kastediliyor) bir şey değişmeyecek. Tabii ki değişmeyecek, bunu AKP'liler bilmiyor mu? Siz Kürtleri öldürdükçe sadece ölenlerin oyunu mu kaybedersiniz, kim oy verir size? Şehirde HDP'nin barajı aşmasını bekleyen, okumuş, solcu daha önce kerhen CHP'ye oy veren insanlar şimdi değiştirerek AKP'ye oy mu verecek ya da CHP'ye? Mümkün mü bu? Ama onlar da bilmiyorlar mı bu işin dönüşmeyeceğini, biliyorlar. Bana göre zaten defakto bir başkanlık rejimi, bir selfie rejimi yaşıyoruz. Son günlerde çok moda ya, herkesin bir selfie çubuğu var, o selfie çubuğuyla bir selfie darbe geliştiriyor Erdoğan rejimi. Bana göre, aslında bu sistem demiyorum, bu sistemi aşmış Peru'daki Fujimori diktatörlüğü gibi bir selfie darbe yaşıyoruz. Defacto bir başkanlık rejimi yaşıyoruz. Bu defacto başkanlık rejimi artık klasik Türk devletinin en büyük başarıyla sürdürdüğü politikasını uyguluyor, çözümsüzlük çözümdür politikasını uyguluyor. Bu şekilde devam edecek. Tekrar masaya oturulabilir, ama Erdoğan'la oturulamaz. Davutoğlu ile oturulabilir belki, yeni bir hükümete ihtiyaç var. Bu yeni hükümet 2006'dan bu yana takip ediyorsanız, en kötü olasılık....
Bizim buradaki savaş, diğer örneklere bakarsanız eğer, çok yumuşak bir savaş. Bir kişinin ölmesi bile çok önemli tabii ama 5 milyonluk El Salvador'da 150 bin kişi öldürüldü, bir buçuk milyon insan göç ettirildi savaş döneminde. 9 milyonluk Guatemala'da 300 bin kişi öldürüldü, milyonlarca insan göç etmek zorunda kaldı. Avrupa'ya yakın olmamız, farklı bir kültürün olması gibi nedenlerle biz hala daha yumuşak bir savaş yaşıyoruz şu an için. Ancak barış masasına oturmak, başka türlü bir müdahale gerektiriyor. Eğer biz bu müdahaleyi gerçekleştiremezsek, barışın kurulabileceğine inanmıyorum. Hem Kürt hareketi için hem de bizler kendi adımıza ne yapıyoruz onu düşünüyorum. Bana kalırsa Kürt hareketi ve biz 2009 yılından itibaren barış için hiçbir şey yapmadık. Mesela ateşkes ilan etmek demek, gösteri yapmamak anlamına gelmez. Silah kullanmazsınız ama gösteri yapabilirsiniz. Her şeyi bir tarafa bırakın, mesela neden biz hakikatleri araştırma komisyonunu inşa etmedik? Bunu mutlaka devletin kabul etmesi mi gerek? Biz toplumsal anlamda herkesin güvendiği yirmi insanı Hakikatleri Araştırma Komisyonu olarak ilan etseydik... Bunu hala yapmalıyız. Özellikle Suruç Katliamı ve Ankara Katliamı sonrasında, o yirmi insana elimizdeki bütün belgeleri verseydik, polis ve asker ölümleri de dahil tüm bilgileri, belgeleri verseydik, bir müddet sonra ellerinde milyon belge toplandığında, devlet bunu yok mu sayacaktı? Biz neden yapmadık bunu? Bunu da örgütlemezsek, bize nasıl barış gelecek? Birilerinin iyi niyetine, seçimlerdeki oy oranlarına göre mi gelecek barış? Böyle bir şey yok.
Barışı kendimiz örgütlemek zorundayız. Eğer siz sokakta olmazsanız, mutlaka gösteri yapmak değil, Hakikatleri Araştırma Komisyonu gibi toplumsal vicdan hareketlerini oturtmak, bunu geliştirmek ve örgütlemekten bahsediyorum, bunları gerçekleştirmezseniz zaten bir şey olmaz. Salvador gerilla komutanı Roberto Carlos'a "Devlet barışa nasıl oturdu?" diye sormuştum. "Çünkü" demişti, "büyük burjuvazi barış istiyordu. Biz büyük burjuvazinin elektrik santrallerine saldırıyorduk, elektriğini kesiyorduk, üretim yapamıyorlardı. Yolları kesiyor, ürettiklerini yakıyorduk böylece onlar da barışı istemek zorunda kalıyordu." Büyük burjuvazi, yoksul iki üç askerin ölmesiyle filan ilgilenmez, onlar için tek önemli şey para kaybetmeleridir. Bu yüzden, bana göre özellikle Kürt özgürlük hareketinin mutlaka ve mutlaka ekonomik alanda baskı yaratabileceği alanlar açması lazım. 105 tane HDP belediyesi kendi alanları içerisine savaşa destek veren firmaları sokmamalı. Mesela bu firmalardan bir tanesini, hükümetin de ortağı olan firmalardan bir tanesini eğer siz kendi belediye sınırlarınıza sokmazsanız, önce onlar oturur masaya, sonra herkes döner masaya. Buna hakkı var zaten belediyelerin, tüm belediyeler bununla yetkili ve hatta görevlidir de. Neden böyle bir şey yapmıyorsunuz ve neden mesela özyönetim ilan ettiğiniz yerlerde ekonomik unsurları etkin şekilde kullanmıyorsunuz? Bana göre özyönetim çok güzel bir cevaptır. Ben özyönetimi radikal katılımcı bir demokrasi şekli olarak tanımlıyorum. Eğer siz radikal katılımcı bir demokrasi önerdiğiniz yerlerde özyönetimi ilan ettiğiniz anda kent topraklarını da evsizlere dağıtacağınızı ilan ederseniz bir toplumsal dinamiğiniz olur ve o toplumsal dinamik sayesinde barış da öne çıkartacağınız unsurlardan biri olur. Yoksa "Biz barışı çok seviyoruz", "Kardeşler ölmesin" falan derken, Mart ayından beri katliam geliyorum diyor, çünkü bu iş dönüşüyor. Zaten dünyada dönüşüyor. Dünyada her şey mekan, kimlik ve ekolojiye dönüştü. Bana göre özellikle neoliberalizmden sonra Gezi İsyanı dahil, Brezilya, Hamburg ve diğer kentlerdeki bütün isyanlar mekan, kimlik ve ekoloji üzerinden yürüyorlar. Ve bu yüzden Ferguson'dan, ABD'den tutun, İngiltere'ye kadar mekan, kimlik ve ekoloji ekseninde yürüyen
bir şey var. Bunun yarıldığı bir coğrafyada, başka bir kimlikte olduğunuz anda, öldürülmeyi hak ettiğiniz bir coğrafya olan Ortadoğu’da, başka başka kimliklerin bir araya gelerek ulusu alternatif şekilde tanımlamaları, demokratik bir ulus tanımıyla ortaya çıkmaları, bu dünyanın sıfır noktasında başlayan başka türlü bir dönüşümün işaretidir.
Ancak tüm bunlar Kürt hareketi içinde ısrarlı bir şekilde anlatılmamakta, neden anlatılmadığını da kavrayamıyorum. Dünyanın hiçbir yerinde Kürt hareketi bilinmiyordu Rojava'dan önce, bir türlü anlatamıyordum ben bunu. Gidin dünyanın her tarafına "Kürtler bu kadar yıl ezildi" deyin, olmuyor, "Geç bunları artık" yanıtı geliyor. Siz ekolojik demokrasi diye bir şey savunuyorsunuz, siz dünyada ekolojiyi savunan tek gerilla hareketisiniz, siz cinsiyet özgürlükçü bir paradigma diliyle kadın cumhuriyeti savunuyorsunuz, siz demokratik özerklik ve bugün
de özyönetim diyerek radikal katılımcı bir demokrasi biçimi savunuyorsunuz, o zaman bunu anlatmanız lazım dünyaya. Gene, El Salvador komutanı diyordu ki bana "O zaman El Salvador'un 150 tane elçiliği vardı dünyada, ama bizim 260 tane FMLN büromuz vardı dünyanın her yerinde." Rojava'dan önce Kürt hareketini kimsenin bildiği falan yoktu. Bir yerde kadınları kesen, kapatan, insanların kafasını keserek süren bir IŞİD askeri-politik hareketi –ki bence çete
de değil onu da tanımlamış olayım. Öbür tarafta ise bütün bu kimliklerle birlikte yaşayan, kadını ön tarafa çıkartan, onu en ön tarafa "Sen evde dur, ben seni koruyorum" değil, "Gel beraber savaşalım"a getiren bir Kürt hareketi var. Bu Rojava ile ortaya çıktı. Ekonomik biçimiyle de aynı şekilde yarılma noktasına geldi.
Barış dediğiniz şeyi de eğer bizler örgütlemez, oyuna dahil olmazsak ve eşitlik, özgürlük ve adaletin olmadığı bir dönüşüm olursa oradan gerçek bir barış çıkmaz.
Rojava'da yarılmanın en uç noktasını yaşadık,
bundan sonra da yaşayacağız bana göre. Rojava nasıl direnebildi kimse bunu kavrayamadı önce, halbuki bir Asteriks öyküsüydü. Asteriks, Galya'da Romalılar her yeri işgal ettikten sonra direnen bir köy. Bu köyde bir sihirli iksir var, köylüler onu içtikleri için yenilmiyorlar. Köyde şefin tek bir ayrıcalığı var, her maceranın sonunda kalkanların üzerinde taşınır ve yere düşürülür. Şefin başka bir ayrıcalığı yok. Bana göre Rojava'nın da böyle bir yanı var. Bakın Salih Müslim'e, bakın oradaki insanların hepsine, hepsinin elbiselerine bakın, silahlarına bakın, hepsi aynı. Rojava'nın savunmasının sihirli iksiri; eşitlik,özgürlük ve demokrasiydi, başka bir şey değildi. Ve aynı zamanda 6-7 Ekim'deki isyanlarda Diyarbakır'a baktığınızda orada da ATM'lere saldırılmasının, sitelere hatta müzelere saldırılması tesadüf değildi. Aynı 1848 devrimcilerinin birbirinden habersiz bir şekilde saat kulelerine ateş etmesi gibi bu. Sitelerde oturan zengin Kürtler, "Yav bizim oturduğumuz yere saldırıyorlar" diyordu. Böyle bir toplumsal ayrım var, dolayısıyla bu dava toplumsal bir dava ve böyle bir ayrım noktasında, bütün dünyayı etkileyebilecek bir dönüşümün ortasında, bizlerin farklı bir barışın örgütlenmesi için devreye girip, oyuna dahil olmamız gerek.
Bu barışı örgütlemek zorundayız. Barışı örgütlemezsek barış hiçbir zaman olmayacak. Yoksa yukarıdakilerin iyi niyetiyle filan olmayacak. Aşağıdan yukarıya doğru, toplumsal anlamda, her yerde söylüyorum duyulmuyor ama, mesela hakikatleri araştırma konusunu örgütlemek zorundayız. Yirmi güvenilir insana tüm belgeleri gönderebilelim. Aynı zamanda yoksul askerlerin ölmesi yerine esas olarak ekonomik anlamda burjuvazinin bundan zarar görebileceği önlemlerin barışa katkı sağlayabileceği bir durumdayız. Ben bu konuşmayı bundan 6 ay önce yapmış olsaydım, Guatemala ve El Salvador'da o kadar dehşetli bir savaş vardı ki o zaman. 30-40 yıldır her gün ortalama 7-8 kişi ölüyordu. Bizde öyle bir savaş yok. Şimdi iki ülkede de barış var, barış anlaşmalarına da bakarsanız çok düzgündür. Hatta El Salvador'da FMLN hareketi şu anda hükümet. Mesela 100binlik güvenlik güçleri 25 bine düştü bugün ve bunun yüzde 20’si de gerilladan oluşuyor, gerillanın o kadarı dahil oldu güvenlik güçlerine. Hükümetin güvenlik güçlerine ve onun dışında gerillalara oturma yerleri ayarlanmaya çalışıldı, hiçbiri gerçekleşmedi ama bu çaba var.
Barış dediğiniz şeyi de eğer bizler örgütlemez, oyuna dahil olmazsak ve eşitlik, özgürlük ve adaletin olmadığı bir dönüşüm olursa oradan gerçek bir barış çıkmaz. Bugün Guatemala’da eskiden günde 7-8 kişi ölüyordu, şimdi barış var, her gün 20-25 kişi ölüyor. Guatemala’da bana bir tane bakkal dükkanı gösteremezsiniz önünde silahlı nöbetçisi olmayan. Sabah saat 8'de bira kamyonu geçiyor, iki tane silahlı koruması var. "Yahu" diyordum, "nihayet biraya hak ettiği değeri veren bir yer, banka arabası gibi!" Her mahalle önünde bekçiler var ve her yer çitlerle çevrili. Hatta yoksul mahalleler bu yüzden kendileri çitle çeviriyorlar, mahalle girişlerine nöbetçi koyuyorlar, nöbet tutana ekmek veriliyor.
Bir halk otobüsünün bileti 25 cent, ama iki mafyanın halk otobüsü arasında çatışma olduğu için her üç saatte bir, bir halk otobüsü şoförü öldürülüyor. Bazı semtlerde şoförün hemen arkasında silahlı koruma var. Bazı semtlere otobüs işlemiyor çünkü bütün şoförler öldürülmüş. Bu barış mı şimdi? Bu yüzden de ben Kürt özgürlük hareketinin, şimdilik ne yazık ki pratik olarak gerçekleştiremediği teorik komünal bir yapısının, kooperatif ekonomi biçiminin ve antikapitalist önerilerinin tam bir barış için çok önemli öneriler olduğu kanısındayım.
Beni burada Latin Amerika konferansına çağırmışlardı. İçinde devletlerin filan da olduğu bir konferans, her ülkeden elçiler var. Toplantı başlamadan önce bizim dengbejler gibi bir meclis vardı Meksika’dan. Latin Amerika bu, müziksiz olmaz, önce böyle şarkılar dinlendi orada. Eski bir şarkı 1935'lerden... "Ne kadar güzelsin", "Senin yanında soluk kalmış güneş" tadında bir şarkı vardı. Ben dedim ki, size onun yeni
bir versiyonunu dinleteyim. Meksika'da, her mafya grubunun bir şarkıcısı vardır. Onlardan birinin şarkısı. Diyor ki "Ulan sen kimsin?" "Sen kilogram ile kaçırırsın, ben tonla kaçırırım, eğer iş istiyorsan gel, ben sana tarlamda iş vereyim", "Ben senin kanını içerim" , "Ben federallerden korkmam". "Bakın" dedim, "Ben devletleri sevmiyorum, devletler de beni sevmiyorlar ama beni dinleyin." Eğer siz daha eşitlikçi, özgürlükçü, adil bir toplumsal kurmazsanız, bu böyle gidecek. Bugün Meksika'da her gün 85 kişi ölüyor. Geçenlerde birisi yakalandı orada. Küvette cesetleri yok ediyormuş, bakın bunlar sayılmıyor, ceset başına da 50 dolar alıyormuş, sürümden kazanıyor çünkü. Böyle dehşetli bir ülke inanın.
Gerçekten barışı örgütlemezsek, dönüştürmezsek çok yakından bildiğim bu dehşetli öykünün içine düşeceğiz. Çok basit, tahlil filan değil, adamlar yaptı onu anlatıyorum. Biz bu barışı eğer dönüştürmezsek, eğer içinde eşitlik, özgürlük, adil bir çoğunluk olmazsa, tabii ki barış, zafer olmayacak. Barışın sonunda devrim bekleyemezsiniz. Böyle bir şey olmaz. Tabii ki karşılıklı uzlaşmadır barış, masaya oturmak böyledir zaten. Bu uzlaşılan barışın içine siz asgari olarak koruculara neler olacağını koyun bir. Ne zaman ateşkes olsa Diyarbakır'da çatışmalar başlar, hemen toprak kavgaları başlar. Çünkü politik bir mücadele varken diğer kavgalar geri düşer ama politik nedenler ortadan kalktığında diğer kavgalar ortaya çıkar. En azından devlet bile dinlese bunu, biraz daha az insan ölür. Bu yüzden de bu barışı örgütlemenin en önemli şeyi, kenarda oturmak değil, mutlaka dahil olmak, bugünden örgütlemeye çalıştığınız her türlü biçimde. Benim aklıma şu anda gelen çözüm, bir hakikatler komisyonu. Ekonomik olarak boykot filan da değil. Dünyada çok olağanüstü durumlar dışında mal filan boykot edemezsiniz çünkü maalesef televizyonlardan ihtiyaç olarak dayatılır. Edebiliyorsanız iphone’u boykot edin bakalım. Bu nedenle ekonominin dönüşümünü, burjuvazinin barışı isteyebileceği bir dönüşümü gerçekleştirebilecek toplumsal dönüşümleri örgütlememiz gerekecek. Barış mutlaka örgütlemek zorunda olduğumuz bir şey ve gerçek bir barış, eşit, özgür ve adil bir barıştır.
Teşekkür ederim...
Yorumlar (0)