Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

anlam yoksa nihayet özgürsün

Kafam beni yorduğunda hep aynı yere giderim. Dost Kitabevi’nin önüne. Bu benim yıllardır değişmeyen ritüelim. İçeri girer, kitaplara dokunur, rafların arasında oyalanırım. Sonra dışarı çıkar, bankın ucuna oturur, kahvemi içerken insanları izlerim. Kafamın içindeki gürültüyü ancak böyle düzenleyebiliyorum.

anlam yoksa nihayet özgürsün

 

 

O sabah da aynı şeyi yaptım.

Ama farkında olmadan başka bir eşiğe gelmişim.

 

Bankta otururken çantamdan yeni aldığım kitabı çıkardım: Clarice Lispector – Yaşam Suyu.

Daha ilk sayfadaydım.

Bir cümle beni yerimden oynattı.

Yazar, “şu an”ı yakalamaya çalıştığını ama kelimelerin yetmediğini söylüyordu.

Metnin her satırı şunu soruyordu: Yaşam nedir? Kadın olmak nedir? Sanat nedir? “Ben” dediğim şey neye dönüşüyor?

Anlamın sürekli elinden kaçtığını… ve belki de kaçması gerektiğini.

 

O anda kendime şunu itiraf ettim:

Ben yıllardır anlam bulmaya çalışarak yorulmuşum.

Her duygunun nedenini aramışım.

Her olayın bir açıklamasını.

Her ilişkinin bir dersini.

Hayatı çözümlenecek bir denklem gibi görmüşüm.

 

Ama Lispector tam tersini söylüyordu:

“Anlam yoksa, nihayet hayatın içine girebilirsin.”

 

Kitabı kapadım.

Bu cümle kafama çarptı.

Belki de anlamın kendisi bir alışkanlıktı.

Belki de anlam, insanın kendini güvende hissetmek için yarattığı bir düzen.

Belki de hiçbir şeyin sebebi yoktu ve bunu kabullenmek gerekiyordu.

 

Bu fikir beni tuhaf biçimde rahatlattı.

Çünkü anlam aradığım her yerde aslında kendimi sıkıştırıyordum.

Anlam yoksa yanlış da yok.

Eksik yok.

Hata yok.

 

Tam o anda kulaklarımdaki Epica – The Essence of Silence da bunu destekliyordu.

Sessizlik bile bir öz taşıyorsa,

belki de anlamın yokluğu da bir tür açıklıktı.

Bu an tesadüf olmayacak kadar güçlüydü.

 

Anlam yoksa silence bile susmuyor;

çünkü sessizlik bile bir şey söylüyor.

Ve ben, ilk kez bunu duydum.

 

Şunu fark ettim:

Şimdinin içine girmek ancak anlamı bıraktığımda mümkün oluyor.

Anlam bazen bir kalkan değil; fazlalık.

Taşıdığım ağırlığın bir kısmı, her şeyden anlam çıkarma zorunluluğuymuş.

 

Bankta otururken başka bir şey daha anladım:

Lispector varoluşu soyup seni ortada bırakıyor.

Ve bu sayede kendime ilk kez şunu söyledim:

 

Anlam yoksa nihayet özgürsün.

Sizinle birlikte kendime de bir soru daha bırakıp kalkıyorum.

 

Anlam yoksa özgürsün,

peki o özgürlüğe dayanabilecek misin?

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış