Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Sur ya da Gavur Mahallesi

Sur’da yaşayanlar çok dil bilirmiş (hikayeler böyle söylüyor), ama hikayeler bir tarafa, ben de biliyorum: Diyarbakır Sur’da en az üç dil bilinir: Kürtçe, Ermenice, Arapki ve biraz da Türkçe.

Sur ya da Gavur Mahallesi

Arapki: yok, yanlış değil yazdığım, 85 yaşında bir zamanlar Sur’da yaşayan Daye (Ana) bana dönerek "Ben Kürtçe, Türkçe, Arapki, (Arapça demiyor, Daye) Zazaki biliyorum”, ekliyor: Okuryazarlığım yok. Ama sen sadece Türkçe biliyorsun" diyor. Tabi bir de Ermenileri, özelikle Mıgırdıç Margosyan'ın Sur içindeki Ermenilerin yaşamının anlatıldığı ana dili Ermenice olarak yazdığı 1930’ların Gavur Mahallesi kitabını hatırlatarak başlamak istedim. Çok dilli, çok kimlikli, çok inançlı insanların birlikte barış içinde yaşadıkları yermiş, Sur. Tam olarak Diyarbakır’ın kalbi. Zaten önce Sur’da başlayıp sonra Sur’un dışında büyümüş, bu kadim kent. Dicle-kentte oturanlar dahi, hala alışverişlerinin bir kısmını gidip Surdan yaparlar. Devletin Sünni,
Türk, Beyaz, İslam olmayanlara uyguladığı sürgünler, katliamlarla Ermeniler, Araplar azalmış, evleri, ibadethaneleri ya yakılmış, yıkılmaya terk edilmiş ya da el konulmuş.

Suriçi

Sur'un çok kapısı var. Çiftekapı, Saraykapı, Mardinkapı. Sur’ a adını veren surlar da hala dimdik ayakta direnmeye devam ediyor. Tıpkı içinde yaşayanlar gibi... Diyarbakır’a gidenlerin ilk gittikleri yerdir: Sur. Suriçi, nice zamandır eski Sur’da yaşayanlar yerine 90’lı yıllardaki Kürtlere uygulanan köy boşaltmalar ve zorunlu göçlerle gelen yeni yoksulların yaşadığı yerlerden olmuş. Zorla yaşadıkları yerlerden koparılan bu insanlar, geldikleri Suriçi’nde bir yandan yoksullukla baş etmeye çalışırken, diğer taraftan da yakılan evlerini, hayvanlarını, tarlalarını, öldürülen eş, baba ve çocuklarını unutmamışlar. Onların acılarını da taşımışlar Sur'a, surların içine!.. Bu nedenledir ki: devletle araları hiç iyi olmamış. Hem yaşama, hem de acılarına direnmişler, örgütlenmişler. Kendilerinden gasp edilen yaşamın ta kendisini geri istemişler.

Savaş Başlarken Sur

Ablukaya alınan Sur’da sivil katliamlarını önlemek için "Kadınlar barış istiyor" şiarıyla yola çıkmıştık, aylar önce. Ankara’dan 3 otobüs dolusu barış isteyen kadındık. Başka illerden gelenler de vardı. Adana’dan İstanbul’dan, İzmir’den giden kadınların hepsi, polis ve jandarma kuvvetleri tarafından defalarca arama, güvenlik vs. denilerek durduruldu, engellenmeye çalışıldı. Sonunda vardık. O zaman Sur’a girmek istediğimde, yine sıkı bir aramadan geçtik. Geçtik ama her yanda panzerler, akrepler, tanklar, askeri araçlar... Yani bir tek sivil kimse yok. Bütün sokaklar, cadde boyu siperler, siperler... İçinde yüzleri maskeli Özel Harekatçılar. Dehşete düşmemek mümkün değil. Sanki İsrail’den Filistin mülteci kamplarına geçiyoruz. Dağkapı’dan girdik, Hasanpaşa Konağına kadar varamadık. Etrafımızda uzun namlulu otomatik silahlı Özel Harekatçılar... Silahlar, üstümüze doğrultulmuş peşimizden ayrılmıyor. Fotoğraf çekmek yasak. Hasanpaşa’dan öteye gitmek, yasak.

Ara sokaklar tümden yasak. Özel Harekatçılara dikkatle bakmak yasak. Sur’da yaşamak yasak...

Sur İşgal Altında mı

Gazeteciysen sadece Dağkapı’dan girebiliyorsun, fotoğraf makineleri kontrol ediliyor. Sur’un içlerine çatışmaların yoğun olduğu yerlerine geçmek hala yasak. Üç kadın gazeteciyiz. Jinha’dan iki arkadaş. Sabah birlikte çıktık habere. Ama cenazeler var denilince cenazeleri de takip etmek istediğim için geçici olarak Diha’daki arkadaşlara katıldım. Cenaze töreninden sonra tekrar Jinha muhabirlerine döndüm. Burada

hiç eksilmeyen bir durum cenaze törenleri, taziyeler. Hergün ama hergün birkaç cenaze geliyor. Sırtımızın ürpermesine engel olamıyoruz (ya da ben öyleyim). Yürüyoruz cadde boyunca... Sur esnafının çağrısı var: "Alışverişlerinizi buradan yapın üç aydır dükkanlarımız kapalı. İflas ettik, akşam eve ekmek parasını zor götürüyoruz" diyorlar. Bizim alışverişlerimiz, onların hiç bir dertlerine derman olmaz biliyorum, ama yine de bakınıyoruz dükkanlara. Hem sohbet etmeye çalışıyoruz, ama konuşmak istemiyorlar, etrafımız hep “resmi polis”, yetmiyor “sivil”ler. Dibimizden ayrılmıyorlar.

Tahir Elçi’nin katledildiği dört ayaklı minarenin olduğu sokak, beyaz branda ile kapatılmış. Fotoğraf çekmek kesinkes yasak. Dükkanlarda cam çerçeve kalmamış. Metal kepenkleri de kurşun delikleriyle parçalanmış. Dükkanların bir kısmı yağmalanmış. Bazı gıda dükkanlarındaki yiyecekler, bozulmuş: burnumuzu tıkayarak geçiyoruz, hızla. Dükkan sahipleri konuşmak yerine çaresizce ellerini açıyorlar, iki yana dökülüyor elleri. Yanından kocaman uzun menzilli otomatik silahları ile kamuflaj giysili Özel Harekat geçiyor. Sanki: TV’lerde gördüğün Afganistan manzaralarının tam içine düşmüşüz. Şöyle düşünün: Ankara’da Güvenpark’ta polislerin varlığı çekemiyorsunuz ya... Burada ağır silahlarla halkın arasında her an ateşe hazırlar ve meydan okuyarak geçiyorlar. Sur artık kimlerin!?

Hiçbir Şey Gerçek Üstü Değil

Herşeye rağmen ilerlemekte kararlıyız. Mardinkapı’ya kocaman bir Türk bayrağı asılmış, oradan Hevsel Bahçelerine çıkış vardı. Orası da yasak. Suriçi’ndeki ana caddenin alt tarafı yasak. Sağa kıvrılıp mahalle arasına girmeye çalışıyoruz. Yaşlı bir kadın, yıkık evden kopan parçaları temizlemeye çalışıyor. Bazı binaların (ki bu bölge çatışmanın olmadığı yerde) kenarları, köşeleri yıkılmış, sokakta kanalizasyon patlamış, duvarda kurşun izleri, kapı pencere kalmamış. Suriçi’ndeki herkes çatışmanın izlerini bir an önce silerek çatışmasız günlerdeki yaşamına dönmek istiyor. Çaresizlik var ama kimse de umutsuz değil.

Batı’da herhangi bir şehirde Kürt polisler, askerler, gelip bize bunları yapsaydı ve başka bir Kürt de tek başına gelse bizi katlettikleri, çocuklarımızı öldürdükleri, ekmeğimizi aşımızı elimizden aldıkları yerlerde şimdi benim gibi elini kolunu sallayarak dolaşsaydı ne olurdu? Bir düşünün, benim aklıma düştü, düşündüm. Ölmekten beter edilir miydi!? Ölüsü köpeklere mi yedirilirdi, ya da üzerinden panzerler mi geçirilirdi!? Belki de diri diri yakılırdı, Türk bayrağı öptürülürdü!? Yetmezdi, soğumuş çıplak bedeni teşhir edilirdi!? Akreplerin arkasına bağlanır, cesedi sokaklarda sürüklenirdi, belki de!? Bunların hepsi, bu zamanda, tam da buralarda yaşandı... Hiçbiri gerçek dışı değil, aynıyla vaki!

Mardinli Yaşlı Kadının Tırsık Kedisi

O yaşlı kadın elimizden tuttu, bir eve kadar götürdü. Suriçi’nin eski taş evlerinden biri: bu güzelliği daha önce nasıl kaçırdım, bilmiyorum. Ortada küçük süs havuzlarının olduğu avlular. Avluya açılan tek gözlü birçok büyük oda. Güvercinler ve damlar. Duvarlar, Diyarbakır’ın o siyah kesme taşlarından, pürüzsüz örülmüş. Yerler de öyle... Yaşlı kadın, Mardin’den yıllarca önce göçmüş, bu evi taa o zaman aldıklarını anlatıyor. Muhteşem bir bina: sapasağlam ayakta. İçiçe geçişlerle girildiği için korunaklı bir yapı. Yazları serin ama kışları soğuk değil. Bizi güler yüzü ile ısrarla çaya davet ediyor. Bakışlarında acıyı da görmek mümkün. Bahçesine düşen top parçalarını toplamış. Önce onları gösteriyor. Günlerce uyuyamadığını, sokakta ağır çatışmaların yaşandığını anlatıyor. Aklıma düşüyor, ne çok insan inanmıştır, "Orada siviller yok" diyen devletin o sesine kim bilir? Kadının güvercinlerinin çoğu, keskin nişancılar tarafından öldürülmüş. Kedisi uzakta bize sokulmuyor, onu göstererek "yaklaşmıyor artık çok korkuyor” diyor. Her patlamada kedi, kendini dışarı atıp kaçmaya çalışıyormuş. “Delirdi, fakir”, diyor.

Surdaki Yoksulların Evleri

Israrlı çay ve yemek davetini başka zamana bırakıp devam ediyoruz peşimizde üç “sivil” görevliyle. Karşı sokağa girdiğimizde: savaş manzarası. Yıkılan, kapısı penceresi kırılmış. Kurşun delikleriyle delik deşik olmuş evler, evler... Bazıları çatışma boyunca ısrarla evlerini terk etmemiş. “Korkudan gece boyunca uyku uyuyamadık ama gidecek yerimiz yok nereye gitseydik aylarca?” diyor. “Bekledik böyle korka korka burada” diyor. Umut hep var, yüzlerinde gülümseme eksik değil. "Bizden ne istiyorlar köyde koymadılar, buraya geldik, buraya da sığdırmıyorlar, buradan nereye gideceğiz biz” diye soruyorlar? Onlar da kolumuzdan tutup içeri çekiyor. “Düşen bir füze başlığını göstermek istiyorum” diyor. Arıyor tarıyor, bulamıyorlar. "Onu” diyor, “devlet attı. Çünkü PKK’lilerin füzesi yok ki” diyor. “Bizim burada olduğumuzu bildikleri halde bizi buradan çıkarmak istediler onun için attılar".

Kim İnanır Toledo Masalına

Anlattıkça bizim moralimiz bozuluyor, ama yemin ederim: dimdik duruyorlar, “gitmeyeceğiz burası bizim evimiz” diyor gülerek. “Camları taktırdık, kapı hasarlı; onu da tamir ettirip evimizde oturacağız"... Devletin yangından mal kaçırırcasına orada yaşayan yoksul halkın elinden gasp ederek yaptığı kamulaştırma nedeniyle DSİ’nin kamyonları, sürekli arı gibi hafriyat taşıyor, Sur’un dışına. Giriş çıkış yasak ama herkes oradaki yıkım ve talanın farkında. Baro ve Belediye yıkıma engel olmak için uğraşıyor.

Görünen o ki: Diyarbakır halkı, katledilen çocuklarının acısını yaşayamadan bir de bu devlet talanı ile karşı karşıya... Hevsel Bahçelerinde hani yağmaya izin çıkmamıştı ama Sur’da bir tarih, belli ki yok edilecek. IŞİD’in tarihe olan düşmanlığı, sanki Sur’da yeniden yaşanıyor!? Orası, tarih boyunca Sur’du!? Toledo nereden çıktı? Bu rejimin alameti farikası olan “yıkıp yeniden yapma arzusu”, mide bulandırıcı!? Almira yok edildi, yenisi yapılabilir mi, bir daha? Ya da yenisi yapılırsa orası Almira olur mu? Orada yaşayan o yoksul halkın elinden alınan Sur'u alıp, hangi zenginin malına mal, parasına para katılacak? Nedir bu yağma hırsı, bu kin, anlamak mümkün değil!?

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış