Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Sevan Gölünde Dört Gün: Ermenistan’dan İnsan Manzaraları

Sevan Gölünde Dört Gün: Ermenistan’dan İnsan Manzaraları

Tanıştığımız gün Hranush Kharatyan, Sevan Gölü çevresinde iki gün sonra çıkacakları bir araştırma gezisine katılmamı teklif etti. Hiç hesapta yokken, 16-19 Mayıs günlerini birlikte geçirmek üzere dört kişilik gruplarına eklendim. Hranush Kharatyan, Ulusal Bilimler Akademisi’ne bağlı Etnografya ve Arkeoloji Enstitüsü’nde çalışan, pek çok araştırması kitaplaşmış, çeşitli kurumlarda yönetici olarak çalışmış, hükümette de görev almış, siyasi duruşu ve aktivizmiyle öne çıkan bir etnograf. Gruptaki diğer üç kadın, Hranush Tikin’in öğrencileri. Nasıl güzel bir ilişkileri var! Zaruhi Hambardzumyan en deneyimlileri; Gohar Stepanyan doktorasını yeni bitirmiş; Hasmik Knyazyan ise yirmili yaşlarının başında bir yüksek lisans öğrencisi. Bu seferki araştırmaları Stalin döneminde Sibirya’ya sürülmüş olan Ermeniler üzerine. “Bu konuda pek az şey biliyoruz” diyorlar. Şimdiye kadar Ermenistan’ın çeşitli bölgelerinde ve Dağlık Karabağ’da o günleri kendisi ya da bir aile ferdi yaşamış olan kimselerle derinlemesine görüşmeler yapmışlar. Sıra Sevan Gölünün içinde bulunduğu Gegharkunik bölgesine gelmiş. Gidilen köylerin yönetim merkezlerindeki görevlilere danışıp; görüşülecek kişileri saptıyorlar. Sonra da ‘kartopu örneklem’ yöntemiyle listeyi genişletiyorlar.

Dört gün boyunca “Ermenistan’dan insan manzaraları” ile karşılaştım. Sevan Gölü Erivan’dan çok uzak değil; ama köylere gitmek, evlere girmek, yöre halkıyla tanışmak
zor iş. Hele bir yabancı, hele hele bir Türk olunca belki

de olanaksız. Ermenistan’da “Türk” imgesi bir felaket. Toptancılık, genellemeler, bir etnik/ulusal/dini profil çizip herkesi aynı potaya koymak çok yaygın bir yanılsama— stereotipleştirme, kolaya kaçmanın ötesinde düşmanca. Neredeyse Türkiye’deki “Ermeni” imgesi gibi diyeceğim— çok afedersiniz.* Bu felaket imgeyi yargılamaktansa anlamak istiyorum.

Sevan’dan dönüşte, dört aydır Hrant Dink bursuyla bana ev sahipliği yapmakta olan CRRC-Ermenistan’ın Başkanı Heghine Manasyan, “Seni Türk olarak tanıştırdı mı gittiğiniz yerlerde?” diye şaşkınlıkla sordu. Evet. Hranush Tikin, gittiğimiz her köyde, ziyaret ettiğimiz her evde, karşılaştığımız herkese Türk olduğumu; Ermenice konuşamadığımı; ama Azerice “danışabileceğimizi” söyledi. Üç ayda öğrendiğim yarım yamalak Ermenice anlaşmamıza yetmediğinden, Azerice konuşulmayan

* Elbette, Ermenistan’daki Türk imgesini Türkiye’de anavatanlarında yaşayan T.C. vatandaşı Ermeniler hakkında çizilen tipleştirmelerle karşılaştırmak pek doğru değil. Ermenistan’da çizilen Türk imgesi başka bir ülkenin vatandaşlarına ait. Hem de görmedikleri, tanımadıkları ama on yıllardır aile büyüklerinden, öğretmenlerinden dinledikleri büyük felaketin mimarlarına ve onların torunlarına ait. Yine de benzerlik dikkat çekici. Gaya Tikin’le Azerice danışıyoruz; ellerimi tutup, “seni sevdim” diyor.evlerde sadece “katılımcı gözlem” yapıp; fotoğraf çektim; not tuttum.

Özellikle Sevan Gölü’nün doğusunda ve güneyinde, gittiğimiz hemen her evde Azerice konuşuluyor. Kimi köyler, örneğin Sokt (eski adı Zot) ve Azat, Ermenistan Sovyeti sınırlarında ama bütün nüfusu Azeri olan köylermiş. Karabağ olayları sırasında ortalık karışınca yapılan nüfus mübadelesiyle Azerbaycan’dan gelen Ermeniler buraya, burada yaşayan Azerbaycanlılar

da Ermenistan’a onların boşalttığı yerlere taşınmışlar. Gördüğümüz, ziyaret ettiğimiz kimi binalar Azerilerin yaptığı ve yaşadığı yerlermiş.**

Azerice eşittir Türkçe; eşittir Müslümanca. Daha önce de karşılaşmıştım. Kaldığımız otelin ve yanındaki marketin sahibi Baron Frunze “yahşi bilirim Müslümancayı” dedi. Çalışkan, üretken, markete su getirip pazarlayan, otel inşaatını geliştiren, bahçesine tavus kuşları getirtmek gibi yenilikçi fikirleri, hevesleri olan bir adam. Köyde, girişimciliğine burun kıvıranlar var. Anadolu köylerinde de sık karşılaştığım bir tepki. Oğlu akşam ciddi bir ifadeyle bana “soykırımdan haberin var mı?” diye sorduğunda, hemen araya girip oğlunu susturdu: “Bunlar devletlerin, hükümetlerin işleri; biz anlamayız; bize göre Azeri, Ermeni, Türk aynı” dedi Türkçe olarak, “fark yok.”

Frunze Rusça bir soyadı imiş. Devrimci bir eğilimle Ermeniler arasında bir dönem çocuklara Rusça adlar, hatta soyadlar, ilk isim olarak çok sık veriliyormuş. Hatta, adı sadece Illich değil, Lenin ya da Stalin olanlar varmış. Ad verme konusunda müthiş yaratıcı köylülerle karşılaştım. Örneğin Servantes. Ama beni en şaşırtan Baron Mels. Adı Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in baş harflerinden oluşturulmuş. Üstelik çok da yaygın bir admış.

Ermenistan’da ve Ermeni kültüründe çok zorlanmadan bir genelleme yapacak olursam; din, eğitim ve milliyet kavramları ayrılmaz bir üçlü olarak kimliği oluşturuyor. Farklı ortamlarda farklı biçimlerde ve farklı düzeylerde olsa da, sık sık karşıma çıkıyor bu “sentez.” Başka yerlerde olduğu gibi Gegharkunik’de de, soykırımdan kurtulma hikâyelerinde nenelerinin, dedelerinin—çoğunlukla nenelerinin—Anadolu’dan kaçışını anlatırlarken, “her şeylerini geride bırakmışlar; sadece İncil’i getirmişler” diyen pek çok kişiyle karşılaştım. Hemen kurtarılmış eski bir İncil ile bir haç getiriyorlar gururla göstermek için.

Ziyaret ettiğimiz kimi evler yoksul, kimileri varsıl, ama

** Bu konuda “mekân etnografyası” ile uğraşan araştırmacılar var. Örneğin Lusine Kharatyan, nüfus mübadelesinden
sonra Ermenistan’a gelenlerin Azerilerden kalan mekânları dönüştürme biçimlerini inceliyor.

hepsi toprağa bağlı; hepsinde tarımla, hayvancılıkla uğraşılıyor; hepsinin tuvaleti dışarıda. Durumlarına
göre kimisi sofra döşüyor; kimisi şerbet, kahve, çikolata sunuyor; kimisi yama yama üstüne giysileri ile tek göz odasında ikramda bulunmayı bile düşünemiyor. Bir evde Margo Tikin ile birlikte fotoğraf çektiriyoruz, el ele, kol kola. Bana “kyur jan” diyor, sonra, “bacı can” diye tercüme ediyor, gözlerimin içine bakarak. Bir başkasında, Bakü’de yıllarca yaşamış, Ermenice, Rusça, Azerice, Ukrayna dilinde “25 kitabın müellifi,” iki “kızıl kalem” ödüllü, Azeri şairlerini Ermenice’ye tercüme etmiş, 1989’da bu köye taşınmak zorunda kalmış eski komünist Baron Vladimir, Azerbaycan’da kalan “aziz” dostlarından söz ediyor; “bir aile kimi yaşamışık” diye anlatıyor; sonra “ayrı düştük” diyor dalgın dalgın, “hayat boyu çetin eziyet oldu”. “Uşakların anası” diye tanıştırdığı 84 yaşındaki karısı Gaya Tikin, ellerimi tutup, “seni sevdim” diyor.

Başka birkaç evde, aynen Türkiye’de iyi niyetlerle iltifat etmeye çalışırken çam devirmeleri gibi, bende mutlaka bir Ermenilik olduğunu; çünkü Türk olamayacak kadar güzel, iyi ve candan olduğumu söylüyorlar. Biraz da şakayla karışık olduğunu düşünmek istiyorum. Gülüyorum.

Bir seferinde, birlikte fotoğraf çektirmeyi önerdiğim bir kadın, “çe, çe, çe” diyerek geri kaçıyor. O sırada oğlu elinde İncil olduğunu anladığım birkaç Ermenice kitapla arka odadan gelip birini bana birini Hasmik’e uzatıyor. Hemen “Çem khosum Hayeren” diyorum. Rusça? Hayır. Ne biliyorsun? Türkçe, İngilizce. Azerbaycanlı mıyım? Hayır, Türkiyeliyim. İsa Mesih’i tanıyor musun? E tabii tanıyorum. Kitabı vermekten vazgeçiyor. Meğerse bu aile Yehova’nın Şahitleri imiş. “Nerden bulmuşlar bu dağ başındaki köyü?” diye soruyorum Hranuş’a. “Onlar bulurlar” diyor.

Elbette televizyon ekranlarından halkın aşina olduğu ve sevdiği Hranush Kharatyan sayesinde buralara gelebiliyorum; kabul görüyorum ve insanların
güzel, iyi, sevecen yüzüyle tanışabiliyorum. Tıpkı Anadolu köylerinde olacağı gibi, tıpkı dünyanın her yerinde olacağı gibi, burada da bir yabancıyı, hele bir Türk’ü evlerine, köylerine kabul etmeleri ancak arten güvendikleri biri aracılığıyla mümkün. Bir kere tanıştıktan sonra gözleri yaşartacak yakınlık, birlik duygusu kendiliğinden geliyor.

İki-üç milyonluk Ermenistan nüfusunun sık sık “homojen“ bir toplum olduğu söyleniyor. Bu dört günlük gezi bile hiç de öyle olmadıklarını gösteriyor. Aynı kırsal bölgede yaşayanlar arasında bile ne çok farklılık var. Ve ne kadar da çok benziyoruz birbirimize.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış