Oysa Diyarbakır’da gerçekleşen “Barış ve Demokratik Toplum Sürecinde Nöro-Çeşitliler ve Eşit Yurttaşlık” buluşması, bu ezberleri bozan başka bir ihtimali görünür kıldı. Üniversite öğrencilerinden ebeveynlere, aktivistlerden gazetecilere, akademisyenlerden yerel yönetim temsilcilerine kadar söz alan herkes, nöro-çeşitliliğin bir teşhis değil; bir varoluş biçimi olduğunu açık biçimde ortaya koydu. Burada mesele ne “özel durumlar” ne de “özel ihtiyaçlar”dı; mesele, herkes için eşit, erişilebilir ve adil bir yaşamın politik olarak mümkün ve gerekli olduğuydu.
Bu buluşma yalnızca deneyimlerin paylaşıldığı bir panel değil; yıllardır üzeri örtülen bir hakikatle yüzleşme alanıydı. Asıl “bozuk” olanın bedenler ya da zihinler değil, onları dışlayan, eleyen, normlara sıkıştıran düzen olduğu bir kez daha yüksek sesle söylendi. Ve belki de en önemlisi şu soru havada asılı kaldı: Barış, yalnızca silahların susması mıdır; yoksa hayatın her alanında dışlananların da eşitçe nefes alabilmesi midir?
Moderasyonu DEM Parti Engelliler Komisyonu’ndan Sinan Ok’un yaptığı buluşmada, hoş geldiniz bölümünün ardından söz, ev sahibi Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Serra Bucak’a verildi.

Sinan Ok - DEM Parti Engelliler Komisyonu
Bucak, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde 2024 seçimlerinin ardından kurulan Engelli Daire Başkanlığı’nın sembolik değil, açık bir politik tercih olduğunu vurgulayarak, engellilik meselesine eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir perspektifle yaklaştıklarını ifade etti. Bu yaklaşımı sadece bir politika alanı olarak değil, belediyenin tüm pratiklerine yansıyan bir anlayış olarak ele aldıklarını belirten Bucak; kentin planlanmasından kamusal hizmetlere, mekânsal düzenlemelerden sosyal politikalara kadar her alanda kapsayıcılığı esas aldıklarını ve engelli bireyleri korunması gereken bir kesim değil, kentin aktif ve eşit öznesi olarak gördüklerini söyledi. Böylece belediyeciliğin yalnızca altyapı üretmekle sınırlı olmadığını, aynı zamanda hak, erişim ve eşitlik inşa eden bir sorumluluk olduğunu güçlü biçimde ortaya koydu.

Serra Bucak - Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı
Ardından söz alan DEM Parti Engelliler Komisyonu Eş Sözcüsü Hatice Betül Çelebi, konuşmasına Bukowski’nin şu sözleriyle başladı: “Hangi çiçek, diğerini ‘sarı açtı’ diye ayıplar? Hangi kuş, ‘farklı ötünce’ diğerine yasak koyar? Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar. Ah insanlar! Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…” Bu dizelerle salona derin bir sessizlik ve aynı zamanda güçlü bir yüzleşme hâli çöktü. Çelebi, silahların susmasının tek başına gerçek bir barış anlamına gelmeyeceğini vurgulayarak, nöro-çeşitli bireyler açısından gündelik hayatın hâlâ bir mücadele alanı olduğunu, bu varoluş biçimlerinin toplum tarafından tehdit, sorun ya da düzeltilmesi gereken bir durum gibi görüldüğünü ifade etti. Nöro-çeşitli bireylerin davranışlarının sürekli denetlenip bastırılmasının bir toplumsal kontrol mekanizmasına dönüştüğünü söyleyen Çelebi, Türkiye’nin dört bir yanındaki ailelerin ortak sorusunun hâlâ “bizden sonra ne olacak?” olduğunu dile getirdi. Bakım, rehabilitasyon ve destek merkezlerinin çoğu zaman özgürleştirmek yerine oyalayan ve kapatan yapılar haline geldiğine dikkat çeken Çelebi, bu zihniyet değişmeden gerçek bir eşit yurttaşlıktan söz edilemeyeceğini ve bugün burada asıl yapılması gerekenin bu gerçekle yüzleşmek olduğunu söyledi.

Hatice Betül Çelebi - DEM Parti Engelliler Komisyonu Eş Sözcüsü
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, konuşmasında Diyarbakır’da gerçekleştirilen bu çalıştayın Türkiye’de ilklerden biri olduğuna dikkat çekerek, engellilik ve nöro-çeşitlilik meselesinin bugüne dek eşit yurttaşlık çerçevesinde gerçek anlamda ele alınmadığını vurguladı. DEM Parti Engelliler Manifestosu ile bu alanda yeni, özgürlükçü, demokratik ve eşitlikçi bir bakışın ortaya konduğunu hatırlatan Hatimoğulları, engelliliğin bir tıbbi kusur değil, toplumsal düzenin ve kamusal örgütlenmenin bir sonucu olarak görülmesi gerektiğini ifade etti. Barış ve demokrasi mücadelesinin merkezine nöro-çeşitliliği ve engelli bireylerin yaşam hakkını yerleştirdiklerini söyleyen Hatimoğulları, yerel yönetimlerde kurulan Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Daire Başkanlıklarının da bu yaklaşımın somut bir sonucu olduğunu belirtti. Savaş, yoksulluk, kriz ve güvencesizlikten en ağır şekilde etkilenen kesimlerin engelliler ve özellikle engelli kadınlar olduğunu dile getiren Hatimoğulları, devlet bütçesinde engellilere ayrılan payın kabul edilemez düzeyde düşük olduğuna dikkat çekerek daha adil bir ekonomik ve sosyal politika talebini yineledi. Eşit yurttaşlığın bir ayrıcalık değil, herkesin temel hakkı olduğunu vurgulayan Hatimoğulları, barış talebinin aynı zamanda nöro-çeşitliliğin ve engellilerin onurlu yaşam hakkının da teminatı olduğunu ifade etti. Kürt sorununun demokratik çözümüne dair son gelişmelere de değinen Hatimoğulları, bu tarihi sürecin hiçbir siyasi çıkarın aracı haline getirilmemesi gerektiğini, barışın tüm topluma karşı bir sorumluluk olduğunu belirterek sözlerini dayanışma ve mücadele çağrısıyla tamamladı.

Tülay Hatimoğulları - DEM Parti Eş Genel Başkanı
Birinci Oturum: Deneyimin Sözü, Normun İtirazı
İlk oturum, Zinar Altuntaş’ın bir üniversite öğrencisi olarak yaşamından paylaştıklarıyla açıldı. Down sendromlu bir birey olarak çocukluğundan itibaren sokaktan, oyundan, ortak hayattan uzak tutulmaya çalışıldığını anlatan Altuntaş, buna rağmen pes etmediğini, çalışan, üreten biri olma ısrarını sürdürdüğünü söyledi. Hayatına dokunan, yanında duran insanların önemine de değinen Altuntaş, salondakilere dönerek güçlü bir çağrı yaptı: “Bizi eve kapatmayın, bize acımayın. Bize alan açın, imkân verin.” Bu sözler salonda yankılandı; çünkü burada konuşan sadece Zinar değildi, bastırılmış bir kuşağın sesiydi.

Zinar Altuntaş - Üniversite Öğrencisi
Ardından çevrimiçi katılım sağlayan Bağımsız Araştırmacı Dr. Düriye Merve Tuna, yürüttüğü KOZA Programı üzerinden, bilgi ve deneyimin kimden üretildiğini yeniden düşünmeye çağırdı. Programın, nöro-çeşitli bir çocuğun yalnızca toplumda değil, bazen doğduğu evin içinde bile ikinci kez dışlanmasının önüne geçmek amacıyla geliştirildiğini aktardı. Tuna, ebeveynlerin sadece sağlamcı bir toplumla değil, aynı zamanda “hayal edilen çocuk” imgesinin kaybıyla da yüzleşmek zorunda kaldığını; bu yüzden programın hem çocukları hem de ebeveynleri güçlendirmeyi hedeflediğini vurguladı.
Dr. Fırat Keser ise eğitim sonrası dönemin, çoğu zaman görünmez bir uçurum haline geldiğine dikkat çekti. Engelli bireylerin okula erişebildikleri durumlarda bile toplumsal yaşama gerçek anlamda katılamadıklarını söyleyen Keser, nörotipik ve nöro-çeşitli çocukların aynı ortamlarda bulunmasının her zaman “kaynaşma” anlamına gelmediğini ifade etti. Kısıtlı temas, ayrıştırılmış mekânlar ve sembolik birlikteliklerin gerçekte bir tür izolasyona dönüştüğünü vurguladı. Yerel yönetimlerin, bu yalnız bırakılma halini tersine çevirecek politikalar üretmek zorunda olduğunu söyledi.

Dr. Fırat Keser
Oturumun devamında söz alan üniversite öğrencisi İlhan Yalçın, hayal gücünün politik bir güç olduğuna işaret etti. Sorunun otizmde ya da nöro-çeşitlilikte değil, bu durumların yalnızca tıbbi bir mesele gibi ele alınmasında olduğunu anlattı. Toplumun, “hangi ilaç işe yarar, hangi terapi faydalıdır” sorularına sıkıştığını; oysa asıl sorunun toplumsal örgütlenme biçimi olduğunu hatırlattı. Eşitliğin yalnız bilimsel değil, kolektif ve politik bir çabayla mümkün olduğunu vurgulayarak, “anlamaya” değil, birlikte değiştirmeye talip olduğunu söyledi.
Deniz Gürel, sözlerine 30 yaşında nöro-çeşitli bir çocuğun annesi olduğunu hatırlatarak başladı ve kendi hayatını “kesintisiz bir norm arayışıyla geçen 30 yıllık bir yolculuk” olarak tarif etti. Doğumdan itibaren sağlık sisteminin ihmaliyle başlayan bu sürecin, kısa sürede bitmeyen testler, teşhis arayışları ve “normalleştirme” çabalarına dönüştüğünü anlattı. Çocuğunun bedeninin ve zihninin, toplumun beklentileri doğrultusunda sürekli denetim altına alındığını; bir annenin sırtına yüklenen suçluluk, eksiklik ve “nerede yanlış yaptım” sorularıyla yıllarca yaşamak zorunda kaldığını açıkça dile getirdi. Eğitim sisteminde karşılaştığı ayrımcılığı örnekleyen Gürel, öğretmenlerin ve velilerin dışlayıcı tutumlarının nöro-çeşitli bir çocuğu yalnızlaştırdığını, “kaynaştırma” adı altında gerçekleştirilen uygulamaların çoğu zaman gerçek bir kapsayıcılıktan çok, yeni bir dışlama biçimine dönüştüğünü söyledi. “Norma döndürme” çabasının yalnızca bireysel bir sorun değil; aile, tıp, özel eğitim, okul ve iş hayatı aracılığıyla yeniden üretilen bir iktidar biçimi ve şiddet yöntemi olduğunu vurguladı.

Deniz Gürel
Yerel yönetimlere yönelik somut öneriler de sunan Gürel; toplu taşımanın, parkların, müzelerin, kültür-sanat alanlarının ve internet sitelerinin nöro-çeşitli bireyler için erişilebilir ve kapsayıcı hale getirilmesi gerektiğini ifade etti. Özellikle Amed Büyükşehir Belediyesi’nin bu alandaki çalışmalarını takdir ederek teşekkür eden Gürel, gerçek dönüşümün belki de her zaman merkezden değil, “güneşin doğduğu yerden, doğudan” başlayabileceğini söyledi. Sözlerini, barış olmadan hiçbir önerinin, hiçbir politikanın hayata geçme şansı olmadığını vurgulayarak tamamladı: Gürültünün, şiddetin, kaosun en ağır yükünü nöro-çeşitli bireylerin taşıdığını; onların doğası gereği barışçıl, sakin ve hassas olduğunu ifade etti. Bu nedenle barışın yalnızca bir siyasal talep değil, aynı zamanda nöro-çeşitlilerin yaşam hakkının temel koşulu olduğunu belirterek, DEM Parti Engellilik Manifestosu ve Tabirler Raporu’na emek veren herkese teşekkür etti.
İkinci Oturum: Hak, Kabul ve Toplumsal Katılım
İkinci oturum, otistik aktivist Devrim Nesin’in “otistik kabul” başlıklı sunumuyla başladı. Nesin, otistik bireylerin yıllardır “uyum”, “normalleşme” ve “terbiye” adı altında bastırıldığını, topluma benzemeye zorlandığını ve bunun ciddi bir şiddet biçimi olduğunu vurguladı. Otistik olmanın bir eksiklik değil, bir varoluş hali olduğunu hatırlatan Nesin, asıl sorunun bu varoluşu kabul etmeyen, onu törpülemeye ve silmeye çalışan düzen olduğunu söyledi. Eğitimden aile ilişkilerine kadar uzanan geniş bir alanda, itaatin bir “başarı” olarak öğretildiğini, oysa bunun çocukları güçlü değil, kırılgan ve savunmasız hale getirdiğini ifade etti. Sunumunun en çarpıcı noktasında, otistiklerin ortak deneyiminden süzülen şu cümleyi paylaştı: “Bir çocuğa itaat etmeyi öğretmenin tehlikesini görmüyorlar.” Bu söz, yalnızca otistik çocuklara değil, tüm çocuklara yönelik bastırma kültürünü ifşa eden güçlü bir uyarı olarak salona yayıldı ve ikinci oturumun temel hattını belirledi: Burada söz konusu olan uyum değil, koşulsuz kabul ve özne olma hakkıydı.

Devrim Nesin - Otistik Aktivist
Ardından söz alan Hülya Saygı, annelerin hak temelli bir dönüşüm yaşayabilmesi için önce kendi iç dünyalarıyla, öğrendikleri kalıplarla ve bilinçaltlarına işlemiş sağlamcı bakışla yüzleşmeleri gerektiğini vurguladı. Toplumun, bir insanın değerini “normal” kabul edilen davranış ve becerilere göre ölçmeye koşullandırıldığını hatırlatan Saygı, bu zihniyetin yalnızca kurumlarda değil, aile içinde de yeniden üretildiğini söyledi. Sağlamcılığın en tehlikeli yanının, çoğu zaman fark edilmeden içselleştirilmesi olduğuna dikkat çeken Saygı, asıl dönüşümün çocuğu değiştirmeye çalışmak değil; kendimizi, beklentilerimizi ve öğrendiklerimizi sorgulamakla başlayacağını ifade etti. Yerel yönetimlerin ise bu içsel ve toplumsal dönüşümü destekleyecek güvenli alanlar, dayanışma ağları ve hak temelli politikalar üretmekle yükümlü olduğunu vurgulayarak, annelerin yalnız bırakılmadığı bir kamusal yapı inşa edilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Hülya Saygı
Serap Dikmen, Kedi Otizm adına yaptığı konuşmada otistik ve zihinsel farklılıkları olan bireylerin adalete erişimde karşılaştıkları yapısal engellere dikkat çekti. Dikmen, Ağustos ayında epilepsi hastası ve zihinsel engelli Oğuzcan Gürbüzer’in cezaevinde kaldığı hücrede nöbet geçirerek yaşamını yitirmesini hatırlatarak, ceza adalet sisteminin bu bedenleri ve zihinleri koruyamadığını, hatta kimi zaman doğrudan ölüme sürüklediğini vurguladı. Zihinsel engelli gençlerin “fail” ilan edildikleri durumlarda ise aynı hukuk normlarının hiçbir farklılık gözetmeden işletilmesinin ağır ve geri dönüşsüz sonuçlar doğurduğunu söyleyen Dikmen, bu alanda özel politikalar, farklı usuller ve koruyucu uygulamalar geliştirilmediği sürece adaletten söz edilemeyeceğinin altını çizdi.

Serap Dikmen, Kedi Otizm
Meltem Yücel, yetişkin otistik bireylerin çoğu zaman kamusal hayattan silinen, görülmeyen ve konuşulmayan deneyimlerine odaklandı. Dünyadan iyi uygulama örneklerini paylaşan Yücel, devletin, sivil toplumun ve iş dünyasının birlikte hareket ederek her birey için ihtiyaca göre şekillenen kişisel destek planları oluşturması gerektiğini vurguladı. Toplum temelli ve bağımsız yaşam yaklaşımının esas alınmasının önemine dikkat çeken Yücel, otistik bireylerin yetişkinlik döneminde görünür olmasının yalnızca bir hak meselesi değil, aynı zamanda toplumun gerçek anlamda olgunlaştığının da bir göstergesi olduğunu söyledi. Uluslararası deneyimlerden ilhamla Türkiye’de de yeni, kapsayıcı yaşam modellerinin mümkün olduğunu ifade ederek, bu dönüşümün ertelenemez bir sorumluluk olduğunu hatırlattı.
- Oturum Erişim Hakkı, Tanı Karmaşası ve Kamusal Sorumluluk
Otistik bir çocuğun babası olan Aziz Akın Gülhan, sözlerine kendi hayatının görünmez bir karantinaya dönüşmesini anlatarak başladı; “Eğer otistik bir çocuğunuz varsa hayatınız, adı konulmamış bir karantinaya dönüşür” derken, aslında nöroçeşitli bireylerin ve ailelerinin toplumsal hayattan nasıl silikleştiğini, görünmez kılındığını tarif ediyordu. En çok da çevreden gelen bitmeyen soruların ve ima dolu bakışların can yaktığını söyledi: “Akraba evliliği mi yaptınız, hangi hastalık, hangi tedavi, hangi alternatif yöntem?” gibi soruların bir meraktan çok, bir yargı olduğunu vurguladı. Ailelerin, acınmak ya da kutsanmak değil, anlaşılmak ve desteklenmek istediğini net bir dille ifade etti. Bu noktada çağrısını sadece kurumlara değil, topluma da yöneltti: “Çözüm odaklı olun, yargılamayın, bizi cennetlik ilan ederek romantize etmeyin.” Ardından yerel yönetimlere düşen sorumlulukları sıraladı; durum analizi yapılmasından erken taramaya, okul dışı sosyal faaliyetlerden bireyselleştirilmiş danışmanlığa, spor ve sanat programlarından istihdam olanaklarına kadar somut politika ve eylem planları gerektiğini vurguladı. Mola evleri, ulaşım destekleri, ailelere yönelik psikolojik danışmanlık ve ücretsiz kamusal hizmetler gibi taleplerin lütuf değil, hak olduğunu hatırlattı ve nöroçeşitlilerin yaşamını kolaylaştıracak iyi örneklerin çoğaltılması gerektiğini özellikle dile getirdi.

Aziz Akın Gülhan
Ardından söz alan Türkiye Sağırlar Konfederasyonu Başkanı Orkun Utsukarcı, sağır ve nöro-çeşitli bireyler için demokratik erişimin kâğıt üstünde kaldığını, uygulamada ise büyük bir bilgi ve farkındalık eksikliğiyle karşılaşıldığını vurguladı. Sağlık kurullarında temel tanı süreçlerinin dahi sağlıklı işletilemediğini, otizmin sağır bireylerde yanlış değerlendirilerek “zeka geriliği” ya da “zihinsel yetersizlik” gibi tanılarla damgalandığını ifade etti. Bu yanlış tanıların, eğitim sürecini de baştan sakatladığını ve hazırlanan materyallerin sürekli boşa düşmesine yol açtığını söyledi. Utsukarcı’ya göre mesele yalnızca teknik bir sorun değil, doğrudan bir hak ihlaliydi ve çözümü de Anayasa’nın 61. maddesinde saklıydı: Burada materyallerin güncellenmesi, erişilebilirliğin, işaret dili ve nöro-çeşitlilik odağının açık şekilde tanımlanması gerektiğini belirtti. “Aslında kapının anahtarı orada” diyerek, yapılacak yasal ve yapısal düzenlemelerin yalnızca sağır ve nöro-çeşitli bireyler için değil, tüm toplum için daha adil ve erişilebilir bir yaşamın önünü açacağını vurguladı.
İşitme engelli ve 9 yaşındaki çocuklarının hak mücadelesini anlatan Halit ve Sevtap Sönmez, sağırlık ve otizm arasında gidip gelen muğlak tanılarla baş başa bırakıldıklarını, en büyük sorunun belirsizlik ve kurumsal ilgisizlik olduğunu söyledi. Doğumdan itibaren çocuklarının sağır olduğu ifade edildiğini, anaokuluna başladığında ise bu kez “hafif zihinsel yetersizlik” gibi ifadelerle karşılaştıklarını, fakat hiçbirinin resmi tanıya dönüşmediğini aktardılar. Okulun, çocuğu eğitmek yerine oyalanacak bir nesne gibi görmeye başladığını, verilen eğitim materyallerinin öğretmenler tarafından kullanılmadan geri verildiğini, her öğretmen değişikliğinde sürecin baştan sıfırlandığını dile getirdiler. İşaret dili bilen bir uzmana başvurmalarına rağmen net bir yol haritası sunulmadığını, dört ay boyunca okulda tek bir adım ilerleme kaydedilemediğini vurgulayarak, “Evde elimizden geleni yapıyoruz ama kamusal eğitim sistemi çocuğumuzu görmüyor” sözleriyle yaşadıkları yapısal dışlanmayı görünür kıldılar.

Halit ve Sevtap Sönmez
Oturum, Psikolog Berna Yıldız’ın kent ve ilişki perspektifini merkezine alan “Otizm, ilişkiler ve kent yaşamı” başlıklı sunumuyla tamamlandı. Yıldız, belediyelerde nöro-çeşitliliği temsil eden, karar süreçlerine doğrudan dahil olan bir yapının oluşturulabileceğini belirterek, her yeni proje ve hizmetin daha en başta erişilebilirlik ve kapsayıcılık açısından değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizdi. Konuşulan tüm deneyimlerin ortak bir noktaya işaret ettiğini vurgulayan Yıldız, “Otistik bireylere uygun bir şehir tasarlamak, aslında herkes için daha yaşanabilir bir şehir tasarlamaktır” diyerek, meselenin bir ‘azınlık sorunu’ değil, kent yaşamının bütünüyle yeniden düşünülmesi gereken politik bir başlık olduğunu güçlü biçimde ortaya koydu.

Psikolog Berna Yıldız
- OTURUM: Medyada, Kentte ve Kamusal Alanda Nöroçeşitli Temsil ve İletişim Hakkı
Müberra Ünsal, muzir.org ‘un yalnızca bir haber platformu değil; nöroçeşitli ve farklı engellilik deneyimlerine sahip çizerlerin, yazarların, gazetecilerin ve illüstratörlerin bir araya geldiği çok sesli bir alan olduğunu vurgulayarak başladı. Haber dilinin toplumdaki algıları doğrudan şekillendirdiğini, kullanılan her kelimenin, seçilen her başlığın ve her görselin bir politik anlam taşıdığını ifade etti. Bu nedenle muzie.org sağlamcılığa, cinsiyetçiliğe, homofobiye ve dışlayıcı dile karşı açık bir duruş benimsediklerini, içerik üretirken yaşam onurunu, kapsayıcılığı ve erişilebilirliği merkeze aldıklarını belirtti. Engellilik ve nöroçeşitlilikle ilgili haberleri hazırlarken uluslararası kılavuzlardan yararlandıklarını, görsel betimleme, altyazı ve erişilebilirlik gibi pratikleri bilinçli şekilde uyguladıklarını dile getirdi.

Müberra Ünsal, - muzir.org
Nöroçeşitliliğin bir “bozukluk” ya da “eksiklik” değil, farklı bir varoluş ve dünyayı algılama biçimi olduğunun altını çizen Ünsal, ana akım medyanın otistik ve nöroçeşitli bireyleri ya dramatize ederek ya da tek tipleştirerek temsil ettiğini söyledi. Muzir.org ise, hikâyelerin öznesi olan kişilerin kendi sözlerini merkeze alan, onları nesneleştirmeyen bir habercilik anlayışı benimsediklerini aktardı. Röportaj süreçlerinde güç ilişkilerini tersine çevirmeye çalıştıklarını, röportajın koşullarını ve içeriğini mümkün olduğunca anlatıcıyla birlikte belirlediklerini, görsel kullanımlarda ise acıma ya da “ilham” estetiğinden uzak durduklarını belirtti. Ona göre kapsayıcı bir medya, ancak nöroçeşitli bireyler içeriden söz sahibi olduğunda mümkün; çünkü gazetecilik, yalnızca gerçeği aktarmak değil, gerçeğin nasıl anlatılacağının da politik sorumluluğunu taşımaktır.
Solfasol Gazetesi’nden Mehmet Onur Yılmaz, sunumunda “insan hakları kentleri” kavramı üzerinden nöro-çeşitli bireyler için kentin nasıl yeniden düşünülmesi gerektiğini ele aldı. Kökenlerini 1960’larda ortaya atılan “kent hakkı” fikrine ve 1990’larda gelişen “insan hakları kentleri” yaklaşımına dayandıran Yılmaz, bu kavramın tek tek bireylerden değil, tüm toplumu kapsayan ilkelerden beslendiğini vurguladı. İnsan hakları temelinde inşa edilen kentlerin, yalnızca bazı gruplara değil, herkes için adil, erişilebilir ve yaşanabilir alanlar yaratma potansiyeli taşıdığını söyledi. Ona göre bu ilkeler, kenti piyasadan, ranttan, dışlama pratiklerinden geri almak için güçlü bir politik zemin sunuyor; umuda, iyiye, güzel olana ve adil bir yaşama giden yolların yeniden açılmasını mümkün kılıyor.
Konuşmasının sonunda Ankara’dan çarpıcı bir örnekle bu meseleyi somutlaştırdı. Hak mücadelesi yürüten bir kurum olarak bilinen LÖSEV’in, başkentin göbeğinde yer alan ve yanıp sönen, neon ışıklı tabelasını göstererek bunun nöro-çeşitli bireyler üzerinde nasıl bir baskı ve duyusal yük yarattığını hatırlattı. Yılmaz, “hak savunusu” iddiasıyla hareket eden kurumların bile mekânı ve görsel dili kurgularken kimin dışarıda kaldığını yeterince düşünmediğini, oysa gerçek bir hak kentinin en başta bu tür gündelik, görünmez şiddet biçimleriyle yüzleşmesi gerektiğini vurguladı. Böyle bir kent, sadece sembollerle değil, ışığıyla, sesiyle, temposuyla ve diliyle de herkes için erişilebilir olmak zorundadır diyerek sunumunu noktaladı.
Elif Kaya, Sağlamcılığa Karşı Kadın Hareketi Derneği’nin (SAKKAD) masa başında alınmış bir karardan değil, yılların biriktirdiği öfke, tanıklık ve dayanışmadan doğduğunu vurgulayarak başladı. Engellilik meselesinin hâlâ “özel ihtiyaç” başlığı altında bireysel bir alana hapsedildiğini, oysa bunun açıkça kamusal, politik ve eşit yurttaşlıkla ilgili bir mesele olduğunu ifade etti. Özel eğitim alanında edindiği deneyimlerden yola çıkarak Türkiye’de bu alanın büyük ölçüde piyasa koşullarına terk edildiğini, alan dışı personel, kopya programlar, erişilemez binalar ve aileyi yalnızlaştıran bir sistemle karşı karşıya olunduğunu söyledi. Bunun münferit hatalar değil, sağlamcı zihniyetin kurumsallaşmış hali olduğunu belirterek “Özel eğitim piyasa malı olamaz; erişilebilirlik lütuf değil haktır” sözleriyle bu düzene açıkça meydan okudu.

Elif Kaya, Sağlamcılığa Karşı Kadın Hareketi Derneği’
Yerel yönetimler meselesine geldiğinde ise Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ni özellikle ayrı bir yere koydu. Pek çok belediyenin hâlâ erişilebilirliği “gerektiğinde bakılacak bir detay” gibi gördüğünü, çoğunun göstermelik projelerle durumu geçiştirdiğini ifade eden Kaya, Diyarbakır’ın bu döngüyü kıran nadir örneklerden biri olduğunu söyledi. Engelli ve yaşlı hizmetlerine yönelik kurumsallaşma adımları, kapsayıcı politikaları ve nöroçeşitliliği merkeze alan yaklaşımıyla belediyenin yalnızca hizmet üretmediğini, aynı zamanda bir politika ve zihniyet dönüşümü ördüğünü vurguladı. “Sorun imkânsızlık değil, irade eksikliğidir” diyerek, Diyarbakır’ın doğru ilke, doğru kadro ve cesur bir politik irade ile dönüşümün mümkün olduğunu tüm ülkeye gösterdiğini ifade etti. Yapısal erişilebilirlik reformu, nöroçeşitlilik dostu kent politikaları ve ücretsiz kamusal destek merkezlerini temel üç başlık olarak sunarken, Diyarbakır’ın attığı adımların bu önerilerin hayal değil, uygulanabilir gerçekler olduğunu kanıtladığını söyledi ve sözlerini şu net cümleyle tamamladı: “Mesele bireyin kente uyumu değil; kentin herkese göre yeniden inşasıdır. Ve bu yeniden inşanın yolu burada, Amed’de açıldı.”
Çalıştayın son sunumu Furkan Kuzu tarafından gerçekleştirildi. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Daire Başkanlığı’nda görev yapan Psikolog Furkan Kuzu, Alternatif ve Destekleyici İletişim Sistemleri (ADİS) üzerine gerçekleştirdiği sunumuyla, çalıştayın en çarpıcı ve dönüştürücü başlıklarından birini açtı. Kuzu, iletişimin yalnızca sözcüklerden ibaret olmadığını; bir bireyin varlığını, ihtiyaçlarını, sınırlarını ve kimliğini ifade edebilmesinin doğrudan eşit yurttaşlık hakkı olduğunu vurguladı. Konuşamayan, konuşması bastırılan ya da anlaşılamayan her bireyin, aslında en temel haklarından biri olan ifade hakkından mahrum bırakıldığını hatırlatarak, ADİS’in bir “destek” değil, bir insan hakkı olduğunu güçlü bir politik zeminde ortaya koydu. PECS, görsel programlar, etkinlik çizelgeleri, semboller, iletişim defterleri ve yüksek teknolojili dijital uygulamalar gibi araçların, yalnızca eğitim için değil; toplumsal katılım, özneleşme ve bağımsız yaşam için de ne kadar hayati olduğunu somut örneklerle anlattı.
Furkan Kuzu’nun sunumu, aynı zamanda Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin engellilik ve nöroçeşitlilik alanına nasıl yaklaştığını da açıkça gösteren bir örnekti. Bu kürsüde sadece bir uzman konuşmadı; dönüşüm iradesi olan, alanına hâkim, güncel literatürü ve sahadaki gerçekliği birlikte okuyan bir kamu anlayışı konuştu. “Konuşma yoksa bile iletişim vardır; iletişim varsa katılım vardır” sözleriyle, barışın, demokrasinin ve eşit yurttaşlığın ancak herkesin kendini ifade edebildiği bir zeminde mümkün olacağını hatırlattı. Bu sunum, Amed’de kurulan yeni yaklaşımın tesadüf değil; bilgiyle, emekle, politik bilinçle örülmüş bir kamusal duruş olduğunu gösteren güçlü bir kanıttı.

Furkan Kuzu - Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Daire Başkanlığı
Yorumlar (0)