Ne çok göz dolaşmış üzerinde bilmiyorum. Ancak, kütüphaneden okumak için alanların listesine baktığımda, ilk alan kişinin kütüphaneye iade tarihi 15.5.1970. Kütüphanenin bu 41 nolu üyesinin (Listede sonradan okumak için alanlarda üye numarası yok) adı, Bektaş Sabahattin. (Sanırım adı Sabahattin diyeceğim ama, listede önce ön ad mı, soyad mı yazıldığı belirsiz. Listenin bütününü incelediğimde, ön ad, soy ad kaygısı olmadığını gördüm çünkü.)
Elimdeki kitabın kapağı alelade bir kartondan oluşturulmuş. “Oluşturulmuş” diyorum, çünkü bu bir kitap kapağı değil... Sırtta bordo renkli bir cilt beziyle sonradan yapıştırılmış bir kapak. Orijinal kapağın nasıl olduğunu bilmiyoruz bu nedenle... Belki de,okuyanların listesi bile, kitabın bu ikinci kapağıyla başlayan serüveninden sonraya ait olabilir. Çünkü arka kapağın içine sarı kartondan bir cep yapıştırılmış. O cebin içinde duruyor okuyanların tarihlerini içeren kütüphane kartı. O kart dolunca ise, boş olan son sayfaya bir kâğıt yapıştırılmış ve onun üzerine devam etmiş liste.
Orijinal kapak değiştirildiğine göre, bu cepte, ikinci cep olabilir...Ön kapağı çevirdiğimizde, Victor Hugo’nun ellerini göğsünde kenetlemiş halde bir fotoğrafı çıkıyor karşımıza. Daha doğrusu, bir çizim bu. Çizeni bilmiyoruz. Kuşe kâğıttan oluşuyor sayfa. Ancak, pembe bir kâğıda yapıştırılarak güçlendirilmiş. İşte o sayfayı da çevirdiğimizde, kitabın basım tarihi ve çevireni vb. bilgilerle karşılaşıyoruz...
“Gençlik Kütüphanesi: 6” yazıyor en üstte.
Bu bir kısaltılmış roman. 445 sayfa olmasından da anlaşılıyor zaten... Amerikan Dickinson Koleji Romen Lisanları Profesörü O. B. SUPER kısaltmış. Türkçeye çevirense, CAMİ. Evet evet, CAMÎ. Böyle bir çevirmen tanıyor musunuz?
Soruyor ve devam ediyorum, kitabı anlatmaya... Salâmet Matbaası’nda basılmış. 1930’da, İstanbul’da. Önce, Ahmet Cevat imzalı, “Müellif ve Eser hakkında Birkaç söz” karşılıyor okuru. Sunuş niteliğinde.
Sonra da, O.B.SUPER’in “Kısaltılmış Metnin Mukaddimesinden”i... Bir sayfada da, Hugo’nun tümcelerine yer verilmiş. Parantez içinde “Hugo’dan” denilerek. Künye bilgilerinin ve bu yazıların olduğu sayfalar Romen rakamlarıyla ayrıca numaralandırılmış. Toplam, VIII sayfa. Sonra romanın “Fantin” adlı “Birinci Kısım”ı başlıyor.
Yalnızca giriş kısmını yazacağım buraya... Onu da, 1920’lerdeki (Evet, 1920’lerdeki, çünkü kitap 1930’da basıldığına göre, çevirisi 1920’lerin sonlarında yapılmış demektir...) Türkçe’ye ilişkin anımsatma olsun diye:
“1815 senesi Teşrini Evel ayının ilk günlerinde, güneş batmadan hemen bir saat evel yürüyerek seyahat eden bir adam Dinyi ismindeki küçük bir şehre giriyordu.”
Kitabın dili bütünüyle bu girişteki kadar anlaşılır değil. Özellikle, bugün yirmili yaşlarındaki gençler için bu kitabı okumak, yeni öğrenilmekte olan bir yabancıdilde roman okumak kadar zor olacaktır. Bu kesin.
En basit örnek, daha ilk tümcedeki “Teşrini Evel ayı”... Bugünün gençlerinin hangisi bunu bilir? “Teşrini Evel”... Böyle bir ay var mı? Hangi ay bu?
Türkiye’de, Miladi takvime geçildikten sonra, 1945 yılında, 4696 sayılı yasayla, ay adları değiştirilmişti. Böylece, “Teşrinievvel” yerine “Ekim”, “Teşrinisani” yerine “Kasım”, “Kanununevvel” yerine “Aralık”, “Kanunusani” yerine “Ocak” denmeye başlandı.
Bu kitap, daha önce Türkçeye çevrilip basıldığı için, ay adları eski şekliyle geçiyor romanda. Günümüzün genç okuyucusu elbette şaşıracak o ay adlarıyla karşılaşınca... Şaşıracak ve sözlüklere başvuracak
ya da Google Amca’ya... (Burada hemen belirtmeli, sözlüklere bakma alışkanlığı bizim ihtiyar kuşağa ait bir alışkanlık, günümüz gençleri sözlük kullanmıyor. Google Amca’ya başvuruyor...)
Kitapta, değişik sayfalara dağılmış olarak 16 tane de
desen var. Orijinal kitaptan mı? Türkçeye çevrildikten sonra bir ressama mı çizdirilmiş? Bu bilgi yok künyede.
Adlar, Türkçe’de okunduğu gibi yazılmış. Örneğin, hancının adı Jakan Laber. Kitapta geçen diğer adlardan bazıları da şöyle: Madam Magılvar, Matmazel Batistin, Mösyö Madlen, Jan Valjan.
Daha kitabı karıştırmaya başlar başlamaz bunu anlıyorsunuz ama, en sonda sizi sürpriz olmayan bir not bekliyor:
“Bu kitaptaki bütün isimler, okuyanlara kolaylık olsun diye, telâffuz olundukları şekilde Türkçe olarak yazılmıştır.” Bir de özel adlar yazılırken, kesme kullanılmaması ilgimi çekti. Kitabın tamamında böyle. “Mösye Madlenden reyini sorarlardı” tümcesindeki gibi. “O zamanlarda, özel adlar, kesmeyle ayrılmıyormuş demek ki...” dedim.
Kitabın bitiminde, tıpkı filmlerdeki gibi “SON” yazıyor Kitabın bitimine niçin “SON” yazılır? Hiç anlamadım...
Filmlerin sonuna yazılananı da anlamamışım zaten... Bu kitapla benim karşılaşma serüvenim mi?
Ankara Üniversitesi Yaratıcı Yazma Kursu’ndan öğrencim Selçuk Kurt, bir gün evine çaya çağırdı. Gittim. Hem de bir başka öğrencimle birlikte... En devamlı öğrencilerimden, artık arkadaş dediğim birisiydi Hukuk Fakültesi’nde okuyan Selçuk. Birlikte gittiğim, diğer öğrencim de öyleydi... Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Merve Tuğçe Özcan... Selçuk, gösterdi kitabı. Merakla inceledim. Fotoğraflar çektim.
Selçuk, Fakülte Kütüphanesinden “Sefiller”i istediğinde verilmiş ona bu kitap. Benim bu yazıyı yazmama neden oldu ama, doğrusu şöyle düşündüm:
Kütüphanelerin, bazı kitapları okurlara vermekten çekip, korumaya alması gerekir. Yalnızca, araştırmacılara verilmeli o kitaplar. Andığım kitap da onlardan olmalı. “Sefiller”, sefil olmaktan kurtarılmalı...
Yorumlar (0)