Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Sonradan Mektup, Gelecekten Günce Bir Ankara Ütopyası

Sabah güneş ışıkları yüzüme öpücükler kondurur gibi uyandırdı beni bugün. Yalnızca güneş ışıkları değil pencerenin önüne konmuş o yanardöner renkli minik kuşun neşeli ötüşü de çocukluğumdaki gibi aniden neşeyle hayata karışmamı sağladı, hakkını teslim edeyim. Ankaram canım Ankaram, hep böyleydi, daha da güzelleşti. Bunun sebebi asit yağmurları yağdıktan sonra aklı başına gelen tüm şehrin, genç yaşlı çeper merkez demeden bir sabah Kızılay’ın göbeğine yığıldığı o gün sanırım. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Sonradan Mektup, Gelecekten Günce Bir Ankara Ütopyası

Eskilerden bir süre kenara çekilmelerini istedi herkes. Ellerinde tuttukları şemsiyeler ve pantolonlarındaki asit yanıklarına bakarak bu talebi kabul etmeye dünden razı bakışlarla onlar da kenara çekildiler. En hırslıları bulutların parça parça asit yağdıracağı bilgisini aldıkları ilk an şehri terk etmişlerdi çoktan. Bu nedenle aynı yazgıya boyun eğmek zorunda kalan ve kara geçmişi paylaşmış tüm o insanların uzlaşması zor olmadı. Ha bu arada bu kuşağın aklı yetenleri hemen ilk gün kendilerine bî vicdan kuşağı denmesini istedi tüm tarihten. Neden mi? Bir daha olanlar tekrar etmesin diye kısaca. Ve her bir gün, adları akıllarına düştüğü her an “neydik neydik, birer özsüz nesneydik, neyledik, neyledik, ruhu talan eyledik, eli kana buladık” cümlesini hatırlayıp dostu doğayı talan eden egolarını çimdikleyip durdular böylece. Neyse işte gelelim yine bugüne. Sokağıma çıktım. Artık okul denen binalar olmadığından mahallemdeki atölyeye gidiyorum. Çocuklar geliyor. Mahalle atölyesinde bugün komşu ülkeden dil öğrenmek isteyen çocuklarla ortak oluşturdukları mekanda sohbet ediyoruz. Birlikte bir oyun çıkarmak istediler. Ona hazırlanıyoruz. Hazırlıklı gelmediğim için uyardılar beni, “bi vicdanlık yapma Zeze, nefes çalışması yapmalıydın. Neyse bugün geç bir on dakika, biz burada okuma yapıyoruz, hazırlan sen de” diye. Ben de bahçeye geçip hazırlandım. Ankara’nın güzelim çınarları, çok gün geçirmiş, neler neler duymuş dev çınarlarıyla dolu yeşil bahçede hazırlandım. Ama işte insanın aklı durmuyor durduğu yerde. Yazılmadı belki yeterince diye bir yandan da günceme geçmişle köprü kurarak yaşam notları aldım.

Dün bir mektup geldi, onu anmasam her şey eksik anlatılmış olacak. Atyeb adlı küçük kızdan gelmiş mektup. Mektup demeyi sevdiğimden öyle diyorum ama elbette bilgisayardan geldi. Teknolojik çöplükleri dönüştürme, plastiğin her zerresini en azından gündelik hayattan çıkarma kararından sonra bilgisayarlar artık mahalle merkezlerinde kullanılıyor sadece. Ah ne çok şey değişti, neresinden tutsam bilemiyorum. Ne diyordum Atyeb, Suriyeli bir küçük kızdı ilk tanıştığımızda, sokakta arkasında kendisinin beş katı
bir büyük telisten oluşmuş çekçek ile geziyordu, plastik topluyordu. Henüz sekiz yaşındaydı. Yanında ikizi, Aynı hayat. Aileleri kızlarına “çok güzel” ve “hayat pınarı” adını vermişti ama hayat onları türlü badirelerden sonra Ankara’ya atmıştı ne yazık ki. İlk geldikleri zamanlar Dikmen Vadisi’nin ucunda, kendileri gibi en yoksullarla yan yana düşmüş, gün boyu sokaklarda çöp toplayarak karın doyurur olmuşlardı. Atyeb ile okuma yazma kursu için çalışırken tanıştım. Tabii ki kursta değil. Kursun önünden çekçekini sürükleyerek geçerken. Yüzü kararmıştı ama kardeşine gökyüzündeki bulutu gösterirken parmağı pek kararlıydı, kahkahası da aklınıza gelen en mutlu çocuk kahkahasının bir fazlası. Garipti durum. Bir şekilde anlaştık. Kursa gidip gelmeye başladı, çekçekini kapının yanına park edip kaçamak yaptı ikiziyle. Bir ayda okuma yazmayı öğrendi. Günler günleri kovaladı, güneş açtı, ağlayarak kaçtıkları sokaklarına döndü onlar da. Asitin külçe külçe yağması hayatı bitirecekken hepimize yeni bir yaşam yaratmanın tek olanağını bıraktı.

İlk günden itibaren herkes yanmış yıkılmış olan şehri yeniden doğurur gibi çalıştı da çalıştı. Karıncalar gibi, biraz durup hep toplanarak. Otomobiller hastane ulaşımına ayrıldı, fazlalar parçalandı, başka işlerde kullanmak için. Şehri saran bir tramvay ağı tüm ana yolları sardı ilk yıl boyunca. Her tramvay durağında park edilen bisiklet sayısı gün be gün arttı. Bilgisayarlar çevre tahribatını minimuma indirmek için azaltıldı, daha önce belirttiğim gibi. Telefon 1900’lerin başındaki tek işlevine indirgendiğinden artık sadece evlerde bulunmaktaydı. Bunun sonucunda zaman insanların oldu yeniden. Yürümek, koşmak, şarkı söylemek, tartışmak, sevişmek, okumak, gezinmek, avare avare gezinmek, düşünmek için. Bu çınarlı koca alanlar da zaten bolca teşvik ediyor hayal kurmayı artık.

Şehrin her yanında aniden karşınıza büyüklü küçüklü bir dolu anıt ya da heykel dikiliyor. Bi vicdan kuşağı bellek konusunda çok hassas çünkü. Şehri okumak,

dünyayı okumak ve hayatı okumak için tüm mekanlar. Şu ileride görünen açılmış tek el heykeli bir çocuk hakları derneğinin kapatıldığı günü anlatıyor. Onun solundaki sokakta sarılmış bir ev heykeli var, çok minik. Sevgililerin en sevdiği bankın hemen yanında, sarılmış evin penceresinden koca gözlü bir kız bakıyor gözlerimizin içine. Sarılmış evin kapısında silah ve anne çığlığı yan yana. Kabul ediyorum her bir anıtın yarattığı en hafif duygu nefes kesintisi ve ağır bir yürek sıkıntısı ama hatırda tutmamız gerekenlerin ağırlığı bu. Bu sokakta bir ses anıtı var ayrıca. Tüm kaybolanların ardından sevdiklerinin ettiği ahlar ve yaktıkları ağıtlar akıp gidiyor anıtın yüzeyinde su gibi. Çünkü bivicdanlar tutulmayan yasların bir gün mutlaka dönüp geleceği ve ille de tutulmak isteyecekleri gerçeğini ahir ömürlerinin her bir gününde yaşamışlardı. Bir yas sokağı gibi kurulan bu bölge tarih derslerinin en önemli ziyaret yeri. Bizden farklı olarak bu kuşağın çocukları savaşlardan çok insanların hikayelerini duysun diye bir tercihti bu.

Sevgili Ankaram güzel Ankaramın yer adları da özüne döndü bu arada. Örneğin Bülbül deresi’nde genişçe bir dere akıyor ve Ankara Çayı’na karışıyor.
Asit yağmurundan bir süre sonra sokağa çıkılabilen ilk zamanlarda okullar vardı henüz ya. İlk iş çevre dersi oldu. O arada büyük küçük herkes zorunlu ama zaten hayati bir şekilde her yanı temizledi. Şehrin önceden kıyıya itilmiş, utançla bok taşıyan sularını ihtiyarlar anlatır. Hani bir koca alışveriş merkezi varmış, ona yakın gizli gizli akarmış Ankara Çayı, hem nasıl kokarak. Arsız İstanbul kaçkını martıların bulabildiği tek suyuymuş ya şehrin. Şimdi ohoo, ne alışveriş merkezi kaldı ne o geçit vermez yol. Ankara Çayı geri aldı kendinin olanı. Keklik pınarı karşısındaki ormanla birleşti. Tek sorun geyik nüfusunun biraz artması.

Şimdilik bu kadar yeter, çalışmaya dönmem gerek. Çocuklardan öğreneceğim çok şey var.

Gelecekten selamlar.

Haber Zeynep Alica

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış