Kent ile samimiyet bir arada düşünülebilen şeyler midir? Bu kavrama ya da (ya da “nitelemeye” mi demeliyim?) geçenlerde Mithat Sancar’ın bir yazısında rastladım ve düşündürdü beni. Samimi olmayan kentler var demek ki… Ya da sahtekar, iki yüzlü, bizi kandıran kentler… Öyle olmasa bile bir bölümüyle, bazı parçalarıyla, samimi olmayan kentler. Samimi gibi görünmek istiyorlar, ama bütün içtenlikleriyle öyle değiller aslında… Bizi bu samimiyetsizlikleriyle kandırıyorlar… Ama nasıl? Bunları yanıtlayabilmeye imkan yok. Ama üzerlerinde düşünülebilir belki. Bir yanıt olmaz, bir düşünme yolu da bulunamaz belki ama yine de düşünülebilir. Bunun üzerinde düşünmek, neler bulabileceğime bakmak istiyorum. Yağmurlu bir gün ve akşam üzeri, neredeyse hava kararacak gibi. Zaten aklımdan hep bu soru geçerken, yola devam edemedim daha fazla. Tam YKM’nin karşısındaki bir bankta oturuyorum ve açık kapısından bu dükkanın, robotsu bir kadın sesi, müşterilere olası bir fırsatı hatırlatıyor belki, baygın ve hiç de inanılması mümkün olmayan, hatta dinlenilmesi mümkün olmayan bir biçimde… Büyük bir çınar ağacının altındayım. Vitrin yere kadar cam ve içerisi görünüyor; donuk ve mavimsi, ameliyathanelerin steril aydınlatmalarını hatırlatan bir ışığı var. Biraz daha aşağıdaki bir başka dükkanın vitrininden de, tam gözümün içine doğru, parlak ve rahatsız edici, dik ve mavimsi bir ışık geliyor.
Buraya gelirken dolmuşta, samimiyet ile oldukça yakın bir kavram olduğunu düşündüğüm “hakikat” üzerine de “ne bulabilirim acaba, etrafa bakarken?” diye geçiyordu aklımdan. Dolmuş oldukça boştu. Dönerkule civarında dolmuşa binen orta yaşlı bir adam, “selamın aleyküm” dedi dolmuşun içine doğru. Dolmuştan cevap veren olmadı hiç. Dışarıdaki yağmurlu havadan, camları buharlanmıştı dolmuşun; annesinin yanında oturmakta olan 11 yaşlarında bir çocuk, cama “Yavuz” diye kendi adını yazdı. Sonra bunun yakışık almayacağını düşünmüş olmalı ki, öbür eliyle hemen sildi. Ben, bu duyduklarımdan ve gördüklerimden “samimiyet bakımından bir şey çıkar mı?” diye düşünüyordum.
Sora genç bir çift bindi, belki üniversite öğrencileriydiler. Erkek şoförün yanına gitti iki kişilik para ödedi. Kız, en arakada oturup yanına başkası oturmasın diye, çantası ile o yeri tutu. Sonra delikanlı oraya oturdu ve kolunu kızın omzuna attı, dolmuşa sırtını döndü. Dolmuşun o köşesi adeta mahrem bir alan oldu. Samimi samimi konuşmaya başladılar. Kız: “ onlar okul açılınca sevgili olduklarını hatırlıyorlar, okul kapanınca unutuyorlar” diyordu. Ama bunu gülerek anlattığına göre çok da fazla eleştirel değildi bu konuda anlaşılan… Samimiyetle ilgili düşünmeye çalışıyordum durmadan ama gördüğüm her şey, eski günlerde orada olanlarla/ anılarla düşünceme sızmaya çalışıyordu. Mekanla ilgili anıların hala bu kadar diri kalabilmesi, onların varlıkları veya yokluklarıyla ilgili bir şeyler düşündürebiliyor olması da, belki bir kentle samimi olmakla ilgili olabilir. Ama burada konu karmaşıklaşıyor: Kentin yitip giden yüzü ve nostalgia üzerine mi düşüneceğiz, yoksa samimiyet üzerine mi? Karışıyorsa, ikisini birbirinden ayırmak ve sadece biri üzerinde durmak gerekiyor sanki…
Meclisin yanından geçiyor dolmuş ve samimiyetle meclis binasının ilişkisini düşündüren bir anı geliyor aklıma yine: Mimarlıkla ilgili, belki de yazdığım ilk denemeydi. Hayır, aslında bir sınav sorusu yanıtıydı. Birinci sınıfın henüz ilk sömestrinde, ucu açık sorulardan birine yanıt olarak yazmıştım. “Her gün içinden geçtiğinize göre (o yıllarda ODTÜ, meclis binasının eklerinde yapıyordu eğitimini) artık, meclis binası ile ilgili bir düşünce edinmiş olmanız gerekir, nasıl yorumluyorsunuz, nasıl eleştiriyorsunuz bu binayı?” biçiminde bir soruydu bu.
O zaman sınav kağıdıma şöyle yazdığımı hatırlıyorum: “Bina, kendi kitlesinin düşündürdüğü iç hacimlere sahip değil. Cepheden baktığınızda o yüksek sütunlar, size, binanın içinde de böylesi yüksek bir iç hacım olduğunu düşündürüyor (belki Yunan tapınaklarının etkisinde fazlasıyla kalmıştım o günlerde) ama iç mekanın öyle olmadığını, bir çok kat olduğunu gerideki pencerelerden anlıyorsunuz…” Yani bir bakıma, bir samimiyetsizlik, ya da gösterdiği gibi olmama, ya da hem ihtişam ve gösteriş peşinde, hem de tasarruf peşinde olmak gibi, bir iki yüzlülük… Bunları yazdığımda, daha mimarlık eğitimine başlayalı bir-kaç ay bile olmamıştı ve düşünebildiğim tek şey, mekan (ya da olduğunu zannettiğim mimari ilkeler mi demeliyim?) ile ilgili kavramlardı. Oysa meclisin samimiyetine dair, düşünülecek ne kadar çok farklı şey olabilirdi? Samimiyeti, mesleki disiplin ve bina ölçeğinde aramak gerektiğini düşünüyorum. Öğrenciliğinin ilk yıllarında, profesyonel kaygıların bağnazlığına daha büyük bir iştahla tutunmak istiyor insan galiba. Hemen öğrendiğini, hemen o meslektaşlar topluluğuna katılmaya aday olduğunu göstermek için belki de… Buradaki samimiyet de, ayrı bir konu elbette.
Belki de insanlara bakmalıyım “samimiyet”i daha çok anlayabilmek için. Ya da insanlarla mekanların ilişkilerine… Evet, en çok da ona bakmalıyım. Ama nasıl bakabilirim ki?
Hava yavaşça kararıyor ve önümden yorgun-argın akıp giden kalabalık giderek sıklaşıyor. Genç erkekler, kadınlar, yaşlılar, her yaştan insan var. Sokakta olduğum halde, kesif bir sigara dumanı içindeyim. Hem de gürültü… Gürültünün bir kısmı, elbette ki, trafikten ve otobüslerin, dolmuşların ha bire fren yaparak duraklara yönelmesinden geliyor ama bir kısmı da YKM’den geliyor sesin. Belki havalandırmanın, kirli havanın binadan dışarıya atılmasının sesi bu… İnsanların konuşmaları ve çalan telefon sesleri filan da var elbette, ama uğulduyor her şey.
Duranlar, birilerini bekleyenler… Burası bir buluşma yeri aynı zamanda, onun için akan insanlar kadar, duranlar ve bekleyenler de var. Herkesin “eli kulağında” ama öyle bir şeyler olacağı için değil, gerçek el, gerçek kulak ve arada da gerçek bir telefon var sadece. Telefonlar, sahipleri hakkında bir ip ucu vererek çalıyorlar… Telefonla konuşanlar, bütün dikkatlerini telefonun öbür ucundaki sese verdikleri için, sanki gerçekte bulundukları yerde değil gibiler. Kendi içinde bulundukları yerin gerçeği ile ilişkileri kesilmiş ve sesle birlikte dikkatleri ve ruhları da başka bir yere uçmuş da, bedenleri öylece kalakalmış, canlı ama gereksiz bir fazlalık gibi…
Yere küçük bir kağıt yapıştırılmış, kaldırım taşını üzerine: diyor. İş ve işsizlik, ya da para kazanmak veya ek gelir herkesi en çok ilgilendiren sorunlardan olmasa, bu kadar çok küçük el ilanı için kimse bu zahmete girmezdi herhalde. Çaresiz insanlar, acaba böyle bir çağrıyla kandırılıyor olabilir mi? Elektrik direklerinde de buna benzer başka işilanları daha var, ama direğe yapıştırılmış olanların dipleri dikey olarak yazılmış ve püskül biçiminde de kesilmiş. Bir çocuk asık bir suratla onlardan birini kopardı. Bir kısmı da yere düştü kopup… Yerde, yağmurla ıslanmış kaldırım taşlarının üzerinde sarı çınar yaprakları var. Onların yanında ıslak taşlara yapıştı. Reklamlar, reklam olsun diye asılmış panolar ve pankartlar üzerinde durmak istemiyorum bile. Onların zaten samimiyetle hiç bir ilişkisi olamayacağı çok açık ve kentin bütün duvarlarını/ panolarını, manzarasını ve gökyüzünü doldurmakta olan reklamlar, samimi olmak için değil, akıl çelmek için yapılıyor zaten.
Oturduğum bankın tam yanına buruşturulmuş gazete kağıtları bırakılmış, öylesine… Yani orası çöp biriktirmek için düşünülmüş bir yer değil, ama ayak altı da değil, belki bu nedenle oraya bırakılıverdi bu gazeteler buruşturulup… Bir kadın geldi ve o gazete buruşuklarının üzerine bir çöp daha bıraktı. Bu konuda da ne düşüneceğimi bilemedim: Bir duyarlık ve saygı mı, etrafı daha fazla kirletmemek için; yoksa işin kolayına kaçan ve elindeki çöpü atmak için uygun bir yer arama zahmetine girmeyen bir yaklaşım mı? Bu da samimiyetle ilgili olabilir veya abartıyor muyum?
Karşımda, kaldırımda, binalara iyice yakın bir mesafede, 1.5 metreye 1.5 metrelik kare biçiminde bir aralık bırakılmış etrafı küçük çitlerle çevrilmiş. Zemini toprak. Çitlerin iç kenarına, şimşir türü bodur bir bitki dikilmiş. Tam ortaya da bir buçuk-iki metre boyunda bir mazı… İşte bunun samimiyetle bir ilgisi olabilir. Belki daha bir yüz yıl önce tarım arazisi olan bir yerde, bunca asfalt ve beton arasında, bu yaya kaldırımında, toprağa ve yeşil bitkilere ayrılabilecek yer bu kadar kalmış anlaşılan. Bunun arkasındaki paralel sokaklardan birinde (Adem Yavuz’da) daha 30 yıl önceye kadar bağ olarak kalabilmeyi başarmış bir arsanın varlığını bile hatırlıyorum oysa ki… O zaman, belki de burası tarla değil, bağlık bir yerdi, yüzyıl önce… Ama öyle kalamazdı elbette, bunda bir samimiyetsizlik bulmuyorum. Ama bu mazı ve bu küçük toprak parçasının (belki de daha önce betonlaştırılması unutulduğu için öyle kaldı bu kare) kuytudaki o tesadüfi ve hiçbir açıklaması olmayan zavallı varlığını yine de “samimiyetsiz” buluyorum.
Bir kentin samimiyetini anlayabilmek için bulunduğum yerin hiçbir anlamı yok galiba… Oysa “herhangi bir yer ve her hangi bir an, bir kentin samimiyeti için bir şeyler söyler/ söylemeli” diye düşünmüştüm. Yine öyle düşünüyorum ve belki de ben gözlemleyemedim, duyamadım, anlayamadım, hissedemedim o samimiyeti… Zaten Mithat Sancar, o samimiyetin aranması gereken yer olarak, daha çok kentin turistikleşmemiş tarihi bölümlerini düşünüyor, biliyorum kitabından; ama “yine de kentin her yerinin samimiyetine dair bir şeyler söyleyebilmeliydik” diyorum.
Çok hafif bir yağmur çiselemeye başladı. Hava iyice kararmaya yüz tuttu ve ışıkların donukluğu ve pırıltısızlığı, önümden geçen insanların telaşı ve siluetleşmesi, sanki soğuk ve ruhsuz bir denize gömülmekte olduğum duygusunu güçlendiriyor bende. Artık daha fazla duramam. Başka bir yer bulmalıyım “samimiyet” gözlemlerim için…
Yorumlar (0)