Mayısın son günlerinden birinin akşamında, süpermarket alışverişi yapmış, elimde sebze ve deterjan dolu plastik torbalarla ve en son uğradığım kitapçıdan aldığım birçok kitabın yükü altında, Kızılay’daki otobüs durağına doğru yöneldiğimde, Karanfil sokakla Yüksel’in köşesinde, kırmızı önlükler giymiş küçük bir grup genç propagandacı ile karşılaştım.
Kocaman, dağ gibi ve enerji saçan bir delikanlı, eline aldığı bir kağıttan, bağırarak, orada yazanları okuyor ve bir yandan da, bir ileri-bir geri dolaşıyordu. Akşamın o saatinde zaten müzik dükkanlarından gelen gürültüler, kentin uğultusu ve bir şeyler satmak isteyen insanlar, konuşmalar ve mekanik seslerle o kadar gürültülüydü ki köşe başı, yüksek sesle de söylense, ne denildiğinin işitilmesi son derece zordu. Üstelik konuşmacı bir gelip, bir sırtını döndüğü için, hiçbir şey anlaşılmıyordu. Zaten bir salonun sessizliğinde oturarak dinleseniz bile, bir kağıttan okunandan, eğer çok iyi bir konuşmacı değilse, pek bir şey anlamazsınız.
Durağa doğru epey yürümüştüm ki, görünüşümdeki dezavantajları da bilerek, geri döndüm ve gidip elimi omzuna vurdum, bildirisini kağıttan okuyan delikanlının. Durmadı ve okuması bitince bana döndü. Aramızda şöyle bir konuşma oldu:
- Hiçbir şey anlaşılmıyor söylediklerinden.
- Ama bu bildirinin tamamının okunması gerek.
- O zaman bildiriden sadece en önemli bir-iki sözü, buradan geçenlerin yüzlerine, gözlerinin içine bakarak söyle. Hiç olmazsa birkaç kişi, ne demek istediğini anlar.
Aslında görünüşüm ve durumum, hiç böyle bir tavsiye vermeye uygun değildi, biliyordum. Ama her zaman boğuştuğumuz bir sorun bu: İnsanlarla, topluluklarla ilişki kuramamak ve meram anlatamamak. Her zaman kafamı kurcalayıp duruyor.
Benzer bir duruma, internette rastladım. Başlığı “Roma Tiyatrosu Basın Bildirisi” olan bir yazı, 2013 yılında, Ulus’ta heykelin bulunduğu meydandan başlayarak, Roma Tiyatrosuna kadar yapılmış bir yürüyüşü anlatıyor. Çok iyi bir düşünce. Amacına ve cesaretine hayran kalmamak elde değil. Haberiniz olsa, sizin de mutlaka katılmak isteyeceğiniz barışçıl bir yürüyüş. Buna karşılık, fotoğraflar, kentteki “yarılma”yı çıplak gözle algılanabilecek kadar açıkça gösteriyor. Yürüyüşçüler ve kalabalıklar, hemşehri ama, birbirine değmeyen ayrı dünyaların insanları.
Bizim Yüksel’deki Küçük grup da böyle, bayraklarıyla yürüyor ama kimse onlara aldırmıyor. Küçük topluluk Ulus’taki halkla kaynaşmıyor. Roma tiyatrosu da bugünün Ankara toplumu
ile kaynaşmıyor. Aslında ne böyle bir kaynaşma bekleniyor/ beklenebilir; ne de, yürüyüşü yapanların böyle bir düşüncesi var gibi...
Grup tiyatronun olduğu yere varınca yine yalnız ve katılımsız kalıyor. Kendileri konuşup, kendileri dinliyor.
Değil Yenişehir tren köprüsünün öte yakasında, burada, “Ankara’nın en kurtarılmış ve siyasi” bölgesinde bile, meram anlatamamak, sadece bir iletişim sorunu değil; bunu biliyorum. Ama bunu yapamadıkça da, kentin, insanların ve mekanların ne olacağına ve nasıl olacağına sadece devlet, belediye, bürokrasi ve “yöneticiler” karar verecek.
Yönetici olmayanlar, biz yurttaşlar ve hemşehriler, bütün protestolarımızda, karşı çıkışlarımızda, iletmek istediğimiz
bir sözümüz-dileğimiz olduğunda, bağırsak bile, sesimiz çıkmayacak ya da duyulamayacak. O zaman bütün karşı çıkışlar da anlamsızlaşacak ve hiç biri istediğimiz etkiyi yaratamayacak.
Bu durumda, bizi dinlemeyenleri ve ne dediğimizi anlamayanları ya da anlamak istemeyenleri sorumlu görmek mümkün mü? Onları, duyarsız ve gündelik–küçük çıkarlarından başka bir şeyle ilgilenmeyen sorumsuzlar olarak nitelemek, ne kadar doğru? Aslında herkes, bizim dikkat çekmek istediğimiz konularla ilgilenmek zorunda değil elbet. Bugün Ankara’da yaşayan kaç kişiyi ilgilendirir Roma Tiyatrosu? Beri taraftan, Ankara’nın sahip olduğu en değerli kentsel değerlerden biridir bu tiyatro. Ve eğer bugün onunla ilgilenemezsek ve kötü bir restorasyonla değerlerini kaybederse tiyatro, bir daha hiçbir zaman Ankaralıların (kim bilir belki yüzlerce, binlerce, on binlerce Ankaralının tarihinin, kültürünün ve yerel derinliğinin) bir parçası olamayacak.
Böyle bir sorunla, iletmek istediğimiz diğer sorunlarla ve önerilerle ilgili toplumsal desteği nasıl bulacağız bu durumda? Bu çabanın, ne ümitsiz ne de olanaksız bir çaba olduğunu düşünüyorum. Ama etkili bir yol geliştirebildiğimiz de yok. Gerçekte bütün durumlar için geçerli olabilecek sihirli bir formül de yok. Her defasında bu sorun üzerinde dikkatle düşünerek bir yol-yordam, bir yaklaşım-yöntem geliştirmemiz gerekiyor. Yaptığımız işin kendisi, amacı ve eylemi kadar önemli bir konu, “nasıl yaparsak etkili olabileceğimiz?” arayışı.
Yorumlar (0)