Evet ense kökümde, hemen solumda soluğunu, kötü kokulu nefesini hissettiğim onca araçla yola düştüm bu sabah da. En sağa kıstırmakta beis görmeyen şoförlerin arasından yolumda ısrar ettim, onlar sıkışıp kaldı, ben nanik yapıp aralardan yola devam ettim. Ey arabasının içinden, dolu otobüsün penceresinden, deli minibüsün koltuğundan bazen hayret bazen anlamazlık bazen de sevgiyle yandan süzülen bisikletliye bakan komşum, arkadaşım, tanımadığım insan kardeşim sözüm sanadır. Aklımızı kaçırmış filan değiliz bunca aracın arasında yolumuzu açmak için ısrar ederken. Sen o kapalı kapılar ardında bunalırken dışarıda neler oluyor, gel sana anlatayım.
Yokuşlar yoldaşın oluyor mesela. Evet, inişler güzeldir, çığlık attırır, hem pedallamadığın, pedalladığın zamanların kaymağını yediğin anlara sonunda kavuşmuşsundur ama, o öyle değil bak, yokuşlar güzeldir. Onca yokuş sonunda sabrın, kıymet bilirliğin, yola
saygın artar. Koca dünyada ne küçük bir nokta olduğun bilgisiyle, o yokuşu çıkmış olmanın verdiği yücelik hissini aynı bünyede aynı anda taşımak erdemine erişirsin, az mı? Malum Ankara bu erdeme erişmek için çok olanak sunuyor insana. Erdeme kavuşamasan bile böyle düşünceler geliştiriyorsun. Bu şehir sana daha ne yapsın, ne yapsın?
Her yanın Suriyeli çocuk doldu, bazen kızıyorsun, sokakta gördüğün insanlara karmakarışık hislerle bakıyorsun. Işıklarda yanına yanaştıklarında arabanın camını yukarı doğru sardırıyorsun, korkuyorsun belki, belki haklısın. Ama bisiklet üstündeyken ne oluyor biliyor musun? Siteler’den Cebeci Asri Mezarlığı’na doğru giden yoldaki
ışıklarda bekleyen o iki Suriyeli çocukla aynı dili bilmeden sohbet ediyorsun. Nasıl oluyor ben de bilmiyorum. Birden dünyanın müşterek dili gülümseme eşliğinde öğreniliveriyor. Bakışını kaçırmayıp göz göze gelince konuşulan bir dil bu. Taş çatlasın 8 yaşında olan ve başı sıkı sıkıya kapalı küçük kız bisikleti görünce yanındaki hadi diyelim 7 yaşında olsun o güneş karası kardeşini gösteriyor. İkisinin yüzü nasıl gülüyor, salyangoz hızında hareket edersen görebileceğin bir gülüş bu,
araba camından geçmiyor. O 40 saniyede kızın bisiklete binemediği, denediğinde düştüğü ama o kara gözlü sıpanın binebildiği ve çok sevdiğini öğreniyorsun. El sallamalarıyla uğurlanıyorsun. Mezarlığın karşısından, çoğu kişinin geçme diye uyardığı yoldan rüzgarla yarış pedallarken gülüşlerini düşünüyorsun. Çocuk, ölüm, gülüş, savaş yan yana diziliyor. Sonra Ankara Hastanesi’ne gelmeden önceki ışıklarda bu kez dört Suriyeli ufaklık, ama öncekilerden daha
ufak, ışıkların dibindeki kaldırıma boncuk gibi dizilmiş, güneşin altında
paçalarından su akacak kadar kendilerini ıslatmış halde bakıyorlar sana.
Konuşuyorsunuz yine.
- Su hoş mu?
- Evet
Yine gülücüklerle uğurlanıyorsun. Her zamanki gibi
ters bir durum var suçluluğu eşlik ediyor düşüncelerine. Bisiklet üstünde olması gereken çocuklar, trafik ışıklarında toplanmış, mendil satıyorlar, bisiklete binse en çok yakışacak çocuklar da zaten hep kağıt topluyor.
Yol devam ediyor. İnsanın evinin yolu Meclis’ten geçip Dikmen’e tırmanıyorsa şu ülke gündeminden bir biçimde uzak kalması iradesi dışında mümkün değildir. Meramını Meclis’e anlatmaya gelmiş birileri başarmışsa kapıya ulaşır, başaramamışsa karşı kaldırımdan eylemini yapar, çoğu zaman gazını eksik etmez malum güvenlik güçleri. Bir eylülse günlerden, bisiklet bir kaçış edebiyatı aracı mıdır diye kendi kendine gevelerken Meclis bahçesinin eteklerinde beyaz tülbentli Kürt kadınları görürsün birden. Kaçış edebiyatı külliyatı belleğinden sıyrılır gider. Her yan 90’lara keser aniden. Öyle gerçek olur ki savaş, barış çığlığı bedene kavuşur, bunun hangi ara olabildiğini anlayamazsın bile.
Bisikletinle kendini aralarında bulduğun annelerle konuşmaya başlarsın sonra. Onlar sana gülümseyerek bakar, yorgun, gözlerine sinmiş hüzün baki ama gülümseyerek.
Oğlu yirmi iki yıldır hapiste olan ve yıllardır Barış Anaları içinde yer alan anne “bizim sözümüz barıştır” diyor. Aç mısınız diye sorunca, “bizim çocuklarımız açlık grevinde, 2012’den kalan disiplin cezalarını çekiyorlar, görüş yok, kitap yok, oğlum on yıldır tek kişilik yerde kalıyor. Biz kaç saat aç kalmışım, nedir ki. Bizim buraya gelişimizin tek amacı var, BARIŞ” diyor. Daha fazla bir şey sormaya takati kalmıyor insanın. Barış bazen belki susup dinlemekle geliyor. Siirt’ten gelen ve yorgun olduğu her halinden belli annenin gözleri hatırda kalan birkaç Kürtçe kelime
ile selamlayınca ışıyor. Ortak tek söz barış oluyor.
Meclis’te bir grup sözcü anne var, oradan gelen haber Akp’nin anneleri kabul etmediğini söylüyor. Annelerin omzu çöküyor. Kaygıyla söyleniyor bir kaçı. Bir kısmı Meclis’ten çıkmamaları, orada ısrarla kalmaları gerekir diye düşünüyor temsilci annelerin. Yakınımdaki bir başka anne sessizce ‘biz Amed’de toplanıyoruz, asker polis diyor gidin Ankara’ya, oradan çıkıyor karar diyor. Geldik buraya, kaç kere. Savaş da buradan çıkıyor, barış da.’ Bir başkası oğlunun yıllarca askerden kaçtığını söylüyor. Sigortasız çalışmaktan ve sürekli kaçmaktan bunalıp gidiyor askere oğlu beş ay önce. ‘Barış vardı o zaman’ diyor anne. Oğlu Hakkari Yüksekova’da, annenin yüreği ağzında. Anne tıpkı o barış güvercini resmindeki gibi, ağzında barış dalı Meclis bahçesinde duruyor. “Hep fukaranın çocuğudur askere giden, ölen. Ölmesin o gençler. Polis de ölmesin. Yeminle hepsine ağlıyoruz biz. Barış istiyoruz.” diyor.
Sen otobüste göz ucuyla bakıp giden, direksiyondan kafasını bir çevirip geçen, belki de orada değil bisiklet üstünde olsaydın daha net duyardın anaların barış çağrısını. Sen yanlarından geçerken tüm ‘erkekliğiyle’ direksiyondan parmak sallayan ve ‘utanın’ diye höyküren, evet sen, seslerini kulaklarınla duysaydın, gözlerine doğrudan baksaydın o kadınların, biliyorum barış daha yakın olurdu hepimize.
Yorumlar (0)