Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Barcelona Yazıları VI

Barcelona Yazıları VI

Bar Jai-Ca Lokanta başlıklı son yazıda konuya bir türlü girememiştim. Bu kez başaracağımı umuyorum. Dediğim gibi, yeme içme anlayışı büyük ölçüde ‘atıştırma.’ Yani işin tapa kısmı böyle. Yoksa başkaca lokantalar da var elbet ancak asıl popüler olan bu tarz. Ülkenin farklı yerlerinde başka tapa anlayışı varmış. Şundan eminim; Bask ile Katalan tapası farklı. Lokantalarda aynı şeyleri bulabiliyorsunuz ama Bask’ların yöntemi farklı. Allah için daha lezzetli. Aslında son derece basit bir şey yaptıkları. Türkiye’de daha ziyade kokteyller ile yemek zahmetine girmeden, sempatik ve zengin görünmenin bir yolu olarak kalabalık ev partilerinde karşılaştığımız ve ‘kanepe’ tabir edilen ‘şey.’ Üzerinde bir kürdan vardır da neresinden tutacağımızı, sonrasında kürdanı nereye koyacağımızı bilemeyiz ya… İşte özellikle Bask tapası, bu kanepelerin irisi. Bir baget ekmeği dilimleyin, sonra her dilimin üzerinde aklınıza gelebilecek tüm et ve sebze parçacıklarını, sosla birlikte hayal edin. İrice bir kürdanı tam ortasına saplamayı da unutmayın. İşte bunun en iyisi, altı yüz km. uzaklıktaki Bask bölgesinde dediler, gittik! Hayır tabii, böyle bir şımarıklık yapmadık.

 Aynısı bu şehirdeki lokantalarda da var ve her birinin vitrini üzerinde, “Euskal” yazıyor. Bu sözcük ile vitrininde onlarca kürdan batırılmış kanepe olan lokantalar özdeş gibi bir şey. Böyle bir şımarıklık yapmadık yapmasına da Bask bölgesine gittik gerçekten. Bir arkadaşımla, iki aydır ilk kez Barça dışına çıkıp üç günde bin altı yüz km. kadar yol yaptık. Çok yorucuydu ama epeyce bir şehir ve Kuzey kırsalını da görmüş olduk. Derdim Bask milliyetçiliğinin vatanını da görmekti, gördüm. Bilbao’dan aklımda kalan öyle milliyetçilik vs. olmadı. Zaten nasıl olsun ki? Allah için oradaki tapas çok lezzetliydi. Sonrasında öğrendim ki zaten meşhurmuş. Hatta en iyisi San Sebastian’da olurmuş. Ama yanından geçmekle birlikte buraya girecek zaman yoktu. Arabayı üç günlüğüne kiralamıştık! Aklınızda bulunsun, bir gün gelir de araba kiralarsanız sakın ama sakın otoban kullanmayın.

Beni uyarmışlardı. ‘Katalan otobanı çok pahalıdır,’ demişlerdi. Bu nedenle giderken girmedik. Ama dönüş yolunda daha ucuz olan (!) Bask otobanına girip yolu kısaltmak istedik. Yalnızca yüz elli km. civarında yoldan sonra bir gişeye geldik. Ben ‘on’ arkadaşım olsa olsa ‘yirmi’ euro tahmin etti. Gişe memuru dalga geçer gibi ‘otuz bir’ Euro isteyince, cüzdanlar acı ve gergin bir gülümse ile karıştırıldı’ memura ‘oluru yok mu?’ bakışları atıldı; çaresizlikle ödendi ve yolun geri kalanında elbette onların E-5’i tercih edildi. Hatta arabada, uzun yolun aslında daha zevkli olduğu konusunda yaygın bir kanı oluştu! Demem o ki siz siz olun Türkiye otoyollarının kıymetini bilin ve yolunuz buraya düşerse aklınızdan dahi geçirmeyin. Yani, Yeni Şafak, Vakit yazarı filan olsam o an, ‘otoyol dedikleri, Katolik oyunu çıktı.’ başlığını atmıştım. Yol üzerinde çok güzel bir iki köy kasaba gördük.

 Kazancımız oldu. Benim lokanta, asıl olarak tapacı. Rambla’dan aşağı, Kaşif Kolomb Anıtı’nın yanından sahile giderken, Barceloneta adlı bir semt çıkıyor karşınıza. Eski püskü, çok güzel, çok sarı, daha çok zamanında balıkçıların kalabalık aileleri ile bakla kadar evlerde yaşadığı bir semt. “Barselonacık” anlamına geliyormuş. İspanyolca bilen var bilmeyen var! Balkonlarda çamaşırlar asılı. Belediye daha önce uğraşmış bu görüntülerle, bizim Tarlabaşı’nda olduğu gibi, ama ahali direnip semt görüntüsünün değişmesine izin vermemiş, Tarlabaşı’nda olmadığı gibi… Burada her köşe başında, şehirdeki her köşe başında olduğu gibi, sürüsüne bereket lokanta var. Bir küçük mekân ile önünde iki üç masa şeklinde. Ama bana kalırsa en güzeli Jai- Ca. Lokanta, beş yol ağzında. Hakikaten beş yol ağzı.

Hemen her zaman, akşam geç saatte gittiğimden aynı sarı loş ışıklı bir kaldırım, benim için. Hiçbir zaman yer yok. Ama artık mekânın müdavimlerinden sayıldığımdan (!) en azından ilk günlerden farklı olarak, görünce kişi sayısını sorup hemen adımı yazıyorlar bekleme listesine. Garsonların tümü çok genç. Muhtemelen öğrenciler. En büyüğü, yirmi beştir. İlk gidişlerimde rastlantı eseri hep aynı çocuğa denk geliyordum. Akıcı İspanyolca konuşma çabama rağmen (!), olmayınca İngilizce’ye geçiyordum. Ama çocuğun yüzüme bakışı ve ısrarlı yanıtsızlığı hiç değişmiyordu. Sanki Mahzun Kırmızıgül filmi seyretmiş de kendine gelmeye, yeniden dünyaya dönmeye çalışıyor gibi bir hali vardı. Sonradan anladım ki Azeri imiş! Meğer beni Türkçe konuşurken görmüş, ne diyeceğini bilemez haldeymiş. Neyse… Çat pat biraz konuştuk. Sonra her gördüğünde bir iki Türkçe laf etti afacan. Yan sokağa da bir şube açmışlar ama asıl güzel olan burası.

Hani Türkiye’de altmış yetmiş yıllık esnaf lokantaları vardır ya; duvarda kurucu ‘hacı baba’nın vesikalık fotoğrafının, hemen yanında hacı baba ile şimdiki sahibin, yani oğulun birlikte çekilmiş fotoğrafının ve onların yanında, gelen meşhurlarla çekilmiş fotoların bulunduğu bir yer. Yerel mi yerel. Bilenler ve mahallenin insanları ile onların getirdikleri. Bir de benim gibi mahalleliye karışma çabasında yabancılar var sanırım. Şimdi: Beş yol ağzı dedim ya. İşte bu yolların açıldığı birkaç metrelik minik birleşme noktası en güzel şekilde, lokantanın içinde tam köşede yer alan ‘fıçının’ yanından görülebiliyor. En çok o noktayı seviyorum. Ayakta, fıçının üzerinden atıştırmak ve oradan dışarıyı seyretmek çok zevkli.

Bir tür yaşam felsefesi de olabilir bu aslında: Ayakta, hem içeride ama bir ayak dışarıda, yani her an çıkacakmış gibi atıştırmak. İyi bir şey. Manda boku gibi yayılmaktansa bir yere, her zaman gidecekmiş gibi olmak, fena değil sanırım. İşte lokantanın içinde ve aynı zamanda dışında olan bu köşe, sanırım bu yüzden de hoşuma gidiyor. Fıçı’ya dönmek üzere, gelelim lokantanın içine. Esnaf lokantalarının Barça şubesi sayılır kendileri. İnce, orta boy yapılı. Bir bar var, uzunca. Barın arkasında koşturan garsonlar, önünde masa bekleyen ya da orada yemeyi tercih edenler. Barın üzerinde, duvarda, muhtelif obje ve fotoğraflar. Fotoğrafların tam ortasında, tıknaz, dombili ve beyaz saçlı patronun Messi ile çekilmiş bir fotoğrafı.

Bu yazıyı okuyanlardan, ‘ay ne bulurlar şu futbolda’ diyenler ve içlerinde bilmeyenler olabilir: Messi meşhur bir futbolcu! Lokantanın köşesinde yani benim fıçının hemen arkasına denk gelen duvar parçasında ise onlarca küçük fotoğraf asılı. Çoğu sararmış. Hepsinde, patron ve bir diğer kişi var. Onlar kim, bilemiyorum. Bir kısmı siyasetçi tipli, takım elbiseli ve gevrek gülüşlü tipsiz herifler. Lokantanın zemini, muhteşem iki rengin birleşmesinden oluşuyor. Siyah beyaz, karo döşenmiş. Siyah ile beyazın yan yana gelip yakışmadığı bir yer yoktur herhalde. Hele ki şu günlerde… (işte bir siyasi mesaj daha!) Zemin ferah ve duvarlar ile birleştiği yerden, duvarın ortasına kadar olan kısım, dilimli, kahverengiye boyanmış ahşap. 1970’lerin mekânlarında, evlerinde, hele ki kahvelerinde lambri yaygındır ya, işte tam olarak öyle.

Bar ile duvar arası zaten olsa olsa üç metre. Bir sıra ve toplam beş altı masa. Aradan geçmeye çalışan müşteri ve garsonlar. Bekleşenler, bara ulaşmaya çalışanlar, adını yazdırmışlar, ‘dışarıda masa var mı?’ diye soranlar… nasıl kalabalık anlatamam. Gürültüyü tahmin edersiniz. Hep bir ağızdan hançerelerini yırtarcasına konuşan onlarca insan. Birbirlerini nasıl duyuyorlar ve ne anlıyorlar hakikaten bilemiyorum. İşte bu lambrinin üzerinde yeniden duvar, üzerinde fotoğraflar. Tabii en matrak olanı, Real Madrid’e (meşhur bir futbol takımı!) beş çektikleri maçtan, Barçalı bir oyuncunun eliyle ‘beş’ işareti yaptığı gazete sayfası fotoğrafı. Dükkanın orta yerinde, ince ve altın rengi yaldızlı bir sütun var. Hemen fıçının arkasında perişan bir tuvalet. Çok ama çok dar. Yanlışlıkla arkanızı dönerek girmişseniz, klozete önünüzü dönebilmek için yeniden dışarı çıkmak gerekiyor, yani öyle bir darlık. Burada, Allah’ın emri olan şeylerden yemek gerekiyor.

Mesela, patates kızartması. Mahcup olmayasınız diye İspanyolcasını yazmıyorum! Diyeceksiniz ki ‘kızartmanın nesi matah?’ Haklısınız ama bu kızartma buraya özgü. Yarım elma dilimi büyüklüğünde parçalar ve dışı kızarmış, içi yumuşak, yağ çekmemiş patates. Üzerine Katalan bayrağını çağrıştıran, ketçap mayonez ikilisi, sırayla, çizgi halinde sıkılmış. Yanına, kızartma balık. Klasik olanı, bizim hamsi-istavrit arası büyüklükte, lezzetli bir balık. Bir de bit kadar balık var; sanırım yavru balık ve çok lezzetli. Vejetaryenlerden özür dilerim ama öyle. Midyesi de güzel. Bir de yaşamımda ilk kez burada gördüğüm ve adını hatırlamadığım ince uzun bir midye var. Biraz irice ve uzunca bir dolma kalem düşünün. İşte bu kalemin üst yarısı yok ve içinde nefis, ince uzun midyemsi bir et var. Bir de sarımsaklıyorlar onu. Hepiniz meze düşünüyorsunuz, kötü oldunuz değil mi şu anda! Ya Ahtapot? Hem bizim bildiğimiz geleneksel şekilde hem de ince dilimlere halinde tereyağında pişiriyorlar. Nasıl yumuşak oluyor anlatamam, lokum mübarek.

Peki yiyip içip ne kadar ödüyorsunuz? Gayet doyurucu bir atıştırma ve bir bira için adam başı olsun olsun on beş Euro civarında. Servis nasıl? Her yurt dışına çıkan, ‘bizde servis çok iyi’ diyerek döner. Haklılar. Gerçekten iyidir. Anayasacılıktan önceki mesleğim garsonluk olduğu için bilirim. İspanyollar da vahim durumda. Yavaşlar, hayli suratsızlar ve neyi ne zaman getirmeleri gerektiğini pek bilmiyorlar. Bu lokantanın garsonları da iyi servis yapmıyor. Ama o kadar yoğunlar ve öyle sevimliler ki batmıyor insana. Tabii Türkiye’de servisin, ucuz iş gücü sayesinde kalabalık olabilen garson takımları sayesinde hızlı olduğunu unutmamalı. Adam gibi sosyal devlet olsak muhtemelen servis yavaşlayacak anlayacağınız. Yeri gelmişken, İngiltere’de çalıştığım son lokanta meşhur bir Türk lokantası idi ve patron, müşterinin kendisini Kraliyet ailesi mensubu gibi hissederek çıkıp gitmesi gerektiğini söylerdi. Ben de, ‘içkiden burnu kızarmış, bas bas bağıran götü boklu İngiliz, neden kendisini böyle hissetsin ki?’ sorusunu hiç soramadan emekli oldum ne yazık ki. Yine de buradakiler daha doğal geliyor bana. Garsonun işi yemeği masaya getirmek, mutfak ile benim aramdaki bağı kurmak. Canı sıkkınsa o gün, ne diye güler yüz göstersin. Ama benim lokantadaki çocuklar yine de hayli mütebessim sayılır. Yavaşlıklarını da milli hasletleri sayalım… Sonuçta siesta diye bir şey uydurulmuş bir kültürden söz ediyoruz. Döneyim fıçıya. Hem lokanta hem de dışarıdaki manzara, en güzel buradan seyrediliyor. Sarı ışıklı, balkonları çamaşırlı, beş yol ağzı. Dışarıda masalar. İnsan sesi. Hemen karşı köşede genellikle sinek avlayan bir başka lokanta. Diğer yanda meyve satan bir küçük dükkan. Bugüne dek bulunduğum, penceresinden dışarı baktığım en güzel lokanta köşesi ve en bakılası ‘dışarısı,’ burası.

 Peki en çok kim yakışıyor bu mekâna? İki hafta öncesine dek, ‘haftalar önce dışarıdaki masalardan birine, ayakkabılarını çıkarıp bacaklarını sandalyesinde toplamış, gülümseyerek karşısındakini dinleyen güzel kadın yakışıyor,’ derdim. İki hafta önce, fikrim değişti. Hemen fıçının kenarında, belli ki uzun fıçı taburesi bulamamış, yorgun olduğu için oturma ihtiyacı hissedip hemen kenardaki sandalyeye sığınmış ve başı fıçıyı biraz aşmış, küt kesilmiş kızıl kahve saçlı, uzun boylu, uzun parmaklı ve çok güzel gözleri olan bir kadın oturuyordu benim fıçının yanında.

Biraz içeriye, biraz dışarıya bakabileceği bir yerde. İkisini de tam göremeyeceği bir yerde. Gerçi o köşe benimdi ama olsun… Başka biri oturacaksa ve o biri bu kadın olacaksa, otursun. Uzaktan duyabildiğim, sanki yanındakiyle Türkçe ama kırık bir Türkçe konuşuyor gibiydi. Ya hayal görmeye başladım ya da özledim artık diye düşündüm. Bu köşeye ve lokantaya, en çok bu kadın yakışıyordu…

Ben bu yazıyı düşünürken ölüverdi. Sabahtan bu saate dek, Tuncel Kurtiz’i düşünüyorum. Dünya’nın muhtelif yerlerinde, kim bilir hangi güzel ve salaş lokantalarda, kim bilir hangi sarı kahve sokak ışıklarına bakarak ve neler neler düşünerek, milyonlarca insana hiç kısmet olmayan ve olmayacak ne şen yemekler yemiş, ne güzel kadınlar görmüştür. Şimdi benim fıçının kenarında, yaşamım boyunca hiç tanışmadığım bu adamı hayal ediyorum, beş yol ağzına bakarken. O köşeye en çok yakışan o güzel kadın, bir kereliğine izin versin Kurtiz’e. Yukarıdaki sözcüklerin hepsi, Kurtiz’in olsun…

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış