Piyasanın normal koşullarında çalışmayan, daha nadide, daha güç rastlanır ve daha hassas parçalar için başka ve daha yarışmacı bir ‘pazar’ olarak tanımlanamaz mı, müzayede? Özel bir pazar bu ve burada kentin bazı hemşerilerinin rekabet edebilme arzuları daha çok bileniyor, keskinleştiriliyor, koleksiyonerlerin “sahip olma” arzusu daha zapt edilemez hale getiriliyor ve belki öyle bir anın gelmesi sağlanıyor ki, artık o nesneye sahip olmak için para-pul söz konusu olmuyor...
Belki de bu müzayedeci pazarın oluşmasının bir başka nedeni de, buraların başka türlü bir heyecan yaşatması, başka türlü bir adrenalin salgılanmasını sağlaması... Müzayede, hem “müzelik parçalar” sunuyor ve bu eserleri bir resim sergisi, bir müze gibi gösteriyor, hem de bunlara sahip olma hakkını dağıtıyor...
Müzayedelerin yaşattığı bu heyecan, aynı zamanda, biraz da “bitpazarı” heyecanı değil midir? O özel nesnelere sinmiş, eski ve bambaşka yaşamların izlerini görmek, ya da en azından düşünmek, kim bilir hangi yaşamların parçası olduğunu duyumsamak ve onlara sahip olan bir başkasının, bu nesnelere sinmiş özel yaşamlarının zincirine eklemlenebileceğini/ eklemlendiğini hissetmek... Bitpazarının bir anlamı da bu değil midir? Nesnelerin ömrü, bir tek sahiple belirlenmez. Bir sahipten başka bir sahibe, elden ele dolaşırken o nesne, kendisine ait çok özel bir yol tarihi de yazar. Ve siz de o yol tarihinin zincirine eklenerek, başka yaşamlarla kaynaştığınızı hissedersiniz. Başka türlü, bir şiirin taslaklarını, neden istesin ki insanlar, zaten son hali yayımlanmışsa?
Bu durumda bir kentte bu tür bir piyasanın oluşması için, böylesine nadide eserlere meraklı kitlesinin, belirli bir büyüklüğün üzerinde olması gerek. Bu pazarın yaşatılması için gerekli bir büyüklük var demek ki Ankara’da. Yani bazı ince şeylere meraklı,
bazı nesneleri bulmak için artık normal pazarla yetinemeyen ve daha da özelleştirilmiş bir pazara ihtiyaç duyan, bu pazardan ihtiyaçlarını karşılayan insanların sayısı, bir eşiği aşmış demek ki...
Peki, bir kentte böylesi insanların olması ne demek? Bu insanlar nasıl yaşarlar ve kent böyle hemşerilerinin olmasından ne tür bir anlam çıkartır?
Bu insanların, koleksiyoner olarak istedikleri, bu nesnelerin (diyelim Herent porseleni vazolar, ya da tabaklar vb) bir dizi olarak bir araya gelmesiyle, tasarımının ve üretiminin; dönemselliklerini, değişimin türünü ve temposunu nasıl yansıttıklarına bakarak, oluşabilecek o daha büyük anlamı arama merakını tatmak değil mi? Evet bu nesneler çok ilginç olabilir, ama aynı zamanda denilebilir ki, bu iş, “tuzu kuru olanların” işi... Güncelin bin bir sorununu görüp, üzerine düşecek yerde, başka merakların dehlizinde kayboluyorlar. Evet. Ama bunda ne tür bir zarar var? Herkesin, her an aynı şeyleri mi yapması gerekiyor? Yapılan her şeyin güncel bir anlam kazanmaya, çabaya dönüşmesi mi gerekiyor?
Kentler zaten neden vardır? İçinde birbirine değmeyen bin-bir çeşitlilik olsun ve acayip
özel meraklar, o kentte yaşayanların isterlerse yaşamlarının bir ucuna dokunduğu anda, hiç fark edilmemiş yepyeni pencereler açılsın, yeni perspektiflere kapılar aralansın diye... Her biri kendine ait özel bir tılsım taşıyan ve daha önce ilginç olabileceğini hiç düşünmediğimiz/ ilgilenmediğimiz deneyimlerin ayrıntıları, bakarsınız başka bir zamanda, belki, başka yaşamları da ilginçleştirmeye ve renklendirmeye, boyutlandırmaya başlamış... Kent bunun için gerekli değil mi?
Devam edelim, müzayede bu merakları, meraklıları ve nesneleri buluşturmayı organize edebilecek özel bir beceri de demek, aynı zamanda. Demek bu kent (Ankara) böyle özel becerilerin de geliştirilebilmesine elverişli hale gelmiş. Bu da uzmanlaşmada bir düzey demektir. Bir kentteki uzmanlaşmalar ne kadar derine iner, ayrıntıya ulaşırsa, kent o kadar versatil, o kadar çok katmanlı ve çeşitlenmeler içeren bir kent olur. Ya da, tam
tersi anlamaları da düşünebiliriz: O kent artık, bütünü göremez ve ayrıntıların, mikro parçacıkların denizinde boğulmaktan hoşlanan bireylerle dolmaya başlamış olur. Kentin bütünlüğünü, beraberliğini hatırlatacak nedenler giderek duyumsanmaz olmaya başlamış da demektir aynı zamanda... “Herkes kendi küçük dünyasının ilginç dehlizlerinde kaybolmuş, ya da kaybolmayı tercih etmiş ve bunu bir çeşit, o günün gerçeğinin ağırlığından ve çirkinliğinden kurtulmak için, bilerek yapmakta...” da denilebilir belki?
Özetle, bir kentte bir müzayede olayının gerçekleşmesi, o kentin uzmanlaşmalar denizinde epey mesafe katetmiş olduğunu, çok özel merakların/ meraklıların varlığının, kentin zenginliği olduğunu gösterir. Aynı zamanda da, bu uç meraklara doğru dağılmalar ve bu uç merakların gerektirdiği (belki bir kısmı gereksiz) yüksek maliyetler için saçılan/ israf edilen kaynaklar, kentte ne kadar kutuplaşmış bir gelir yapısının olduğunu da anlatmaz mı?Eğer o kentte böyle nadide parçalar/ eserler için müzayedeler yapılıyorsa, başka bir yerde de, aşırı yoksulluklar yaşatan bir gelir dağılımının bulunduğunu hemen anlayabiliriz.
Müzayedeleri, belki bir anlamda festivallerin, panayırların kız kardeşi olarak da düşünebiliriz.
Her zaman değilse bile zaman zaman kente dünyanın her tarafından özel/ biricik malların, l meraklıların gelmesi kentin, başka yerlere bu tür merakları organize edebilecek bir kıratta olduğunu duyurması, dünyanın her yerindeki meraklılarla birlikte davranabilen bir bağ oluşturabilen bir kimlik sunması demektir. Zaman zaman hemşerilerini (ama sadece çok küçük bir kısmına demeliyiz), olağanın ötesinde ilginçlikler, parlaklıklar ve güzellikler ile buluşturuyor ve bunlar üzerindeki etkileşimler sırasında, başka tür deneyimler yaratıp, enerjiler saçabiliyor demek değil midir?
O zaman “yaşasın müzayedeli kentler” ve “kahrolsun, burnunun ucundan ötesini göremeyen pis burjuvalar” sloganlarının her ikisini de, aynı anda atabiliriz belki. Değil mi?
Yorumlar (0)