Bilgi edinmenin temeli, gözlemlenebilir eylemlerden geçmekteyse eğer, doğalcılığın Farsi gelenekten gelen taziyeyle de ilgisi olsa gerek. Kiyarüstemi’nin de gözlemlediği ve belirttiği gibi İmam Hüseyin ile Yezid arasındaki bir konuya da Kerbela Vakası gibi oyunlar, halk arasında tiyatro gibi dinsel bir ayin olarak oynanırken kimse aslanı yaşlı bir adam oynuyor diye bakmaz. Hatta yaşlı adam yorulup bir sigara içmek için kenara çekildiğinde kimse aslan sigara içiyor diye de yorumlamaz.Onlar olayın içselleştirilmesiyle ağlamaya devam ederler, taziyede esas olan hikayedir. Yaşam içselleştirilmiş ve gelenekten gelen bir oyuna dönüştürülmüşse (ki bu oyun yaşamın bir gerçeğidir), doğallık kendiliğinden gündelik yaşantıya sızmış, bütünleşmiştir.
Her şey hakkında not tutması ancak çekim alanına kağıt götürmemesi, oyunculara ezberlemeleri için senaryo vermemesi, doğaçlamaya verilen izin, aradığını bulduğunda onu değiştirmek yerine kendini değiştirmesi gibi durumlar bizi yine o doğalcılığa yaklaştıran olgular. Çalışma mekanı arabaya dönüşürken, bakış pencerenin kadrajından dışarıya doğru uzanan, karşılığını içsel bir manzarada tamamlayan bir bakış. “Araba yürüyen bir sinemadır” derken ki ruh hali...
Filmlerinde doğal yapısal elemanlar fazlasıyla yer alır. Özellikle “Koker Üçlemesi” olarak geçen,“Arkadaşımın Evi Nerede?” ile başlayan ve “Ve Hayat Devam Ediyor”, “Zeytin Ağaçlarının Altında”yla tamamlanmış gibi görünen ama asla tamamlanamayacak olan... “Arkadaşımın
Evi Nerede?”filminde yaşlı adamla çocuğun köy içindeki yolculuklarında eski kapılar, pencereler çıkar karşımıza ve onların gece ışığındaki duvarlara yansıyan bitkisel desenleri: Kapılar köylüler tarafından değiştirilmektedir, daha sağlam diye demir kapılar yapılmaktadır.Yaşam dönüşürken hafızanın mekanıda dönüşür. Bir sonraki filmde 1990 Büyük İran Depreminden sonra bölgeye tekrar gider.Pek çok şey yerle bir olmuştur, yaşamın içinden geçerken “Ve Hayat Devam Ediyor” filmi oluşur, gerçekle kurmaca içiçe geçer ve neyin gerçek neyin kurmaca olduğunun bir anlamı kalmaz.Önemli olan sizin onu nasıl gördüğünüzdür, aynı taziye geleneklerinde olduğu gibi. Üçüncü filmde de benzeri bir şeye şahitlik ederiz. Depremle yıkılmış, altüst olmuş bir bölgede yönetmen bir
aşk hikayesi çekmeye çalışmaktadır: Yine film içinde film, gerçeklik içinde kurmaca içiçe girer, neyin gerçek neyin kurmaca olduğunun bir anlamı kalmaz.Önemli olan yaşamdır, yaşamın akışı... Çocuklar, ergenler, zeytin ağaçları, kapılar, pencereler, yaşlılar, rüzgar, araç içi seyahatler, sözcükler, o sözcükler ki yerini bulan ya da havada asılı kalan...
“Rüzgar Bizi Sürükleyecek” filminde Kara Vadi denilen bir Kürt köyüne doğru yapılan yolculuk esastır. Filmin adı genç yaşta yitirilen kadın şair FüruhFerruzad’ın şiiri. Doğalcı bir manzaranın üzerine bindirilmiş insan sesi kolajı. Damlar, daracık sokaklar, ışık-gölge oyunları, mezarlık yani ölümün temsili mekanı. Bir mühendisin bu köyde kendine gelmesi, kendini bulması, sorgulaması. Yola çıkarken elde etmeye çalıştığıyla, yoldayken öğrendikleri arasındaki uçurum. Yolun bir insanı dönüştürmesi.
her zaman biriyle buluşmayı bekliyorum ki gelmeyecek
ismi hatırımda değil
yıllardır
saman çöpü gibi mevsimlerin arasında avare olmuşum...
Haiku’ları andıran sadelikte, bir o kadarda derin şiirler. Mevsim imleci, hareket imleci, doğanın betimlenmesi, sonrasında durağanlık, yaşamı yaşarken aşma, aşkınlık. Aşkınlık içkinlikle ilgili bir kelime.“Bir şey ne kadar içkinleşirse o kadar aşkınlaşır” denir. Hafızanın mekanında ismini dahi unuttuğu, gelmeyecek olanı mevsim mevsim beklerken, bir durağanlıktan değil bir hareketten, bir ataletten değil bir enerjiden söz eder yine de. Avarelik, haymatlosluktur belki de onu evrensele bağlayan. Buluşmayı beklediği de hümanizmanın insanı mı?
2006’da “Kar ve Yol” serisi fotoğraflarıyla yolu düşmüştü İstanbul’a. Fotoğraflarına verdiği isimler dikkatimi çekmişti, yine öyle. “Kar”, “Rüzgar”, “Ağaçlar”, “Kapılar”, “Ay Işığı”, “Hayata Açılan Pencere” gibi. Tarkovski“Filmlerim benim içsel manzaralarımdır” demişti. Belli ki Kiyarüstemi’nin de filmleri, fotoğrafları, şiirleri içsel manzaralardan oluşmakta. Nasıl ki baktığımızı fotoğraf gibi simgesel bir evrene taşıdığımızda, temsil anlamında hem kendisini hem de kendisinden fazlasını temsil ediyorsa onun gibi bir şey. Kar, rüzgar, ağaçlar, kargalar gibi önbelirlenmişlikle kafamızda yer
alan imgeler simgesel bir evrende bir göstergeye dönüştüğünde hem kendilerini hem de izleyen özelinde kendilerinden fazlasını temsil ederler. Eseri üretenin bakışı, eserle buluşanın bakışıyla çakıştığı anda dönüşür, dönüşebilir, çoğalır, düşünceye eklemlenir. Tüm bunların ışığında Kiyarüstemi’nin evrenine ait bizi bize anlatan fotoğraflar yalnızlığı, çoğulluğu, gölgesiz ya da gölgeli oluşumuzu,
sınırlarımızı, karşılaşmalarımızı, yolda attığımız ve yeniden aldığımız yükleri, havada asılı kalmalarımızı, sessizliğimizi anlatan kareler olarak karşımıza çıkmakta ya da bana öyle geliyor.
Fotoğraflarında dikkati çeken bir noktada minimalist yaklaşım. Eleman sayısının azlığı, tekrarı gibi.
Kiyarüstemi’nin bakışı çağdaş sanatın zaman zaman anlaşılamazlığını da aşan, büyük laflar etmeden sade bir anlatım diliyle evrensele ulaşan bir dil.
İran coğrafyasının binlerce yıldırfarklı kültürlerle yoğrulduğunu bilmekteyiz. Kiyarüstemi bulunduğu coğrafyanın kültüründen beslenerek evrensele ulaşır. Bir dönem “Sinemasında kadın yok” diye eleştirilmiştir. Şirin filmini yapar kendi evini bir sinema salonuna çevirerek. Hüsrev-ü Şirin’i, ya da bizdeki adıyla “Ferhat ile Şirin” hikayesini önce minyatürlerle giriş yaparak anlatmaya başlar, sonrasında yalnızca ses imgesi duyarız.Görüntülerle izleyici buluşmaz. İzleyici o görüntüleri izleyen salondaki kadınların yüz ifadeleriyle buluşur. Dış ses olarak duyduğumuz müzik ve sözcüklerle ifadeler değişir, dönüşür, çoğalır. O ifadelerle bizlerde duygulanırız; bize bu tecrübeyi yaşatır. 112 kadın oynatmıştır bu filmde, üstelik kadınlar gerçekten bir film izlememişlerdir.Onlara yalnızca beyaz bir kağıt gösterilmiştir ve gözlerini o kağıt parçasına dikerek istedikleri duygu durumlarını yansıtmalarını istemiştir. Sonrası ses miksajı ve görüntü montajıdır.
Yine geldik meselelerin ruhumuzdaki yansımalarına: Biriktirdiklerimiz kadar varız.Biriktirdiklerimiz üzerinden okuyabildiklerimiz, okuduklarımız üzerinden aktarabildiklerimiz, anlayabildiklerimiz kadar. “İletişim enflasyonunun ortasında gerçek bir iletişimin sağlanması mümkün müdür?” diye bir soru sormak ne kadar saçmaysa, böyle bir soruyu sormamak da o kadar saçma.
nasıl olur da yaşayabilir yaşlı kaplumbağa
üç yüz yıl gökyüzünden habersiz
demiş bir şiirinde Kiyarüstemi.
Yorumlar (0)