Bir dip akım ya da derinden akan bir ırmak gibi seyreden şeyler: Kitapçılar ve kitapçıların kapısının önleri, sokaklar, kafeler ve küçük dükkanlar, sokak satıcıları ve ikinci el pazarları, küçük ama çok istekli çabalarla oluşturulmuş festival türü olaylar, sanat merkezleri, küçük konserlerin ya da şarkıların sokaklara yansıması, danslar ve caz müzikleri, duvar yazıları/ afişler ve grafitilerden taşan espriler, açılışlar veya konuşma/ tartışma ortamları, sinematek yaklaşımlı amatör film gösterimleri ve amatörleri bekleyen tiyatro kulüpleri ya da korolar, küçük arkadaş grupları ve bir ağızdan söylenen bir türkü gibi gelişen beraberlikler, yerel gazeteler ya da dergilerin çevresindeki kümelenmeler, şiir ya da öykü veya fotoğraf grupları, bisiklet ya da doğa gruplarının gezileri, bir diğer kentlinin desteğini ve dostluğunu bekleyerek üretmek üzere yanıp-tutuşan başka insanlar…
Ankara sonbaharda çok güzel olur. Ancak sonbaharda her yer çok güzel olur. Bu Ankara’ya özgü bir özellik değil. Ankara’yı sonbaharda, ayrıca güzel yapan bir özellik mi var? Bunu tam olarak bilmiyorum. Ancak Ankara’nın sonbaharda diğer yerlerden daha güzel olmasını gerektiren bazı şeyler olduğunu düşünüyorum. Eylül ayının gelmesiyle birlikte, güneş biraz yatmaya başlar. Hava, ağustos ayında olduğu kadar bunaltıcı ve güneş, bezdirici derecede sıcak olmaktan vazgeçer. Sıcaklık, gündüzleri daha anlayışlı olur. Ama önemli olan, akşamüstü olmaya başladı mı, bir yayla iklimi özelliği olarak, yavaş yavaş serinlemeye başlamasıdır ve güneş batar batmaz, soğuk hava kente iner. Bu nedenle Ankaralılar, eğer eve güneş battıktan sonra döneceklerse, yanlarına mutlaka bir süveter veya ceket tipi hafif bir giysi alırlar veya sırt çantalarına atarlar.
Bu giysiyi önceleri yanlarında taşırlar, ama akşam oldu mu, hemen hemen herkesin sırtına bir şey geçirmiş olduğunu görürüsünüz; artık çıplak kollar görünmez olur, omuzlar örtülür veya kısa kollu giysilerle dolaşanların, herhangi bir nedenle henüz Ankara’ya alışamamış olduğunu düşünürsünüz. Güneş, parkları ve parklardaki/yol boyundaki ağaçları, binaları ve duvarları, kaldırım kenarlarını, artık cepheden aydınlatmaya başladığı için, her nesnenin rengi-biçimi daha belirginleşir, çiçekler ve manav tezgahındaki meyveler ve sebzeler daha parlak ve canlı görünmeye başlar. Daha önce de belirtildiği gibi, bunlar dünyanın bütün kentleri için geçerlidir. Ama Ankara, ne doğal olarak ne de insan eli ile yapılmış verilerle çok fazla süslenmemiş ve oldukça sade olduğu için, sahip olduklarının daha parlak görünmeye başlamasıyla kent, daha etkili olur. Küçücük bir şeye rastlasanız bile, “göze ne kadar hoş görünüyor” dersiniz. Ankara her sonbaharda kalabalıklaşır. Çoğalmanın bir kısmı, tatile gitmiş olanların geri dönüşleriyle olur. Bazılarının yüzünde tatilin, bazılarının yüzünde de, kendi memleketlerinin ovasının ya da yaylasının güneş yanığı görülür.
Onlar Ankara’ya geri dönenlerdir. Bir de Ankara’ya yeni gelenler vardır. Yeni gelenlerin büyük çoğunluğu, Ankara’da bir üniversiteye, ya da bir yatılı okula yeni başlayacak olanlardır. Bir kısmı da, Ankara’nın o inanılmaz büyüklükte ve hantallıktaki bürokrasisine yeni eklenecek olanlardır. Memur tayinleri de, çocukların okula başlaması ile uyumluca olur. Ankara için eylülün asıl farkı, kentin gençleşmeye başlaması ile ortaya çıkar. Yazın o bezgin ve Ankara’da kalmak talihsizliğine uğradığı için küsün duran insan profilinin yerini, daha genç ve daha acemi, ama daha canlı ve meraklı bir kalabalık almaya başlar… Ankara, her şeye rağmen, bir üniversite kentidir. Bu kentteki üniversiteler, bazen çok parlak eğitim kurumları olurlar ve ülkenin her tarafından en parlak insanları, en nitelikli entelektüelleri çekerler. Bazı dönemlerde, üniversiteler çeşitli nedenlerle küllenir ve asıl işlevlerini yerine getiremez olurlar ve kent parlak ve heyecan verici düşünce ortamını hazırlayan ortamdan/ insanlardan ve kitlelerden uzak kalır. Yeni gelenler bir ev, barınacak bir yer, bir yurt ya da sığınma telaşındadır. Kente alışmaya nereden başlanacağını merak ederler.
Bu kent neye benzer ve burada ne yapılır? Nasıl yapılır? Bu kente, kentin insanlarına ve kurumlarına nasıl uyum sağlanacak? Yeni gelen öğrenciler için genellikle, “az para ile iyi yaşamanın bir yolu nasıl bulunur?” sorusu ön plana çıkar. Bunun için kentin kamusal alanları ne sunar, kamusal alanda herkese açık bir biçimde gerçekleşen kentsel yaşamın ilginç özellikleri nedir, bunun için nereye gidilir ve hangi caddeler, hangi meydanlar, hangi dükkanlar ya da hangi kurumlar, pek de bir para harcamaya gerek olmadan, yeni gelenlere neler verebilirler, onları nasıl zenginleştirebilirler? Ankara gerçekten ikramcı bir kent midir? Yeni gelenlere vermek istediği şeyler zengin ya da göz kamaştırıcı veya ikna edici ve insanı gönendirici şeyler midir? Yoksa hasis midir? Kapalı ve suratsız, yeni gelenlere karşı oldukça burnu büyük ve ayrımcı, yeni gelenleri kabul etmekte tembel bir kent midir? Onların, kentin gündelik yaşamına katılan bireyler olmasını özendirici bir şeyler yapmaya üşenen ve içine kapanık bir bunak mıdır?
Gerçi her ikisi de söylenebilir ve her ikisini de yaşamış olanlar bulunabilir. Ancak, Ankara’nın genç bir kent ve yeni gelenlere, özellikle gençlere verebileceği şeyleri verebilmek için oldukça açık elli bir yer olduğunu düşünmek, belki biraz daha gerçeğe yakın olacaktır? Yine de şunu söylemek gerekir, belki: Yeni gelen bir gence en fazla şeyi veren, Ankara’ya daha önceki yıllarda gelmiş ya da yerli Ankaralı başka bir genç olacaktır. Ülke, gençlerini çok seven, hele öğrenmek ve yeni şeyler söylemek, yapmak için alevli bir istek duyan gençlerini pek seven bir yer değildir. Üniversiteleri en parlak ve en yürekli akademisyenlerini atmış, kent yönetimi de, çeyrek yüzyıllık çökertici bir afetin tahribatına uğramış olduğu için, resmi bir şey beklemek, zaten olmayacak bir şeydir.
Son yıllarda, kütüphaneleri terk edilmiş ya da kapatılmış, tiyatroları genellikle çürümüş, konser salonları ve operası can çekişen, sinemalarında ana akımın dışında bir şeylere oldukça seyrek rastlanabilen, resim ve sergi salonları cılızlaşmış kentin, üniversite yönetimleri de, iktidarın en yiğit savaşçısının çirkin elbisesini çoktan giymiş olduğu için, kurumsal açıdan beklenebilecek pek fazla şey yok gibidir… Yine Ankara’da, büyük genellemenin dışına çıkabilen küçük heyecanların/ uyanışların rastlanabilir, kıvılcımlı noktalara ulaşılabilir ve bunların çok sayıda olması da, belki olasıdır. Ama kentin kültürel atmosferinin ne kadarını, bu kurumsal ya da resmi olmayan yapılar kurabilir ki? Yeni gelenlerin yokluğundan yakındığı deniz, Ankaralılar için, sadece dikkat dağıtıcı bir ögedir. Deniz yoktur ama kamusal alanlarda yapılmayı bekleyen, yaratıcılıklar gerektiren ne çok şey vardır akıllarda…
Bir dip akım ya da derinden akan bir ırmak gibi seyreden şeyler: Kitapçılar ve kitapçıların kapısının önleri, sokaklar, kafeler ve küçük dükkanlar, sokak satıcıları ve ikinci el pazarları, küçük ama çok istekli çabalarla oluşturulmuş festival türü olaylar, sanat merkezleri, küçük konserlerin ya da şarkıların sokaklara yansıması, danslar ve caz müzikleri, duvar yazıları/ afişler ve grafitilerden taşan espriler, açılışlar veya konuşma/ tartışma ortamları, sinematek yaklaşımlı amatör film gösterimleri ve amatörleri bekleyen tiyatro kulüpleri ya da korolar, küçük arkadaş grupları ve bir ağızdan söylenen bir türkü gibi gelişen beraberlikler, yerel gazeteler ya da dergilerin çevresindeki kümelenmeler, şiir ya da öykü veya fotoğraf grupları, bisiklet ya da doğa gruplarının gezileri, bir diğer kentlinin desteğini ve dostluğunu bekleyerek üretmek üzere yanıp-tutuşan başka insanlar… İşte bunlara Ankara’da rastlamak, hala olası…
Hem de seyrek ya da mucize gibi ortaya çıkacak bir olasılık değil… Gerçek bir olasılık… Gerçi bunlara, herhangi bir kentte de rastlayabiliriz. Ama İstanbul’da bile, Eskişehir de bile, İzmir’de bile, bu kadar sık ve kolayca ve bu kıvamda olanına rastlayabilir miyiz? Bunun tam doğru yanıtını bilmediğimi söylemeliyim. Ancak, böyle olduğunu düşündürecek pek çok işaret, hala var sanki… Ankara’nın bu insandan insana giden basit arkadaşlık ve dayanışma örgüsü, onu diğer kentlerden farklı yapan en önemli öge olsa gerek…Ankara’nın sonbaharını güzel yapan da, işte bu beklenti…
Ankara’nı kültürel yaşamının, bütün saldırılara karşı hala direndiğini ve her ne kadar sığlaşmakta olsa da, yine de, içten ve derinden yanmakta olan bir korun sıcaklığına sahip olduğunu duyumsamak, galiba hala mümkün.
Bir “Ankara güzellemesi” mi yapıyorum? Bir Ankaralı, gerçekte artık süngüsü düşmüş olsa da, kentini savunmak için, gerçek olmayan şeylerin gerçek olduğuna inanmak, inandırmak mı istiyor? Ne diyebilirim ki? Ankara’ya eylül geldi ve her eylül, Ankara için bir yılbaşıdır…
Yorumlar (0)