Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Suyun üstünde beton var, asfalt var! Suyun içinde kanalizasyon var!

“Asfaltın Altında Dereler Var” belgeselini izledim az önce. Luwi Film 2019, yöneten Yasin Semiz yazıyor son karelerde... Ankara kenti için insan ne düşüneceğini şaşırıyor çoğu kez. Bazen Ankara’nın yaşanabilir bir kent olduğunu düşünüyor. Zaten her yerde yaşanabilir. Neden yaşanmasın? Ama nasıl bir yaşam olacak bu? Ankara için çok sık sorulabilir bir soru bu: “Ankara ne sunuyor kendi hemşerilerine?”

Suyun üstünde beton var, asfalt var! Suyun içinde kanalizasyon var!

"Ankara için çok sık sorulabilir bir soru bu: Ankara ne sunuyor kendi hemşerilerine?"

Bu sorunun bilmecesi şurada: İçinde 5 milyon insanın yaşadığı bir yerleşim yerine, tek bir kişiymiş ve/kendine ait bir iradesi varmışçasına soru yöneltiyorsunuz. Haklı bir yanı var mı bu sorunun? Kente yapılan bir haksızlık değil mi bu? Bu sorunun yanıtını biraz erteleyelim, şimdilik.

Belgeseli izledikten sonra, akla takılan başka bir soru daha var: “Bir kent, doğa öldürücüsü/katili olabilir mi?” Bu da insafsız bir soru; çünkü bütün kentler doğayı, az veya çok öldürdüler... O zaman belki soruyu şöyle değiştirebiliriz: “Bir kent doğayı ne kadar öldürebilir veya nereye kadar öldürmesine göz yumulabilir?” Hemen arkasından da “Ankara doğayı ne kadar öldürüyor?” diye sorabiliriz.

"Belgeseli izledikten sonra, akla takılan başka bir soru daha var: Bir kent, doğa öldürücüsü/katili olabilir mi?”

"Dereleri kirletebilir ve hapsedebilirsiniz (çünkü bütün iktidarlar, bunu bilir ve bunu yapar) ekolojik dengelerine, sürekli bıçak saplayabilirsiniz. Ama doğa bunu yanıtlar"

Ama bu yoksa eğer, bu son derece soluk ve zayıf, takatsiz ve mecalsiz ise, teknolojik ve politik gücün iktidarı, doğaya, ekolojik dengelere karşı böylesine hunhar (Hunlardan mı geliyor acaba?) olma hakkını elde edebilirler mi?

Belgeselde Hasan Akyar, doğanın bu soruya nasıl sabırlı ve ağır başlı ve sözcüğün gerçek anlamıyla “doğal” bir yanıt verdiğini gösteriyor:

Edemezler.

Dereleri kirletebilir ve hapsedebilirsiniz (çünkü bütün iktidarlar, bunu bilir ve bunu yapar) ekolojik dengelerine, sürekli bıçak saplayabilirsiniz. Ama doğa bunu yanıtlar.

Bu yanıt, ona karşı uyguladığınız eziyet ve cinayetlerin derecesine ve cesametine oranlı bir yanıt olur. Doğayı çok öldürmüşseniz çok ağır ve şiddetli bir yanıt. Daha az ezmişseniz, daha uyarıcı bir yanıt...

Son sorular da şunlar:

- Ankara’nın dereleri çok mu zayıf ve güçsüz?

İki soruyu bağdaştırdığımızda, belgeselin sordurduğu soru şu: “Nasıl oluyor da Ankara kentini yönetenler, ya da kentin yaşamsal
konuları hakkında karar alabilenler, kenti bu kadar acımasız ve soğukkanlı bir katil gibi kıyıma uğratabiliyorlar?” Daha da kötüsü, buna bağlı soru şu: “Ankaralılar-bizler, başıbozuk halk kitlesi, buna nasıl izin veriyoruz?” Gerçi belgesel, bizi bu kadar acımasızca suçlamıyor ve bu kadar ölümcül bir kötümserlikle son bulmuyor. Belgeselin sonunda parlak bir umut ışığı var ve o da şu sorudan kaynaklanıyor, “Acaba Ankara, derelerini geri kazanabilir mi? Acaba yüzlerce deresinin yüzünü, caniyane bir tutumla asfalt kaplayanlara karşı, Ankaralılar da bu betondan “bunkerleri”, kutu menfezleri kırıp yok edebilecek mi?”

Doğa ve dereler ve bitki örtüsü ve “bil cümle nebatat ve hayvanat” ve böcek, gökyüzü,

bulutlar ve yağmur, kendisini bize beğendirmek zorunda değil. Biz de yeryüzündeki bütün coğrafi biçimlenişi, iklimi ve ekolojik dengelerin en doğal koşullarını beğenmek zorunda değiliz. Bunun için kutuplarda veya çöllerin ortasında, ya Everest’in doruklarında, kimse, milyonluk kentler kurmuyor. Ama insanlar, yeryüzünde bir yeri beğenmiş ve orayı yerleşim yeri olarak seçmişlerse, (bundan binlerce belki on bin yıl önce Ankara çevresinde bulunmaya ve yerleşmeye başlayan atalarımız gibi) bir yere yerleştiler diye, yerin doğasını, iklimini ve bütün ekolojik dengelerini, bozma, parçalama ve durmadan kendi teknolojik üstünlüklerine baş eğdirmek/itaat ettirmek hakkına sahip olmuyorlar.

Olmazlar.

Bu, hiçbir biçimde olmamalı. Bunun olmamasını sağlayabilecek tek öğe ise, kent halkının kolektif bilgeliği olabilir.

- Saçma bir politik ve teknolojik iktidar, onu kirletip ve kokuşturarak, o teknolojik oyuncakların içine hapsetmeye devam edebilecek mi?

- Yoksa Ankara’da yaşayan insanlardan, doğanın ve derelerin konuştuğu dili bilenler, o doğduğunda son derece
saf ve masum ve tertemiz olan derelerin yanında ve gerçekte kendisi kokuşmuş ve kirli politik-teknolojik iktidar matrisinin karşısında, durmayı başarabilecek mi?

- Bunu başlatacak gücümüz var mı?

Yazar Akın Atauz

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış