Olayın resmi anlatımı şöyle: Ailesi 5 Kasım’da ABD’deki mahkemeye başvurarak Ali İhsan Bayhan’ın zorunlu psikiyatrik değerlendirmeye alınmasını talep ediyor ve mahkeme bunu kabul ediyor. Ardından Florida Eyalet Emniyeti, Bayhan’ın “terörist tehditler” suçlamasıyla arandığını; bazı seçilmiş yetkililere ve bir Yahudi mabedine yönelik tehditler savurduğunu iddia ediyor. 6 Kasım günü hakkında çıkarılan yakalama emrini uygulamak için evine gidiyorlar. Polis kayıtlarına göre Bayhan evden belinde silahla çıkıyor, komutlara uymuyor, silahına uzanıyor ve polis ateş açarak onu öldürüyor. Sonrası bildik: Emniyet olayı soruşturuyor, altı polis izne ayrılıyor, kamuoyuna ise yalnızca tek taraflı bir polis anlatısı servis ediliyor.
Burada önemli olan, iddiaların gerçekliğinden bağımsız olarak devletin sorunu çözerken seçtiği yöntemdir. Aile, Ali İhsan’ın psikolojik bir zorluk yaşadığını düşünerek zorunlu değerlendirme talep etmişken polis müdahalesinin sonucu yakalama değil, ölüm oluyor. Sinagoga yönelik tehdit iddiası da polisin gözünde onu daha hızlı biçimde “tehlikeli beden” kategorisine sokmuş olabilir.
Bu noktada Alberto Toscano’nun Geç Faşizm kitabında tartıştığı “faşist özgürlük” kavramına dönmek gerekiyor. Toscano’ya göre ABD’de özgürlük, soyut bir haklar rejiminden ibaret değildir; tarihsel olarak beyaz yerleşimci yurttaşın öldürme hakkı olarak inşa edilmiş bir özgürlüktür. Yerleşimci sömürgecilik ve kölecilik, yerli halkları ve siyahileri öldürülebilir bedenler hâline getirirken beyaz yurttaşa hayat ve ölüm üzerinde karar verme serbestisi tanıdı. Modern dönemde bu serbestinin bireysel kullanımı sınırlanmış gibi görünse de, aslında bu hak toplumsal düzeyde polise devredildi. Toscano’nun “faşist özgürlük” dediği şey, bugün polis eliyle sürdürülen bu tarihsel öldürme serbestisidir. Ali İhsan Bayhan’ın öldürülmesi de bu mantığın içinden okunmalı. ABD’de polis tarafından öldürülenlerin kayda değer bir kısmı psikolojik zorluk yaşayan kişilerden oluşuyor; bu tesadüf değildir.[ii] Burada kullanılan kategoriler—silahlı, dengesiz, terör şüphelisi—hakikati tespit etmekten çok, öldürmeyi gerekçelendirmek için işlev görüyor.
Faşist Özgürlük Olarak Polis Şiddetinin Ulusal Biçimleri
Bu model faşizmin evrensel bir biçimi değildir; Amerikan bağlamına özgüdür. Ancak Türkiye’de de bunun bir karşılığı vardır. Türkiye’de polis şiddeti yalnızca Cumhuriyet’in kurucu şiddetinden ve iç sömürgecilikten değil, aynı zamanda derin bir kontrgerilla mantığından beslenir. Kürtlere, Alevilere, solculara, yoksul gençlere karşı devlet tarafından üretilen sürekli tehdit söylemi, polisin bu bedenleri “potansiyel düşman” olarak görmesine yol açar. Bu nedenle polisin özellikle belirli topluluklara karşı ölümcül güç kullanımında eşiği çok düşüktür. ABD’de “faşist özgürlük” yerleşimci şiddetin bir uzantısıysa, Türkiye’de bu rolü kurucu şiddet, iç sömürgecilik ve kontrgerilla mirası üstlenmiştir.
Dünyanın başka yerlerine baktığımızda polis şiddetinin kolayca öldürmeye evrildiği başka örnekler de görüyoruz; her biri kendi tarihsel şiddet rejiminden besleniyor. Brezilya’da bugün dünyanın en ölümcül polis gücü bulunuyor. Her yıl binlerce kişi polis kurşunuyla ölüyor ve bunların büyük kısmı siyah, yoksul ve favelalarda yaşayan gençler.[iii] Bu, kölelik sonrası dönemde siyah bedenin sistematik olarak kriminalize edilmesinin doğrudan sonucudur. Devlet, favelaları sermaye birikiminin gözünde artı nüfusun yaşadığı yerler gibi görüyor; polis ise bu bölgelerde neredeyse kolonyal bir savaş yürütüyor.
Filipinler’de durum farklı ama benzer biçimde açıklanabilir. Duterte döneminde “uyuşturucuyla savaş” adı altında yürütülen kampanya, yoksulların ve gecekondu mahallelerinin kitlesel infazıyla sonuçlandı. Burada polis şiddeti, ırksallaştırılmış yerleşimcilikten ziyade uzun bir kontrgerilla geleneğinden ve ABD sömürgeciliğinden besleniyor. Devlet, suçla mücadele söylemi altında polise fiilen öldürme yetkisi tanıyor; yoksul bedenler tehlikeli, dolayısıyla öldürülebilir ilan ediliyor.
Hindistan’da İngiliz sömürge yönetiminin kurduğu polislik düzeni bugün “encounter killing” (çatışmada öldürme) adı verilen pratikle sürüyor. Özellikle Keşmir’de ve Müslüman nüfusun yoğun olduğu bölgelerde polis, şüphelileri öldürüyor ve ardından bunu çatışma olarak kayda geçiriyor. Burada öldürülebilir beden kategorisi ırktan çok kast ve din temelinde kuruluyor; kolonyal polislik mantığı, milliyetçilik ve Hindu üstünlükçülüğüyle birleşiyor.
Meksika’da ise polisin kolay öldürmesi devlet ile kartellerin iç içe geçtiği paramiliter bir yapıdan kaynaklanıyor. Bazı bölgelerde devlet otoritesi fiilen çökerken polis hem devlet görevlisi, hem mafya unsuru, hem de paramiliter güç olarak hareket ediyor. İnsanların kaybedilmesi, bedenlerin yok edilmesi, faili meçhul infazlar sıradanlaşıyor. Burada şiddet kolonyal bir misyondan çok devlet otoritesinin çözülmesi ve şiddetin piyasa ilişkileriyle birleşmesinden besleniyor; fakat sonuç aynı: Kimin öldürülebilir olduğuna silahlı güç karar veriyor.
Tüm bu örnekler bize şunu gösteriyor: Polis şiddeti neredeyse hiçbir ülkede basit bir hata ya da bireysel aşırılık değildir. Her ülkenin kendi tarihsel şiddet rejimi vardır ve polis bu rejimin güncel taşıyıcısı olarak hareket eder. ABD’de yerleşimci sömürgecilik ve kölecilik; Türkiye’de iç sömürgecilik, kurucu şiddet ve kontrgerilla mantığı; Brezilya’da kölelik sonrası ırksal hiyerarşi; Filipinler’de kontrgerilla geleneği; Hindistan’da kolonyal polislik ve kast/milliyetçilik; Meksika’da devlet–kartel iç içeliği… Hepsi kendi “faşist özgürlük” versiyonunu üretir.
Ali İhsan Bayhan’ın ölümünün neredeyse hiç tartışılmaması, hangi ölümlerin yas tutulabilir; hangilerinin ise sessizce geçiştirilebilir olduğuna dair acı bir şeyi ortaya koyuyor. Oysa mesele kim olduğundan bağımsızdır: Bir bedenin polis tarafından bu kadar kolay öldürülebilmesi, faşizmin bugünkü biçiminin tam merkezindedir. Bugün eğer “Black Lives Matter” diyorsak, bunun yanına, kimliği ne olursa olsun, “Ali İhsan’ın hayatı da önemliydi” demek, devletin öldürme özgürlüğüne karşı evrensel bir itirazın zorunlu parçasıdır.
Artı Nüfusu Yönetme Biçimi Olarak Öldürme/ Hapsetme Rejimleri ve İlgacı Alternatif
Bütün bu örnekler, devletin öldürme serbestisinin yalnızca buzdağının görünen kısmı olduğunu; asıl kütlenin ise öldürme pratiğini tamamlayan ve onunla aynı siyasal aklın ürünü olan hapsetme, depolama ve artı nüfusları yönetme mantığında saklandığını gösteriyor. Geç faşizm yalnızca sokakta işleyen bir öldürme rejimi değildir; aynı zamanda kapitalizmin kriz dönemlerinde ortaya çıkan “artı nüfusları”—işsizleri, yoksulları, gençleri, etnik olarak dışlanmış toplulukları ve devletin işleyişine yük olarak görülen kesimleri—cezaevleri ve zor aygıtları aracılığıyla mekânsal olarak düzenleme rejimidir. Öldürme ile hapsetme aynı yönetimselliğin birbirini tamamlayan iki yüzü hâline gelmiştir ve bu bütünlüklü yapı “carceral” (cezalandırıcı/hapsedici) devlet biçimi olarak adlandırılmaktadır. “Carceral” kavramı Latince carcer (zindan) kökünden gelir ve yalnızca hapishaneyi değil, polis şiddetinden gözetim teknolojilerine, yoksulluk yönetiminden artı nüfusların mekânsal denetimine kadar uzanan cezalandırıcı devlet pratiklerini ifade eder. Bu da bizi cezalandırıcı/hapsedici devletin ortadan kaldırılmasını uzun vadeli toplumsal dönüşümler temelinde savunan ilgacılık (abolutionism) tartışmasına götürür.
İlgacılığın tarihsel kökeni, kölelik karşıtı mücadelelerin ardından ABD’de siyah nüfusun zincirli çalışma kampları, Jim Crow yasaları ve modern hapishaneler aracılığıyla yönetilen bir “artı nüfus”a dönüştürülmesine dayanır. Modern ilgacı çerçeve, Angela Davis ve başka siyahi Marksistlerin yanı sıra, hapishaneleri kapitalist devletin kriz yönetimi aygıtı olarak yeniden kavramsallaştıran Ruth Wilson Gilmore ile teorik derinliğine kavuşur. Gilmore hapishanelerin suçu çözmediğini; aksine kapitalizmin yarattığı artı nüfusları—yoksulları, işsizleri, güvencesizleri ve ırksal olarak dışlanmış toplulukları—mekânsal olarak depolayan, dağıtan ve görünmezleştiren bir yönetim mekanizması olduğunu gösterir.[iv] Ona göre hapishane, toplumsal çelişkileri çözmenin değil, krizleri coğrafi olarak yönetmenin aracıdır. Bu yalnızca ABD’ye özgü değildir. Yerleşimci sömürgecilik (ABD), kölelik sonrası ırksal düzen (Brezilya), kontrgerilla gelenekleri (Filipinler, Türkiye), kolonyal polislik (Hindistan) ve devlet–kartel iç içeliği (Meksika) aynı mantığı üretir: Artı nüfusları cezalandırıcı aygıtlarla yönetmek.
Türkiye’de cezaevlerinin yapısı bu mantığı çıplak biçimde ortaya koyar. Cezaevlerindeki adli mahkumların önemli bir kısmı etnik ve sınıfsal olarak dışlanmış kesimlerden gelir: Kürtlerden, yoksullardan, eğitime ve sağlığa erişimi sınırlı olanlardan, mekânsal olarak marjinalleştirilmiş gençlerden. Ancak Türkiye’de sol kamuoyu yıllardır daha çok siyasi tutsaklara odaklanmış; adli mahkumların yapısal biçimde üretildiği geniş alan çoğu zaman görünmez kalmıştır. Oysa ilgacılığın temel sorusu şudur: Bu insanlar neden oradadır? Ve cevap, bireysel patolojiler değil; sosyal hizmet yoksulluğu, işsizlik, kimlik temelli ayrımcılık ve güvencesizliğe dayanan yapısal üretim mekanizmalarıdır.
Bu yapısal çöküşün üzerine bir de gençlik meselesi eklenmiştir. Türkiye’de gençlik hem ekonomik hem siyasal olarak en kırılgan grup hâline gelmiş; aynı zamanda en fazla direniş potansiyeli taşıyan kesim olmuştur. Bu nedenle gençlik devlet açısından bir “risk kategorisi”dir. Uyuşturucu ekonomisinin genişlemesi, yeni nesil çetelerin yoksul ve solcu mahallelerde ortaya çıkması ve gençlerin sistematik olarak kriminalize edilmesi, Toscano’nun tarif ettiği anlamıyla önleyici karşı-reform mantığıdır. Devlet gençliği önce kriminalize eden koşullara iter, sonra onları tehlikeli bedenler olarak kodlayıp cezaevine kapatır. Bu sürecin etnik ayağında ise Kürt gençleri uzun süredir hedef hâlindedir.
Bütün bu örüntü bize şunu söylüyor: Geç faşizm yalnızca öldürme pratikleriyle değil, artı nüfusları hapsederek yönetme kapasitesiyle tanımlanır. Ve tam da bu nedenle ilgacılık Türkiye için zorunlu bir tartışmadır. İlga yaklaşımı, hapishanenin “hemen şimdi” ortadan kaldırılmasını talep eden romantik bir çağrı değildir; aksine devlet kaynaklarının uzun vadede cezalandırıcı-hapsedici aygıtlardan sosyal hizmetlere, eğitime, sağlığa, barınmaya ve toplumsal eşitsizlikleri azaltan mekanizmalara doğru yeniden tahsisini savunan yapısal bir dönüşüm programıdır. İlgacılık, ceza sistemine dair teknik bir öneri değil; geç faşizmin artı nüfusları öldürme ve hapsetme yoluyla yönetmesine karşı geliştirilebilecek kapsamlı bir siyasal ufuktur. Yazının başına dönecek olursak, Ali İhsan Bayhan’ın ölümü tam da bu nedenle unutulmamalıdır: Çünkü onun bedeninde devleti öldürmeye yetkili kılan faşist özgürlüğü, artı nüfusları hapseden cezalandırıcı pratikleri ve bu pratiklere karşı ilgacılığın zorunluluğunu aynı anda görmek mümkün hâle gelir.
* Kapak resmi: New Haven'da Ruth Wilson Gilmore için yapılan duvar resmi (2023)
[i] https://t24.com.tr/haber/abd-de-polis-tarafindan-oldurulen-ali-ihsan-bayhan-in-cenazesi-ankara-da-topraga-verildi,1276596
[ii] 2015-2020 arasında ABD’de tüm ölümcül polis ateşi vakalarının dörtte biri psikolojik sorun yaşayan kişileri içeriyordu. Bkz. https://www.nami.org/advocacy/policy-priorities/stopping-harmful-practices/police-use-of-force/
[iii] Geçtiğimiz günlerde 132 kişinin hayatını kaybettiği bir örnek için bkz. https://amp.dw.com/tr/rioda-sava%C5%9F-gibi-operasyon-cesetleri-mahalleliler-toplad%C4%B1/a-74546202
[iv] Ruth Wilson Gilmore, Golden Gulag: Prisons, Surplus, Crisis, and Opposition in Globalizing California, University of California Press, 2007.
Yorumlar (0)