Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım bana bir toplantıda karşılaştığı birinden söz etti, “tanıyor musun?” diye sordu. Ben de “Evet, Ankara solundan tanırım” dedim. Sonra düşündüm: aslında “Ankara solu” ifadesi pek kullanılmaz ama ben sık sık kullanırım. Benim için Ankara solu, daha çok ortak toplumsal alanlarda karşılaşmalardan oluşur. Bazılarını eylemlerden bilirsiniz, bazılarının adını unutmuşsunuzdur ama yan yana geldiğinizde adı konulmamış bir topluluk hissi oluşur. Sevgili Alper Fidaner’in Alerta’daki eski kırkbeşlik geceleri de böyle karşılaşma alanlarından biriydi. Bir gece işi bitip ter içinde masamıza geldiğinde ona, “Seni görünce moralim düzeliyor; çünkü sen benim için Ankara solunun sembollerinden birisin” demiştim. Çok kızmıştı. Her zamanki huysuzluğuyla, “Ankara solu ne demek, ne kadar muhafazakârsın! Sol dediğin oradan oraya hareket eder, bir yere kök salmaya çalışmaz. Ben yıllardır zorunluluktan burada kaldım” diye çıkışmıştı. Söyledikleri belki kendi yaşamındaki sıkışmışlıklarla ilgiliydi ama aynı zamanda solda özgürleşmeyi yerleşik olmamakla, göçebelikle özdeşleştiren anlayışlarla da rezonans halindeydi. Ne ironidir ki, aramızdan ayrıldığında herkes onu Ankara solunun tarihsel hafızası olarak anacaktı.

Solun bir kente kök salıp salmaması gerektiği sorusu, aslında çağımızın siyasal ve toplumsal koşullarının da sorusudur. Çünkü günümüz kapitalizmi, özellikle neoliberal dönemde, her şeyi sürekli hareket halinde tutmaya zorluyor: güvencesiz emek, geçici iş sözleşmeleri, kiralık evler, yerinden edilmeler, mülksüzleşme, felaket kapitalizmi ve savaşlarla gelen göç…Bu koşullarda akışkanlık çoğu kez bir özgürleşme imkânı değil, zorunluluk ve güvencesizliktir. Sermaye, herkesi köksüzleştirerek daha yönetilebilir hale getirir. İşte bu yüzden kök salmak bugünün koşullarında bir başkaldırı biçimi olabilir. Bir yerde kalmak, bir kente bağlanmak, bir mekânda ilişkiler biriktirmek yalnızca nostaljik bir tutum değil; aynı zamanda güvencesizliğe karşı bir direniştir. Elbette bu kök salma kapalı bir çevreye hapsolmak anlamına gelmez. Solun kökleri, ancak başka köklerle ilişki kurduğunda, farklı toplumsallara uzandığında ve komünal karşılaşmalar yarattığında anlam kazanır. Yerellik burada bir kapanma değil, karşı-hegemonya zemini olur. Mesele “kök mü salmalı, yoksa akışkan mı olmalı?” değil; kapitalizmin dayattığı köksüz akışkanlığa karşı kök salmayı bir direnç pratiği olarak düşünmektir.
Buradan şu soruya geliyoruz: “Ankara solu” gerçekten kolektif bir özne midir? Yoksa daha çok, Jean-Paul Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde kavramsallaştırdığı “dizisellik”in örneği midir? Sartre’a göre dizisellik, bireylerin bir arada bulunmasına rağmen gerçek bir kolektif özne oluşturmamasıdır. İnsanlar yan yana gelir ama bağları dışsaldır: aynı mekânda beklemek, aynı etkinliğe katılmak, aynı nesneyle ilişki kurmak… En klasik örneği otobüs kuyruğudur. Kuyruk bir “kolektif varlık” değil, yalnızca bir “dizi”dir. Bu tanım Ankara soluna da yabancı değil. Çoğu zaman biz de aynı mekânlarda bulunur, aynı eylemlere katılırız; ama aramızdaki bağ daha çok dışsal nesneler ve koşullar tarafından kurulur: mekân, etkinlik, gündem. Yine de Sartre’ın altını çizdiği gibi, dizisellik potansiyel bir eşik taşır. Kimi anlarda, ortak bir haksızlığa itiraz gibi eşikler, diziyi kolektif özneye dönüştürebilir.
Geçtiğimiz 1 Mayıs’ta bunun bir örneğini yaşadım. 19 Mart direnişinin 1 Mayıs’a nasıl yansıyacağını merakla bekliyordum. Kızılay’dan bindiğim metro gençlerle doluydu; çoğu ilk kez 1 Mayıs’a gidiyordu. Yol boyunca devrimci şarkılar söylediler. Metro insanların “dizilendiği” bir yer olmaktan çıkıp kolektif özneye dönüştü. İlk slogan çekingen gülüşler getirdi, ikinci ve üçüncü tekrarın ardından coşkuya dönüştü; vagondaki anonim kalabalık bir gruba evrildi. İstasyonda kapılar açıldığında, içeride kurulan birlik dışarıya taştı.
Bu örnek bize şunu gösteriyor: Ankara’da karşılaşma mimarisi kurabildiğimiz her yerde—hele ki metro gibi kentin damarlarında—dizisellik, doğru çağrı ve cesaretle gruba dönüşebiliyor. Bize düşen, bu sıçramayı tesadüfe bırakmamak; anı hazırlayan süreğen temas noktaları ve tekrarlanan ritüeller yaratmak. Çünkü Ankara’da yalnız mekânlar değil, zamanlar da çakışıyor. Bir yanda kapitalizmin zamanı işliyor: kira, borç, maaş, tüketim döngüleri. Diğer yanda faşizmin zamanı var: sürekli alarm hali, ani yasaklar, şoklarla yönetim. Ama bütün bunların içinde bir de direnişin zamanı akıyor: küçük karşılaşmalardan doğan dayanışmalar, yavaş yavaş biriken öfke, aniden patlak veren eylemler.

Ethem Sarısülük Ankara Metrosunda arkadaşları ile türkü söylerken
Eylül’le birlikte zaman hızlandı. Kayyumun gölgesi İstanbul’a düşerken Ankara sokaklarında gençlik yankılanıyor. Meclis’te barış arayışı sürerken, başkentte solun payına düşen şey, karşılaşmaları çoğaltmak, dizisellikleri kolektifliğe dönüştürmek, komünalliği yaşamın içine kazımak. Ankara solu, tam da bu zorlu pratiklerle kök salmayı başkaldırıya dönüştürebilir.
* Alper Fidaner fotoğrafı Aykan Özener
Yorumlar (0)